Alemlerin Rabbi yüce Allah'a sonsuz hamdolsun. Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûl-i Kibriya Hz.Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimiz'e, en güzeli ile salât veselâm olsun. Dünyada herkes mutlu olmak için evlenir, yuva kurar, çocuk sahibi olmak ister. Çokları mal, para ve itibar peşinde koşar, böylece ömrünü tüketir. Sonu ölüm veayrılık olan bu dünyada acaba gerçek mutluluk nedir? Her gün elindeki ömürsermayesi eriyip giden bir insanın, sevdiklerinden ayrılma korkusunu kimdindirecek ve mecburen gideceği yeni âlemde ona bitmeyen bir mutluluğu kimgaranti edecek?Hiç şüphesiz ebedî mutluluk, bitmeyen bir sermaye ve ölmeyen bir sevgili ile mümkün olur. Bu sermaye ilâhî aşk ve iman, o sevgili de hayatın ve ölümün sahibiyüce Allah'tır. Bu dünyada Allah için olmayan her işin sonu ile biter. Sonuçta hayatın sahibine hesap vermek de vardır. Dinimiz İslâm bizleri hem dünyada hem de âhirette mutlu yapmak içingönderilmiştir ve bunu garanti etmiştir. İslâm, âlemlerin sahibi yüce Allah'ıninsanlığa en büyük ikramıdır. Onu doğru olarak öğrenip ihlâsla yaşamaktan başkabir huzur ve kurtuluş yolu yoktur. İslâm, insan hayatının her sahasında ona rahmet olacak ilim, amel, hüküm veedepleri öğretmiştir. Bunlara hudûdullah denir. Hudûdullah, yüce Allah'ın kulunucennete götürmek için çizdiği sınırlar demektir. Kim, ölene kadar bu sınırlarayani helâle ve harama dikkat ederek yaşarsa kesin cennete gider, ilâhî rızâya vecemâle erer, ebediyen mutlu olur. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah'a teslim olmuş erkekler ve kadınlar. şeksiz ve şüphesiz bir şekilde imanetmiş erkekler ve kadınlar. Sürekli itaat içinde bulunan erkekler ve kadınlar. Özü ve sözü dosdoğru erkekler ve kadınlar. Allah yolunda sabreden erkekler ve kadınlar. Allah'tan korkan ve hep huşu içinde bulunan erkekler ve kadınlar. Hayır yollarında bolca sadaka veren erkekler ve kadınlar. Haramlardan kaçarak hakkı ile oruç tutan erkekler ve kadınlar. Namuslarını haramdan koruyan erkekler ve kadınlar. Yüce Allah'ı çokça zikreden erkekler ve kadınlar var ya!..""Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat (cennet ve cemâlini) hazırladı."(Ahzâb 35)
Yuva Edep Mutluluk
Yuva, Allah Teâlâ'nın insanlığa en büyük emanetlerinden biridir. Din ve dünya hayatı yuva ile güzel ve düzenli olur. Yuvasız dinî hayat tam ya şanamaz. Bekâr insan noksandır. Yuva olmadan dünya hayatı da güzel ve düzenli olmaz. Bunun için yuva herkese hayır getiren mübarek, mahrem ve şerefli bir emanettir. İlk yuva cennette kurulmuştur. Hz. Âdem (a.s) ile Hz. Havva validemizin evlilikleri cennette olmuştur. Bu sebeple Allah için yapılan evlilikte, cennetten bir tat vardır. Evlilik, dünyada cennetin bir numunesini yaşamak ve bir derece cennet hayatınıntadını tatmaktır. Cennete girildiğinde yuvasız ve yalnız hiç Evlilik, kâinata yayılan ilâhî Sevgiyi beraber tatmak demektir.kimse kalmayacak, herkes bir aile ortamında olacaktır. Yuva, insanlık cemiyetinin temelidir. Evlilik, bu temeli Allah'ın adıyla atmak ve insanlık şerefine uygun bir bina yapmaktır. Dünyada insanlık hayatı yuva üzerine kurulmuş ve aile düzenine göre şekillendirilmiştir. Bütün dinlerde aile yuvası temel birimdir; insanlık binasının esasıdır. Aile olmadan, nesep korunmadan din yaşanamaz, hukuk uygulanamaz, hayatın bir mânası olmaz. Bunun için şu beş esas bütün dinlerin ortak hedefi olmuştur: 1. Tevhid inancını ve dini korumak.2. Canı korumak.3. Aklı korumak.4. Namusu, aileyi ve nesli korumak.5. Malı korumak.Yüce Allah kullarına evlenmeyi ve yuva kurmayı emretmiştir. Çünkü erkek ve kadınbu fıtrat üzere yaratılmıştır. Kulluk, fıtrata uyarak yapılınca güzel ve tamam olur. Yoksa din noksan yaşanır. Din noksan yaşanınca insan da noksan kalır.İnsan noksan olunca, muhafazası gereken beş esası hakkı ile muhafaza edemez. Kâmil olmak için evlenmek, yuva kurmak, yuva hukukunu ayakta tutmak şarttır. Evlenmek, bir insanlık görevidir. Bütün peygamberlerin sünneti ile amel etmektir. Edep üzere kurulan bir yuva, insanın şahsına, ailesine ve bütün insanlığa bir hizmettir.Yüce Allah cemiyette herkesi insanlığın ve aile yuvasının bir işinden sorumlu tutmuştur. Efendimiz (s.a.v), kimin neden sorumlu olduğunu şöyle belirtmiştir: "Hepiniz birer çobansınız; hepiniz sorumluluğunuz altındaki şeylerden sorumlusunuz. İdareciler, yönettikleri halktan sorumludur. Koca, ailesinin himaye ve terbiyesinden sorumludur. Kadın, kocasının evinden (onun şeref ve nesebini korumaktan) sorumludur. Hizmetçi ailenin malından sorumludur. Kısaca herkes üstlendiği şeylerden sorumludur."(Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, Imâre, 20; Ebû Davud, Imâ-re, 1,13; Tirmizî, Cihâd, 27; Ahmed, Müsned, 2/5, 54, 55; ibn Hibbân, Sahîh, nr. 4491)
Edep üzere kurulan yuvada iki türlü hayat vardır: Biri manevî hayattır. Bu, kalbin uyanması ve Allah'a yönelmesidir. Bunun meyvesi âhirette cennet nimetleridir. Çünkü insan evlilik ile yuvada bir huzur bulur ve tat alır. Bu tadın hiç bitmemesini ister. Bu ise dünyada mümkün değildir. Ebedî tadın yeri âhirette cennettir. Kendisi seven ve ailesini düşünen kimse, dünya tadıyla yetinmeyip cennete yönelir. Oraya girebilmenin yolu iman, ibadet ve güzel ahlâktır. Bu durumda kul, kendisini cennet nimetlerine götürecek imana yapışır, ibadetlere yönelir, güzel ahlâka sarılır. Yuva bunun sebebi olur. Evliliğin insana faydası sadece bu olsaydı, yine içine girmeye ve zahmetini çekmeye değerdi. Yuva ile bulunan diğer hayat, yeni nesil kazanmaktır. Nesil insanın bir şekilde kendi varlığını devam ettirmesidir. Nesil, malı değil manevî değerleri korumak, taşımak ve yaymak için lâzımdır.İslâm ümmetinin çoğalması ve kuvvetlenmesi için evlenip yuva kurmak ayrı bir fazilettir. Bunun bir de âhiretteki netice ve müjdeleri vardır. Bu konuda Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:"Evleniniz, çoğalmız, çünkü ben âhirette sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere övüneceğim." (Ahmed, Müsned, 2/245; ibn Hibbân, Sahîh, nr. 4028; Abdürrezzâk, Musannef, nr. 10391.)"Rabbimizl Bize eşlerimiz ve çocuklarımızdan gözümüzü aydın edecek nesiller ver ve bizleri takva yolunda gidenlerin rehberi yap" (Furkan 74).âyetinde de yuvanın hedefleri gösterilmektedir. Bunlar, takva, terbiye, güzel nesil ve yeryüzünde Cenâb-ıHakk'ın şahitleri olmaktır.Günümüzde insanlık cemiyeti böyle yuvaların özlemini çekmektedir.
Evlilikle kurulan yuvanın asıl amacı, ilâhî emre uyarak vazife görmektir. En önemli vazife, yuvadaki edep ve hukuku koruyarak Allah rızâsına ulaşmaktır. Bu temel vazifelerin başında erkek ile kadının haramdan korunması, birbiriyle kalp huzurunu yakalaması, bu huzurla güzel kulluğa koşması ve cemiyete iyi bir nesil yetiştirmesi gelir. Evlenmenin amacı, sadece erkek ve kadının cinsel duygularını tatmin etmekten ibaret değildir. Şehvet duygusu neslin devamı için bir araçtır. Yuva, kâinata yayılan ilâhî sevgiyi beraber tatmak içindir. Sevgi, yüce Allah'ın erkekle kadınarasına koyduğu bir rahmettir. Bütün yuvaları ayakta tutan, anne ile babayı kaynaştıran, onlara yuvanın yükünü taşıtan bu rahmet ve sevgidir. Hadiste bu rahmet bir misalle şöyle anlatılır: ''Yüce Allah rahmetini yüz parçaya böldü. Bir parçasını dünyadaki varlıklar arasında paylaştırdı. Bunun tecellisini her varlıkta görebilirsiniz. Hayvanlarda bile. Hani, bir hayvan yavrusunu emzirirken incinmesin diye ayağını kaldırır ve rahatça emmesini sağlar ya; işte bu o rahmetin eseridir. Bütün vahşi hayvanlar o rahmet ile yavrularına şefkat gösterir, onları korur, besler ve büyütür. Yüce Allah kıyamet günü bu bir rahmeti doksan dokuz rahmetiyle birleştirip halka öyle rahmet eder."(Müslim, Tevbe, 19-20; Ibn Mâce, Zühd, 35; Ahmed, Müsned, 2/434; 3/55)Akıl sahipleri bundan ibret almalıdır. Yuva, yârin ve yavruların sığındığı, korunduğu ve barındığı bir yer demektir. Yuva, baba ocağı, anne kucağıdır. Ocak sabrı, kucak merhameti temsil eder. Yuvada zahmetle rahmet iç içedir. Bu zahmeti Allah için çekenler, içindeki rahmeti bulurlar. Yuva rahmet, ibret, hikmet ve hayat dolu bir yerdir. Onu sırf bir eğlence olarak görmek, koca kâinatı bir keyfe kurban etmek olur. Bu, şahsa, yuvaya ve insanlığa karşı işlenmiş bir cinayet olur. Mümin, yuvaya Allah'ın adıyla adım atmalıdır. Niyeti güzel, hedefi cennet olmalıdır. Birkaç günlük beraberlik için nikâh kıyılmaz, yuva kurulmaz. Yuvada niyet ebediyen beraberliktir. Hedef kendisini, ailesini ve yavrularını ateşten korumaktır. Anne ve babanın tek derdi bu olmalıdır. Bunun yolu da edeptir. Edep, herkes için, en kalıcı sermaye, en süslü elbise, en güzel hediye, en kazançlı miras ve en emniyetli makamdır. Edep, sevgiyle Ce-nâb-ı Hakk'ın davetine uyup cennet rehberi Hz. Muhammed'e (s.a.v) tâbi olmaktır. Bir arif şöyle demiştir:Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl; Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl?
Mutlu olmak bütün insanların tek arzusudur. Mutluluk fıtrata, cinsiyete, nefse ve zevke göre değişse de hedef birdir; o da sevinmek ve huzurlu olmaktır. İnsan için huzur gönülle bulunacak ve tadılacak bir şeydir. Huzur sebepleri her gönüle göre değişir. Bir gönüle acı veren şeyler, diğerine tat verebilir. Bir gönlün kaçtığı ve korktuğu şeylerle diğeri ünsiyet ve muhabbet bulabilir. Bir gönlün sıhhat ve zenginlik içinde bulduğu huzuru, diğeri hastalık ve fakirlik halinde yakalayabilir. Huzura giden yollar, halkın fıtratları adedince farklıdır. Konumuz, yüce Allah'ın dostluğu için yaratılan insanın huzuru ve mutluluğudur. Dinimizde mutluluk insan için bir hayal değildir. O hayat olarak hazırlanıp önümüze konmuştur: Mutluluğa giden yol açılmış, ulaşma şekli öğretilmiş, örnekleri gösterilmiştir. Bu mutluluk gönlün yüce Allah ile huzur bulduğu iman, sevgi ve edep yoludur. Bu yolda acı-tatlı her şey mutluluğa hizmet eder. Zaten mutluluk sevgili için çekilen çile ölçüsünde tatlı olur. Bunun için peygamberler ve âşıklar yüce dosta giden yolda çile çekmeyi rahatlığa tercih etmişlerdir. Ancak insan nefsinin bir özelliği var; o da aceleyi etmesidir. Nefis aceleci bir özellikte yaratılmıştır. Ayette belirtildiği gibi: "İnsan, hayrı ister gibi şerri ister; çünkü o çok acelecidir."(İsrâ, 11)Bir anlık geçici zevk uğruna, gelecekte bulacağı ebedî saadeti terkeder. Bunun için dünya der, Mevlâ demez; haramlardaki tada yönelir, hayırların sonunda saklı cenneti görmez. Bu dünyadaki sevinçler, sevilen şeyin özelliğine göre uzun veya kısa sürer. İnsan da o kadar mutlu olur. Asıl mutluluk insanın bütün zamanına ve varlığına yansıyan mutluluktur. Mutlu insanın bütün zamanları ve vücut azaları ulaştığı mutluluktan payını almalıdır. Mutluluk veren şeyden insanın nefsi sevindiği kadar, ruhu da sevinmelidir.Bedeni rahat ettiği gibi kalbi de huzur bulmalıdır. Mutluluk vücutta dengeli bir şekilde paylaşılmazsa, geçici bir zevk olur; bir taraf gülerken diğer taraf ağlar.
Dinimiz dengesiz bir mutluluktan sakındırmaktadır; manevî hayat gibi maddî hayatın da düzenli ve güzel olmasını emretmektedir. insanın üzerinde nefsinin hakkı olduğu gibi, ruhunun da hakkı vardır. Karnı gibi kalbi de gıda ister. Bedeni gibi gönlü de rahatlık arar. Kısaca her azamız bizden huzur hakkını ister. Ayrıca ailemizin ve çevremizin de bizde hakları vardır. Üzerimizdeki en büyük hak yüce Yaratıcımız'ındır. Bir kimse bütün bu hakları korumadan mutlu ve kutlu bir insan olamaz.Nefsin hoşlandığı her şeyde -buna günahlar da dahildir- az çok bir zevk vardır. Bu zevk maddîdir. Ona kolay ulaşılır fakat hemen kaybedilir. Çünkü onun özelliği böyledir. Maddî zevklerin sü-resi kısadır, tadı azdır. Madde yok olmaya mahkûmdur. Böyle bir zevk ruhu sevindirmez, kalbi huzurlu etmez; gönülde bir hasret bırakır gider. Sofrasına koyduğu yemekle sevinen ve mutlu olan kimsenin zevki, lokması damaktan geçene kadardır. Ondan sonrasını göz görmek istemez; çünkü görülmesi kimseye zevk vermez. Yeme-içme sürekli bir mutluluk sebebi olamaz, kalbi dolduramaz, ruhu doyuramaz; gönülde bir hasret bırakır gider. Zevk kaynağı giyim-kuşam olan kimsenin mutluluğu kısa zamanda sönmeye mahkûmdur; çünkü bu kimse gönül huzurunu her gün solacak bir şeyde aramaktadır. Elbisesolunca mutluluk da söner. Bu zevk de ruha yetmez; gönülde bir hasret bırakır gider. Mutluluk sebebi, helâlinden şehvetini tatmin etmek olan kimsenin sevinci devamlı değildir. Bu zevk de insanı sürekli mutlu etmez; gönülde bir hasret bırakır gider. Bir de bu tür zevkler helâl yoldan aranıyorsa böyledir; eğer onlar haram yoldan aranıyorsa hepten felâkettir.Kısaca dünya malı ve maddî zevkler insan ruhuna sürekli bir huzur ve mutluluk veremez. Dünya insan için, insan ise kulluk için yaratılmıştır. Yüce Mevlâ'mız bütün akıl ve kalp sahiplerine ebedî mutluluğun yolunu şöyle tarif ediyor:"Uyanın ve şunu anlayın! Kalpler ancak Allah'ın zikri ile huzur bulur." (Ra'd 28.)Allah için olan bütün güzel niyetler, işler, sevgiler, secdeler, dualar, tövbeler, istiğfarlar, hayırlar ve hizmetler hep Hakk'ı zikirdir. Kim Hakk'ı zikrederse Hak da onu zikreder. Hak yolunda bir adım atana mukabele eder. O en az on rahmetle
İman ve edeple yüce Allah'a bağlanmayan kalplere hakiki ve daimî huzur haram kılınmıştır. Hazineyi yanlış yerde aramayalım. Rahman olan Allah'tan daha merhametli kim vardır? O, ne güzel koruyucu ve ne güzel yârdır. Dünyada Her İstediğimiz Niçin Olmaz? Cevap kolay: Kul olduğumuz için olmaz. Her istediği olan sadece yüce Allah'tır. O, bu sıfat ve yetkide tektir, ortağı yoktur. Kul kulluğunu bilsin, haceti için Rabb'ine yönelsin, verilmeyince sabredip rıza göstersin, diye her istediği verilmez. Bir de dünya ile cennetin farkı bilinsin diye kula burada her istediği verilmez. Cennette ise kulun bütün istedikleri verilir. Bu, yüce Allah'ın cennete giren kullarına bir vaadi ve müjdesidir. O'nun vaadi hak, gerçekleşmesi muhakkaktır. Kul dünyada bir şeyin olmasını ister; yüce Allah'ın da o konuda bir istediği vardır. Kulun istediği şey Allah'ın istediğine uyarsa yaratılır; uymazsa yüce Allah'ın istediği olur. Bu durumda kul iki şeyden birini yapar; ya yüce Rabb'inin verdiğine razı olur rahat eder ya da itiraz ile her ânı sıkıntı içinde geçer, itirazına tövbeetmezse sıkıntı ve azabı âhirette de devam eder. Dünyada mutluluk, nefsimizin her istediğini elde etmek ve onun keyfince yaşamak değildir. Mutluluk, elindekine sevinebilmek ve onunla yetinebilmektir. Bu da yüce Yaratıcı'nın takdir ve taksimine razı olmakla olur. Kul, elinden geleni yaptıktan sonra yüce Mevlâ'sına güvenmelidir. O'nun her hükmünün bir hayır taşıdığını bilmelidir. Verdiğine şükür, vermediğine sabretmelidir. İnsan yapmadığı hayırlar için nefsine kızabilir; fakat, niye istediklerimi yaratmıyor ve vermiyor, diye yüce Yaratıcı'sına kızma, sitem veserzeniş hakkı yoktur.Mümin günahları dışında başına gelen her şeyi hoş görmekle rahat eder. Vermeyince Mevlâ, ne yapsın Mecnûn ile Leylâ. Rabb'inin hükmüne razı olan rahat eder. Kadere teslim olan kederden kurtulur. Elindekine kanaat edenin geçimi kolay olur. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan mümin, kimseye haset etmez. Hahset eden mesut olmaz.Hz. Musa (a.s), bir münâcâtında, Allah Teâlâ'ya, "Ey Rabbim, kulların içinde hangisi sana daha sevimlidir?" diye sordu; Allah Teâlâ, "Sevdiğini elinden aldığımda bana teslim olan ve isyan etmeyen kimsedir" diye vahyetti. Hz. Musa (a.s), "Yâ Rabbi, kulların içinde en çok kime gazap edersin?" diye sordu; Allah Teâlâ şu cevabı verdi: "Bir işte önce hayırlısını benden isteyip bir hüküm verdiğimde takdirime kızan kimsedir." (Ebû Tâlib el-Mekkî, Kalplerin Azığı, 3/173 (İstanbul: Se-merkand, 2003); Gazâlî, İhya, 5/65 (Beyrut 2000))
Mutluluk, elindekine sevinebilmek ve onunla yetinebilmektir. Mümin günahları dışında başına gelen her şeyi hoş görmekle rahat eder. Allah Teâlâ kudsî bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Kim benim hükmüme rıza göstermez, verdiğim musibete sabretmezse benden başka bir rab arasın!"(Beyhakî, Şuabü'l-imân, nr. 200; Taberânî, el-Kebîr, 22/321; Heysemî, Mecmau'z- Zevâid, 7/207; Süyûtî, es-Sagîr, nr. 6009, 6010, 9027)Sahabeden İmrân b. Husayn (r.a) karın ağrısı hastalığına yakalanmıştı. Bu nedenle otuz yıl boyunca sırt üstü yatmak zorunda kalmıştı. Ayağa kalkamıyor ve oturamıyordu. Kendisi için hurma dallarından bir yatak yapılmış, yatağının altına bir delik açılmış ve altına taharetini yaptığı bir kap konmuştu. Bir defasında Mutarrif ve Alâ (rah) onun ziyaretine gelmişti. Mutarrif, Hz. İmrân'ın (r.a) bu halini görünce ağlamaya başladı. İmrân, "Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. O da, "Seni bu sıkıntılı durumda gördüğüm için" dedi. İmrân (r.a),"Ağlama, Allah Teâlâ'ya sevimli gelen, bana da sevimli gelir" dedi ve ardından şunu ekledi:"Sana bir şey söyleyeyim; belki Allah Teâlâ onunla seni faydalandırır. Ancak onu ben ölünceye kadar gizle, kimseye söyleme. Melekler, beni ziyaret ediyorlar, onlarla sohbet ve muhabbet ediyorum, bana selâm veriyorlar, selâmlarını işitiyorum."(İbnü'l-Esîr, ÜsdM-Gâbe, 3/408-409 (Beyrut 1997); Ga-zâlî, İhya, 5/70.)Hz. İmrân (r.a), bu sözüyle, başındaki bu musibetin bir ceza olmadığını bildirmek istiyordu. O, yüce Rabb'inden gelene sabır ve rıza gösteriyor, o halde kulluğa devam ediyordu. Onun bu edebine karşı yüce Allah meleklerini kendisine gönderip acısını dindiriyor, kendisine özel ikramda bulunuyor, imanını tasdik ediyor, sabrının mükâfatını veriyordu. Kul yüce Rabb'inden razı olursa, Rabb'i de ondan razı olur. Kadere itiraz eden, başını demir tokmağa vurmuş olur. Demire ne olacak, olan başa olur!Sa'd b. Ebû Vakkas (r.a) Mekke'ye geldiği zaman gözleri görmez olmuştu. Halk, coşkuyla onun yanına geliyor ve her biri kendisi için dua etmesini istiyordu. O da, her biri için ayrı ayrı dua ediyordu. O, duası makbul bir kimseydi; çünkü Allah Resulü (s.a.v) onun duasının kabul edilmesi için Rabb'ine dua etmişti. Abdullah b. Sâib anlatır: Ben henüz genç iken Sa'd'a geldim, ona kendimi tanıttığımda beni tanıdı ve, "Sen Mekke'nin Kur'an hafızlarından ve âlimlerinden değil misin?" diye sordu. Ben de, "Evet" dedim. Bir olay anlattım ve sonunda kendisine, "Ey amca, sen makbul birisin ve dua isteyenler için dua ediyorsun; kendin için dua etsen de Allah Teâlâ gözlerini tekrar açsa" dedim. Hz. Sa'd tebessüm etti ve şöyle dedi: "Ey oğul, Allah Teâlâ'nın isteğiyle olan bu durum, benim için, nefsimin isteğiyle gözümün açılmasından daha güzeldir."(Gazâlî, İhya, 5/71; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kalplerin Azığı, 3/181.)
Yüce Allah bu dünyada her şeyi iyilik olsun, iyiliğe sebep olsun, diye yaratmıştır. Bütün mesele hayatı doğru okumak, doğru anlamak ve doğruluküzere yaşamaktır.Yaşadığımız dünyada rahatlık ile sıkıntı iç içe örülmüştür. Burası imtihan, amel ve sabır yurdudur. Burada nefsimizin her istediği olmaz. Onun her istediğinin olmayışında pek çok hayır vardır. Bu hayrın ne olduğunu kul bilmese de yüce Yaratan bilir. O'nun her işi güzeldir. Yüce Rabbimiz her işindeki güzelliği şöyle anlatır: "Eğer Allah kullarına rızkı (malı, makamı, nimetleri) bol bol verseydi muhakkak yeryüzünde azarlardı. Fakat O her şeyi dilediği bir ölçüye göre indirir, verir. Okullarının bütün hallerinibilmekte ve görmektedir."(eş Şûrâ 42/27.)Bu âyeti bir kudsî hadis şöyle açıklar: "Bazı mümin kullarımın imanını fakirlik korur; onu zengin etsem ahlâkı bozulur. Bazı mümin kullarımın imanını zenginlik korur; onu fakir. Bütün mesele hayatı doğru okumak, doğru anlamak ve doğruluk üzere yaşamaktır. Bir şeyin hoşumuza gitmeyişi onun kötü ve hayırsız olduğunu göstermezsem kalbi bozulur. Bazı mümin kullarımın imanını sıhhat korur; onu hasta etsem edebi bozulur. Bazı mümin kullarımın imanını hastalık korur; hali bozulur. Ben kullarımın işlerini ilmimle tedbir ederim; obneun soınhlhaartılni etsem kalplerini ve gizli hallerini çok iyi bilirim."(İbn Ebü'd-Dünyâ, Kitâbü'l-Evliyâ, nr. 1; Beyhakî, el-Es-mâ ve's-Sıfat, 1/204; ibn Asâkir, Târîhu Medineti Dı-maşk, 7/95-96 (Beyrut 1995); İbn Kesîr, Tefsir, 7/206; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 10/270.) Bir şeyin hoşumuza gitmeyişi onun kötü ve hayırsız olduğunu göstermez. Bazan hoşlanmadığımız şeylerin içinde, daha sonra pek çok hayrın bulunduğunu görürüz. Mümin için acı-tatlı her iş hayırlıdır. Bazı sıkıntılar mümine manevî dereceler kazandırır; sevabını çoğaltır, onu yüce Allah'a yaklaştırır. Bazı sıkıntılar müminin kusurlarına kefaret olur, onun günahlarını temizler. Bazı sıkıntılar, mümini kötü işlere bulaşmaktan alıkoyar; acı onu meşgul eder, günaha ve zulme giden yolunu tıkar. Bazı sıkıntılar mümine dünyada verilmiş bir cezadır, onu burada çeker, âhirete cezası kalmaz. Burada üzülür, orada sevinir. Bazı sıkıntılar müminin kalbini niyaza, dilini duaya alıştırır. Yüce Allah müminin edep içinde inlemesinden, yani samimi bir kalple Rabb'iyle konuşmasından hoşlanır; onun sesini meleklerine dinletir. Allah kırık ve yaralı gönüllere özel olarak nazar buyurur, mahzun kullarını çok sever. Bakınız, Hak dostu İbrahim Hakkı Erzurumî (k.s) ne diyor: Hak serleri hayreyler, Zannetme ki gayreyler, Arif anı seyreyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler. Deme niçin bu böyle, Yerincedir o öyle. Bak sonuna seyreyle, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.
Atalarımız, "Gönül sevince samanlık seyran olur" demişlerdir. Yuvadaki mutluluğun şifresi; rıza, vefa, sevgi ve sabırdır, diyor bir âlim. Önce şunu bilelim: Evlenen iki kişi birbirinin nasibidir. Bu nasip, Allah'ın ilminde kesinleşmiş bir takdirdir. Bu nasibe razı olmak imanın gereğidir. Bazı sıkıntılar, müminin kalbini niyaza, dilini duaya alıştırır. Evlenen iki kişi birbirinin nasibidir. Ona helâlinden ulaşmak farz olduğu gibi, ulaşınca hakkını korumak da farzdır. Hayırlı eş Allah'ın kuluna özel bir ikramıdır, hayırsız eş ise dünyanın en ağır imtihanıdır. Ailemizin saadeti onu acısıyla birlikte kabul etmeye bağlıdır. Bu işin temeli de rızadır. Ailede mutlu olmak için karı kocanın birbirlerinin her şeyinden hoşlanmasıgerekmez. Koca hanımının bir huyundan veya durumundan hoşlanmadığı zaman onu hemen gözden ve gönülden çıkarmamalıdır. Kadının kocasına karşı durumu da aynıdır. Kim bilir nefsimizin hoşlanmadığı o durum içinde nice saklı hayırlar vardır. Bu, ileride gözükecektir. Sabredilirse anlaşılır. Ailedeki mutlulukta rıza ve vefa çok önemlidir. Ailesine razı olan rahat eder, vefa gösterenleri yüce Allah mükâfatlandırır. Bir olaya sadece nefisle değil, aynı zamanda vicdan, akıl, insaf ve sevgiyle de bakmalıdır. Sevdiğimizi kusuru ile kabul etmek mutluluk için ilk adımdır.Ayrıca onun yükünü çekmek, sıkıntısına sabretmek, hatasını affetmek, onun için hayır dua etmekgeçim için vazgeçilmez şeylerdir. Aslında sevginin zevki de bu çile içinde gizlidir. Bir ailenin çok basit tartışmalardan dolayı birbirine kızıp küserek hemen boşanmayı düşünmeleri doğru değildir. Bu konuda yüce Allah bütün aile reislerini şöyle uyarmaktadır: "Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (hemen boşamaya gitmeyin, sabredin ve şunu bilin) sizin hoşlanmadığınız bir şeyde Allah pek çok hayır yaratır."(Nisa 4/19)Aynı şeyler kadından da istenir.
Kusursuz dost arayan kimse yalnız kalır. Kusursuz insan nerede? Bir kimsenin iyi hali kötü halinden daha fazla ise o kimse iyi insan kabul edilir ve kusurları affedilir. Yeter ki bu kusurlar Allah'a şirk koşmak ve namusunu kirletmek gibi kusur ve günahlardan olmasın. Bu konuda Rahmet Peygamberi (s.a.v)aile reislerine şu inceliği hatırlatmıştır: "Kadın aslı itibariyle farklı yapıda yaratılmıştır; onu sürekli aynı halde tutamazsın. Onunla bulunduğu o halde geçinmeye bak. Yoksa onu istediğim gibi dosdoğru yapayım dersen kırarsın. Onun kırılması boşamaktır."(Buhârî, Nikâh, 79; Müslim, Radâ', 59; Tirmizî, Talâk, 12; İbn Hibbân, Sahîh, nr. 4179; Ahmed, Müsned, 2/449)Haksız ve gereksiz yere boşamak ise yüce Allah'ın hiç sevmeyip gazap ettiği bir iştir. Diğer bir hadiste şöyle buyrulur: "Mümin erkek bir kusurundan dolayı hemen hanımına kızmasın. Onun bir huyundan hoşlanmazsa hoşlanacağı ve razı -olacağı başka bir huyu vardır, ona baksın."(Müslim, Radâ1, 61; Begavî, Mesâbîhu's-Sünne, nr. 2417; Münzirî, et-Tergîb, nr. 2882) En geçimsiz insanda bile hoşa gidecek bir taraf bulunur. Kadın veya erkek birbirinin önce iyi taraflarını düşünmelidir. İyi yönüne şükretmeli, kötü yönünü ise sabredip idare yoluna gitmelidir. Eğer bir kadın namus kusuru işlemiyorsa, nun diğer davranış bozukluklarına sabredilmelidir. Sabır ve idare ahlâkına sahip olan kimse, hem emanetine aldığı ailesine iyi davranıp sevap alır hem de çilenin içindeki huzuru yakalamış olur Bir Hak dostunun hanımı oldukça sert, geçimsiz ve sevimsizdi. Kocasına her gün dili ve haliyle sanki cehennem azabı çektiriyordu. Bu zat ise onun her haline sabrediyor, nefsini sabra alıştırıyor, bu ateşin içinde her gün pişiyordu. Güzel ahlâkı elde etmek için bunu bir fırsat görüyordu. Bunun için onu boşamayı hiç düşünmüyordu. Bu zatı tanıyan dostları onun durumuna çok üzülüyordu. Kadına hiçbir nasihat fayda vermiyordu. Öyle oldu ki bu zata acıyan bazıları kadının ölümü için dua etmeye başladılar.Bir gün kadının eceli geldi, öldü. Kocasının dostları o günü bayram ilân ettiler. Kadını bir an evvel toprağa verdikten sonra sevinerek kocasının yanına geldiler; ona, "Efendim, biz size taziyeye değil, tebrik etmeye geldik; gözünüz aydın kurtuldunuz!" dediler. Allah dostu sakin ve düşünceliydi. Yüzünde bir sevinç izi deyoktu. Aksine değerli bir şeyini kaybetmiş gibi üzüntülüydü. Bunun sebebini şöyle açıkladı: "Ben bugün gerçekten çok üzgünüm. Bu kadın benim için bir servetti. Ben onun kötü huylarına sabrederek yüce Rabbim'in razı olacağı güzel ahlâkları elde ediyordum; böylece pek çok sevap ve manevî derece kazanıyordum. Ne yazık ki şimdi bu servetim toprağa gömüldü, böyle bir kâr kapısı kapandı!" Demek ki mutlu olmanın yolu çoktur. İnsan biraz işlerin sonunu düşünse, biraz geniş olsa, biraz da aklını ve gönlünü kullansa çok şeyin üstesinden gelir.Koca hanımının bir huyundan veya durumundan hoşlanmadığı zaman onu hemen gözden ve gönülden çıkarmamalıdır.
Sırf güzellik ve zenginlik saadet için yeterli değildir. Hanımı güzel, kocası zengin olan bütün ailelerin mutlu oldukları düşünülmesin. Hatta bunlar çoğu zaman aile için saadet yerine felâket sebebi de olabilmektedir. Bunun için Allah Resulü (s.a.v) yuva kuracak gençlere, mutluluk için dindar, akıllı ve dengeli kadını tercih etmelerini tavsiye etmiş; bazan güzelliğin, zenginliğin ve nesebin âfet sebebi olacağını hatırlatmıştır. (bk. Bezzâr, Müsned, nr. 1404; Taberânî, el-Kebîr, 18/38-39; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 4/255.)) İmam A.b. Hanbel (rah), iki kızı olan bir aileye kız istemeye gitmişti. Kızların biri çok güzeldi, diğerinin ise bir gözü kördü. A.b. Hanbel, "Hangisi daha akıllıdır?" diye sordu; bir gözü olmayan daha akıllı dediler. Büyük âlim,"Beni onunla evlendiriniz " dedi.(Ebû Tâlib el-Mekkî, Kalplerin Azığı: Kutü'l-Kulûb, 4/448 (istanbul: Semerkand, 2003)Tarihte güzelliğin veya paranın şımarttığı insan pek çoktur. Ruh doktorları hastalarının çoğunluğunu zenginlerin ve güzel kadınların oluşturduğunu söylüyorlar. Nesebi, itibarı, mesleği ve güzelliği ile kocasının başını sıkıntıya sokan kadınlar da az değildir.Bekâr bir gencin şu sözleri hayret vericidir: "Ben yüzü çirkin fakat ahlâkı güzel bir kadınla evlenmek istiyorum. Yüzü öyle çirkin olsun ki benden başka kimse onun yüzüne bakmasın; bakan da zevk almasın. Çünkü tanıdıklarımdan birinin yüzü güzel fakat ahlâkı bozuk, şımarık, süsüne ve gezmeye düşkün bir karısı var; başına belâ oldu. Adam onu ne terkedebiliyor ne de tedavi. Sık sık şöyle yakınıyor: Ne yapacağımı şaşırdım vallahi! Tek çare olarak ölümü görüyorum. İkimizden biri ölse de kurtulsam şu belâdan!" Allah korusun, nefis haramlarda huzur aramaya başlayınca, ailede ne vefa kalır ne de safa. Özü gibi yüzü de güzel, gönlü gibi dili de tatlı, maneviyatı gibi maddiyatı da zengin olan fakat asla kul olduğunu unutmayan edep timsali nice erkek ve kadınlar da vardır. Onlar herkes için sevgi ve edepte rehber insanlardır. Müslümanların yüz akıdır. Tekrar hatırlatıyoruz: Mutluluk cefada gizli, vefada saklı bir manevî safadır.Ailesine razı olan rahat eder, vefa gösterenleri yüce Allah mükâfatlandırır. Sevdiğimizi kusuru ile kabul etmek mutluluk için ilk adımdır.Mutluluk edepli olmaktır. Bunun ölçüsü, edep peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.v) uymaktır. Mutluluk, Cenâb-ı Hakk'ı ve halkı razı ederek sevinmektir. Mutluluk, sevdiklerimizi sevindirerek huzur bulmaktır. Mutluluk, nefsimizle birlikte ruhumuzu da sevindirmektir. Mutluluk, cennete giden yolu seçmektir.
Sevgi Saygı Tevazu Güzel Geçim
Güzel geçimin başladığı nokta gönüldür. Gönlün gıdası sevgidir. Sevginin kaynağı yüce Allah'tır. Daimî huzur yüce Allah iledir. Gerçekten Allah'a yönelmiş, ilâhî aşktan bir derece tatmış, maddenin ötesinde bir âlemin olduğunu anlayıp ona kalbini açmış bir insanla geçinmek çok kolaydır; çünkü bu insanın derdi Allah'tır, huzuru Hak iledir. Hep "ben" diyende huzur olmaz, "ben haklıyım" diyenle hak bulunmaz. Güzel geçim güzel ahlâktır. Güzel ahlâkın temeli tevazudur. Tevazu, ailede, işte, cemiyette ve her yerde güzel geçim için vazgeçilmez bir ahlâktır. O elde edilmeden gerçek huzur bulunmaz. Tevazu, yüce Allah'ın azameti karşısında iki büklüm olup, nefsini hiç bilmek, kulluktaki kusurlarını görüp kendi haline üzülmektir. Tevazu, kendinin haddini, karşıdakinin hakkını bilmektir. Tevazu, hakkına razı olmaktır. Tevazu, doğruyu kim söylerse söylesin kabul etmektir. Tevazu, yüceliğin ancak Allah'a ait olduğunu anlayıp kendini beğenmeyi ve halkı küçük görmeyi terketmektir. Tevazu, her kulda yüce Hak'tan bir hak ve değer olduğunu bilip Allah için onlara edeple davranmaktır. Tevazu, "herkes yahşi ben yaman" diyerek kendi noksanlarına bakmak ve kusurlarına çare aramaktır. Kusuru kendisinde arayan kimse, hem kusurunu kolay bulur hem de karşısındakine karşı edepli olur. Niyeti doğruyu bulmak olana yüce Allah yardım eder, sabır verir, anlayışını açar, kalbini genişletir, nefsinin sertliğini giderir, şeytanın hilesini gösterir, Hakk'ı sevdirir, haklıyı buldurur. Böylece hayat güzel olur. Bencil ve kibirli bir aile, ne yaparsa yapsın huzuru bulamaz.
Yüce Yaratıcı'sının hükmü karşısında saygı ile eğilmeyen baş kibirlidir. Kibirlikimse katı olur.Bir kimsenin iyi hali kötü halinden daha fazla ise o kimse iyi insan kabul edilir ve kusurları affedilir. Eğer bir kadın namus kusuru işlemiyorsa, onun diğer davranış bozukluklarına sabredilmelidir.Kibirli kimse ince bir aşkla sevmeyi bilmez, incelip de bir gönüle giremez. Böyle biri düşmanıyla değil, dostuyla bile geçinemez. Ta ki, tövbe edip gerçek tevazuyu elde edene kadar... Hz. Ömer (r.a) devrinde bir adam hanımı ile arada bir ağız kavgası edip çekişiyordu. Adam hanımına laf anlatamayınca bunalmış, halifeden yardım ve akıl istemek için evine gelmişti. Evin kapısını çalmak için yaklaştığında içeriden bir kadının yüksek sesle konuştuğunu duydu. Biraz dikkat edince, bunun Hz. Ömer'in (r.a) hanımı olduğunu anladı. Baktı ki Hz. Ömer de aynı durumda. Adam şaşırdı; koca halife, kendisine karşı sesini yükselten hanımını sükûnetle dinliyordu. Kapıyı hiç çalmadan hemen geri döndü. O sırada Hz. Ömer (r.a) birinin kapıya doğru geldiğini farketmişti. Gelen kimsenin kapıyı çalmadan geri döndüğünü görünce, hemen arkasından çıkıp adamı geri çağırdı ve ne için geldiğini, niçin geri döndüğünü sordu. Adam, "Yâ Ömer, bir derdim vardı, size akıl danışmaya gelmiştim; fakat gördüm ki siz de aynı dert içindesiniz. Onun için rahatsız etmek istemedim!" dedi. Hz. Ömer (r.a), "Derdin neydi?" diye sordu. Adam, "Hanımım, bazan bana karşı evde yüksek sesle konuşuyor, sözlerime sertçe karşılık veriyor, canımı sıkıyor. Gördüm ki bu durum sizin evde de oluyor" dedi. O zaman Hz. Ömer (r.a) adamı bir kenara çekerek ona, "Bak, hanımların kocaları üzerinde pek çok hizmeti ve hakkı vardır. Bunun için onlara tahammül etmeliyiz. Onlar bizim evimizi beklerler. Ekmek ve yemeğimizi pişirirler. Çocuklarımızı emzirirler. Elbise ve evimizi temizlerler. Nefsimizi teskin eder ve bizi harama düşmekten korurlar. Ben bana bu kadar hizmeti dokunan bir kadına niçin tahammül etmeyeyim" dedi. Bunları bir halifeden dinleyen adam, biraz düşündü ve, "Benim eşim de aynı hizmetleri görüyor" dedi. O zaman Hz. Ömer (r.a), "Kardeşim, hanımının sıkıntısına tahammül göster. Dünya hayatı çok kısadır, gelir geçer" dedi. (bk. Zehebî, el-Kebâir, s. 179)Hak adına yeri gelince demir gibi sert olan Hz. Ömer (r.a), yine Hak hatırına yeri gelince kadife gibi yumuşak olabilmekteydi. Onun tek derdi Hakk'ın hatırını korumaktı. İşte tevazu denen şey budur. İnsan halka gösterdiği tevazu kadar katında yücelir. Asıl güzel geçim, kötü ve aksi insanla olur. Güzel huylu kimse ile hoş geçinmek kolaydır; buna gerçek manada güzel geçim denmez.
Ailemiz ahlâkımızı yansıtan bir aynadır. Herkes kendisini en iyi bu aynada görür. Ailede yapmacık olmaz, gizli huylar saklanmaz; içimizde ne varsa dışarıya o çıkar.Bir kadının en güzel şahidi kocasıdır; kocanın da şahidi hanımıdır. Herkes kendisini ailesine karşı davranışları ile tanımalı, nefsinin huylarını bu ortamda tesbit etmeli ve yanlışını tedaviye çalışmalıdır. Bunun için Allah dostları kendilerindeki ahlâkı görmek, ölçmek ve geliştirmek için yanlarında kötü davranışlı bazı insanların bulunmasına razı olurlar, bunu bir fırsat bilirler ve ondan istifade ederlerdi. Velîlerden Yahya b. Ziyâd'ın (rah), kötü huylu bir kölesi vardı. Bir gün kendisine, "Bu kötü huylu köleyi niçin yanında tutuyorsun; onu sat da kurtul.Sen bunu bedava vermiş olsan yine kazançlı olursun" dediklerinde, o büyük zat şöyle demiştir: "Hayır onu satmayacağım, ben onun kötü huylarına sabrederek geniş olmaya ve yumuşak davranmaya alışıyorum."(Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, s. 471,İstanbul: Semerkand, 2004) Lokman Hekim'e (a.s), "Sen bu güzel ahlâkı kimden öğrendin?" diye sormuşlar, o da şu cevabı vermiş: "Kötü ahlâklı kimselerden öğrendim; onlarda gördüğüm kötü işleri ben terkettim; böylece güzel ahlâkı elde ettim." Güzel ahlâk dünyanın en büyük servetidir. Ona sahip olan kimse öyle mutlu olur ki artık bu kimsenin huzurunu kimse bozamaz. Çünkü o, yüce Allah ile huzuru bulmuştur ve herkese huzur verir.Allah ile huzur bulanlar öyle bir kuvvet ve kabiliyet kazanır ki artık kendisini sevmeyeni bile sever, ona gelmeyene gider, haksızlık edeni affeder, vermeyene verir. Sertlik gösterene gülümser. Kendisine cahilce davranan kimseye hiç bulaşmaz, ona acır ve "kal selâmetle" deyip yoluna devam eder. Eğer sen eşinin güzel huylu ve ahlâklı olmasını istiyorsan, kendin yüce Allah'a karşı doğru olmaya bak.Aile reisi olan erkek yüce Allah'a karşı sorumludur. Onun ailesine güzel davranması farzdır.
Mümin her işte kendi ahlâkını kontrol etmelidir. O, kendisine nasıl davranıldığına değil, kendisinin nasıl davrandığına bakmalıdır. Ona karşı hanımı, çocuğu, komşusu, iş arkadaşı bir kusur yapsa ilk sorusu şu olmalıdır: "Ben yüce Rabbim'e karşı ne kusur işledim ki bana karşı bu kusur işlendi. Acaba, bunun başıma gelmesinde benim bir kusurum var mıdır? Evet akıllı ve adaletli kimseler böyle düşünür.Kendisinde bir kusur bulursa onu terkeder ve Allah'tan affını ister. Sonra karşısındaki kimsenin kusuru için bir mazeret arar. Mazeret bulursa onu affeder, bulamazsa kendisini güzel bir şekilde uyarır; kusurunu anlaması için yardımcı olur. Böyle bir kimsenin kızması da sevmesi gibi fayda verir, insanı kötülükten kurtarır. İşte bu ahlâka sahip olan bir kadın veya erkek, hayatının her ânını huzur içinde ve hayır üzere geçirir. Böyle bir kalbi ve ince edebi elde etmek için ne yapılsa azdır. Rehbere gitmeden iş çok zordur. Büyük velî İmam Şa'rânî (k.s) güzel geçimin sırrını şöyle açıklar: "Mümin kardeşim! Eğer sen hanımının doğru, güzel huylu ve ahlâklı olmasını istiyorsan, kendin yüce Allah'a karşı doğru olmaya bak. Birçok insan bunu bilmediklerinden kendi nefislerinin huylarına bakmadan hanımının ahlâkından şikâyet etmektedir. Eğer bu inceliği bilmiş olsalardı önce kendi kusurlarına bakar, onları düzeltirlerdi ve böylece hanımlarının kötü ahlâkı da kendiliğinden düzelmiş olurdu. Allah kendisinden razı olsun, ben bu durumu kendi ailem üzerinde çok denedim. Ben ne zaman açık veya gizli bir kusur işlesem bunun hemen onda bir yansımasını görürdüm. Halbuki o gerçekte güzel ahlâklı bir kadındı. Ancak ben değişince o da elinde olmadan değişiyordu. Buna çok defa şahit oldum. Bunun için hanımımda sevmediğim bir hareket görsem hemen kendimi kontrol ederdim. Onun benim yüzümden değiştiğini düşünürdüm. Ben kendime çeki düzen verince onun da kendiliğinden düzeldiğini görürdüm."(Şa'rânî, Levâkıhu'l-Envâri'l-Kudsiyye fî Beyâni'l-Envâri'l-Kudsiyye, s. 333 (Halep 1993); el-Uhudü'l-Kübrâ, s. 402 (istanbul: Bedir, 1982) Fudayl b. iyâz (k.s) demiştir ki: "Ben yüce Allah'a karşı bir kusur işlediğim zaman, bunun sonucunu bineğimde, hizmetçimde ve hanımımda görürdüm. Onların bana karşı tavrı değişir, huyları sertleşirdi. Ben bunu anlar, pişman olur, hemen tövbe ve istiğfar ederdim. Onların da kötü huyu yok olurdu. Ben bundan tövbemin kabul edildiğini anlardım. Çok defa da tövbe edip pişmanlık duyduğum halde bineğimin huysuzluğu, hizmetçi ve hanımımın itaatsizliği devam ederdi. Ben bundan tövbemin kabul edilmediğini anlar, daha dikkatli olurdum."(Şa'rânî, a.g.e., s. 333.)
Aile reisi olan erkek yüce Allah'a karşı sorumludur. Onun ailesine güzel davranması farzdır. Zulüm haramdır. Bunun için kadınlarla güzel geçinmelidir. Onlardan gelecek sıkıntılara katlanmalıdır. Kadınların tabiatı bunu gerektirmektedir. Böyle davranmakla kişi onlara merhamet etmiş yüce Allah, olur. Bu konuda "Hanımlarınızla iyi geçinin"( Nisa 4/19)buyurmuştur. Diğer bir âyette onların hakkını yücelterek, şöyle buyurmuştur: "Onlar (kadınlar) sizden sağlam bir söz almışlardı." (Nisa 4/21)Başka bir âyette de, "...Ve yanınızdaki arkadaşa iyilikte bulunun..."(Nisa, 36)buyurmaktadır. Müfessirlerden bazıları, "yanınızdaki arkadaş"ifadesiyle kastedilen kimsenin evdeki hanım olduğunu söylemişlerdir. (Kurtubî, el-Câmi, 5/165)Hz. Peygamber'in (s.a.v) vefatından önce ashabına tavsiyede bulunduğu ve sesi kısılıncaya kadar tekrar ettiği üç tavsiye arasında kadınlara iyi davranma konusu da vardı. Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Namaza dikkat edin, aman namaza dikkat edin. Elinizin altında bulunanlara güçlerinden fazla yük yüklemeyin."(Ebû Davud, Edeb, 123; İbn Mâce, Vesâyâ, 1, Cenâiz, 64)."Kadınlarınız hakkında Allah'tan korkun. Onlar sizin yanınızda bir emanettir." (Nesâî, eS'Sünenü'l-Kübrâ, nr. 7097). "Siz onları yüce Allah'ın emaneti olarak aldınız ve Allah'ın emri ve izni ile namuslarını kendinize helâl kıldınız." (Müslim, Hac, 148). Hanımla iyi geçinmek demek sadece ona eziyet etmemek değildir. Bilakis hanımdan gelecek eziyetlere de katlanmak demektir. İyi geçinmek, hanım öfkelenip kendini kaybettiğinde, akıllı olmak, ağır davranmak ve sabretmektir.Bazıları Hz. Peygamberin (s.a.v) ailesi içinde hiç sıkıntı ve problem yaşamadığını düşünebilir. Fakat durum hiç de öyle değildir. Çünkü, Peygamber Efendimizin (s.a.v) pak zevceleri annelerimiz de her zaman sakin, sabırlı, hoşgörülü ve geniş gönüllü değillerdi. İnsanlık icabı bazan fıtratlarında bulunan hislere mağlûp olup farklı hallere girerlerdi. Âlemlere rahmet Efendimiz'e canlarını kurban etmeye hazır olan bu annelerimiz, bazı durumlarda kadınlık hisleriyle hareket eder, bir anda kontrolü elden çıkarır, ona karşı daha sonra kabul etmeyecekleri ve üzülecekleri tavırlara girer,değişik sözler sarfederlerdi. Bunun sebepleri vardı. Önce yüce Allah habibi Hz. Muhammed'in (s.a.v) güzel ahlâkını insanlığa göstermek istiyordu. Bu güzelliğin aile ortamında da görülmesi gerekiyordu. Bu şekilde bütün aile reislerine örnek bir kocanın, hocanın, babanın, dedenin, komşunun ve arkadaşın nasıl olacağı gösterilmiş olacaktı. Bu hikmet ve faydalar için Efendimiz'e (s.a.v) sabır isteyen olaylar yaşatıldı.
Hane-i saadetteki annelerimiz, ellerinde olmadan o cennet gülünü bazan latif dokunuşlarla sallıyor, titretiyor ve bu şekilde onun içindeki gül kokusunun dışa çıkmasına sebep oluyorlardı. Annelerimizin bu rahatlığı Resûlullah Efendimizin (s.a.v) onlara gösterdiği tevazu, yakınlık ve hoşgörüden ileri geliyordu. Çünkü rahmet Peygamberi (s.a.v), karşısındaki insanın seviyesine göre davranıyordu. Herkese anladığı dilden hitap ediyordu. Asla peygamberlik makamının ağırlığı ve ciddiyeti ile etrafındakileri sıkıp bunaltmıyordu. Annelerimizden bazıları Resûl-i Ekrem'e (s.a.v) sabahtan akşama kadar küserdi. Bazan da Efendimiz (s.a.v) onlara küsüp kusurlarını anlamaları için tavır gösterir, süre verir, kendilerinden bir zaman ayrı dururdu. Ama hiçbir defasında elle vurmak, sopa gösterip korkutmak gibi bir tavra girmemiştir. Değil annelerimize, senelerce hizmetiyle şereflenen kimselere bile bir kere elini kaldırmamıştır. Efendimiz (s.a.v) bütün bunları ümmetine örnek olsun diye yapıyordu. Zaten kendisine Allah tarafından verilen birden fazla evlenme izni, ümmetine yuva edebini öğretmesi, aile içinde kalan fakat insanlara lâzım olan güzel sdeplerin annelerimiz tarafından ortaya çıkarılması içindi. Sonra aynı zamanda birden fazla kadınla yuvayı paylaşmak ve her bir kadının fıtratına uygun davranıp hepsini memnun etmek kolay değildir. Bu ancak yüce Allah'ın yardımı ile mümkündür. Bir kadının yükünü çekip onu memnun etmekten âciz kalan günümüzdeki aile reisleri, durumlarına bakıp yüce Peygamberimizin (s.a.v) büyüklüğünü biraz daha anlama imkânı bulmuş olur.
Yüce Allah, bizden uymamızı istediği bütün ahlâkî esasları peygamberleri ve onların izinden giden dostları ile bize göstermiştir. Ailedeki güzel geçim de buna dahildir.Peygamberler ve sâlihler yüce Allah'ın insanlıktan istediği güzel ahlâkı yaşayarak öğretmişlerdir. Bütün müminler onlara bakıp ibret almalıdır. Kötüahlâkımızı ve çevremizden edindiğimiz kusurlarımızı devam ettirmeyeçalışmayalım; şu örneklerden payımıza düşeni almaya bakalım. Bir gün Hz. Ömer'in (r.a) hanımı onun konuşmasına karşılık verdi; bu duruma öfkelenen Hz Ömer, "Sen bana karşılık mı veriyorsun?" dedi. Hz. Ömer'in hanımı "Resûlullah (s.a.v) senden hayırlı olduğu halde, onun hanımları da ona karşılık veriyorlar. Hatta küs durdukları gün bile oluyor" dedi. Bunları işiten Hz. Ömer durumdan ürktü ve, "Eğer kızım Hafsa da Resûlullah'a karşılık verdiyse zarar etti, mahvoldu!" dedi. Sonra kızı Hafsa'ya (r.ah) gelerek, "Kızım Hafsa! Sakın Ebû Bekir'in kızı Âişe'ye bakıp aldanma! Çünkü Resûlullah (s.a.v) onu çok sever" diyerek kızını bu konuda uyardı ve Efendimizi (s.a.v) hiçbir şekilde üzmemesini söyledi. (Buhârî, Nikâh, 84; Mezâlim, 25; Müslim, Talâk, 31, 34; Nesâî, es-Sünenü'l- Kübrâ, İşretü'n-Nisâ, 57; ibn Hibbân, Sahîh, nr. 4187.) Bir gün bir mesele hakkında Hz. Resûlullah (s.a.v) ile Hz. Âişe (r.ah) arasında bir anlaşmazlık oldu. Öyle ki meselenin izahı için Hz. Ebû Bekir'i (r.a) aralarında hakem tayin ettiler. Hz. Ebû Bekir yanlarına gelince Efendimiz (s.a.v) Âişe validemize, "Sen mi önce konuşmak istersin, yoksa ben mi önce konuşayım?" dedi. Hz. Âişe (r.ah), "Önce sen konuş ama sadece doğruyu söyle!" dedi. Bu söz karşısında çok sinirlenen Ebû Bekir (r.a) kendini tutamayarak kızı Âişe'ye öyle bir tokat attı ki Hz. Âişe'nin (r.ah) ağzı kanadı. Âişe validemiz hemen Resûlullah'ın arkasına sığındı. Hz. Ebû Bekir ona dönerek, "Ey nefsinin düşmanı! Resûlullah doğrudan başka bir şey söyler mi?" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v), "Yâ Ebû Bekir! Biz seni bunun için çağırmamıştık!" buyurarak saadetli zevcesini yine korumasına aldı.(Gazâlî, İhya, 2/56; Zebîdî, İthâfü's-Sâde, 6/139) Enes (r.a) demiştir ki: "Resûl-i Ekrem (s.a.v), kadınlara ve çocuklara karşı insanların en merhametlisi idi." Yine bir gün Hz. Ebû Bekir (r.a), Hz. Resûlullah'ın (s.a.v) hane-i saadetine gelmişti. İçeri girmek için kapıyı çaldı, izin istedi. O sırada evin içinden kızı Âi şe'nin (r.ah) sesi geliyordu. Bir durum olmuş, kızı Hz. Peygamber'e yüksek sesle cevap veriyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a) içeri girer girmez tokatlamak için kızını yakaladı. Allah'ın Resulü hemen araya girerek ona mani oldu. Hz. Ebû Bekir öfkeli halde dışarı çıktı. Allah'ın Resulü, Hz. Âişe'ye (r.ah), "Gördün mü seni onun elinden nasıl kurtardım!" dedi. Birkaç gün sonra Ebû Bekir (r.a) tekrar kızının evine geldi, Allah'ın Resulüile kızını barışmış ve muhabbet ederken gördü; onlara,"Beni kavganıza dahil ettiğiniz gibi barış ve muhabbetinize de dahil eder misiniz?" deyince, peygamber Efendimiz (s.a.v), "Evet ederiz, gel" buyurdu.(Ebû Davud, Edeb, 92)Allah'ın Resulü, Hz. Âişe'ye (r.ah),"Ben senin bana kızgın olup olmadığını anlıyorum"dedi. Âişe (r.ah),"Nereden anlıyorsun?" dedi. Resûlullah î(s.a.v),"Benden hoşnut olduğunda, 'Muhammed'in Rabb'ine yemin ederim' diyorsun. Banakızdığında ise, 'İbrahim'in Rabb'ine yemin ederim' diyorsun." Bunun üzerineÂişe (r.a),"Doğru söylüyorsun! Fakat ben adını dilimde anmasam bile kalbimde anarım"karşılığını verdi. (Buhârî, Nikâh, 108, Edeb, 63; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 90) Bu örnekte hem gizli bir aşk hem de büyük bir edep vardır. Âişe annemiz (r.ah)bazı durumlarda fıtratına müdahale edemeyip kızgınlık haline girse de şerefli kalbi Resûl-i Ekrem'e (s.a.v) sevgi ve saygısını hiç kaybetmemiştir. Kızgın iken Efendimiz'in adını anmasa bile dedesi Hz. İbrahim'in (a.s) adını anardı. Başkası aklına gelmezdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v) hanımlarına, "Âişe hakkında beni üzmeyin! Zira Allah'a yemin ederim ki ondan başka hiçbirinizin yatağında bana vahiy gelmemiştir."derdi(Buhârî, Menâkıb, 62; Nesâî, Işretü'n-Nisâ, 3, 36; Ahmed, Müsned, 6/293)
Yüce Allah'ın haklarını en iyi bilen ve en güzel koruyanlar, halkın haklarını da o derece güzel korurlar. Aile reisine düşen görevlerden biri de hanımın hoşuna gidecek işler yapmak, onu sevindirmek, zaman zaman şakalaşmak ve onu rahatlatmaktır.Allah'ın Resulü bir seyahatte bulunuyordu. Yanında annelerimizden Hz. Ümme Seleme(r.ah) ile Hz. Safiyye (r.ah) bulunuyordu. Efendimiz (s.a.v) yolculukta da gecelerini hanımlarının yanında sırasıyla geçiriyordu. Sıranın Hz. Ümmü Seleme (r.ah) validemizde bulunduğu bir akşam vaktiydi. Efendimiz (s.a.v), Ümmü Seleme zannederek Safiyye validemizin (r.ah) devesine yanaşmış, gelmişken biraz eğlenmiş ve kendisiyle bir müddet konuşmuştu. Sonra sıranın onda olmadığını anlayınca, hemen Ümmü Seleme validemizin (r.ah) yanına geldi. Annemiz bu gecikmeden ve o konuşmadan rahatsız oldu. Kadınlık kıskançlığı tuttu ve öfke ile,"Sen ki Allah'ın peygamberisin, benim günümde nasıl o kadınla konuşuyorsun!"diyerek biraz serzenişte bulundu. Allah'ın Resulü, onun bu hızlı çıkışını birderece haklı buldu, kendisini mazur gördü ve sükût buyurdu. Onun bu sükûnet vetevazusunun peşinden Ümmü Seleme validemiz (r.ah) büyük bir üzüntü duydu,söylediklerine pişman oldu, Allah'tan affını istedi ve Efendimiz'e (s.a.v),"Yâ Resûlallah, beni böyle söylemeye kıskançlık sevketti; benim için Allah'tanaf isteyiniz!" (Ibn Sa'd, Tabakat, 8/76 (Beyrut 1997)) diyerek özür diledi.Evet, bazan aile arasındaki sıkıntılı durumlarda gösterilen azıcık sabır, birazhoşgörü ve bir anlık sükût, binlerce kelimeden hayırlı sonuç bir ateş korudur, buna bir de kıskançlık harareti eklenirse kor aleve dönüşür.Alevi sudan başkası söndüremez.
Nefis ateş, kalp su gibidir. Nefis kızınca harareti yükselir; ona kızgın birnefisle karşılık verilince ateşe ateş katılmış olur. Bu durumda iki nefis deazar ve kontrolden çıkar. Bu durumda ateşe biraz daha ateş atılmış, hararetinehararet katılmış olur. Allah korusun, ateş alevlenince nereyi yakacağıbilinmez. Bazan insan pireye kızar yorgani yakar; yorgan yanmış, pire kaçmış, adam ortada kalmış olur. Koca kızıp sesini yükseltince hanım susmayı tercih ederse koca daha fazla alevlenmeden söner. Fakat o da heyecanlanıp sesini yükseltirse bu defa bir adım geri atıp sükûneti tercih etmek kocaya düşer. Eğer koca hepten kontrolü kaybedip sesini yükselterek kadına üstün gelmeye çalışırsa kavga başlamış olur. Böyle bir kavgada sevinecek tek taraf vardır, o da şeytandır.Rahmet Peygamberi (s.a.v) bir gün ashabına, "Size cennetlik kadınların kimler olduğunu haber vereyim mi?" buyurdu. Ashap, "Buyrun, haber verin yâ Resûlallah" dediler. Efendimiz (s.a.v) bu saadeti hak eden kadınları şöyle tanıttı: "Onlar kocalarını çok severler. Onlara çocuk verirler. Bir kızgınlık anında veya kendisine kötü davranıldığmda ya da kocası ona kızdığında elini kocasının elinin üzerine koyar ve ona, 'İşte elim elinde; sen benden razı olmadıkça uyku uyumayacağım' der."(Taberânî, el-Kebîr, 19/140; el-Evsat, nr. 1764; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 4/312; Münzirî, et-Tergîb, nr. 2899)Böyle bir kadın karşısında eriyip yumuşamayacak ve kusurun biraz da kendisinde olduğunu söylemeyecek erkek çok azdır. Kocasına karşı tevazu gösterip sabırla bu formülü uygulayan kadının dünyası da âhireti de cennet olur. Böyle özür dileyen bir kadının özrünü kabul etmeyen ve ona hâlâ sert davranan erkeğin de hesabınıAllah görür.Bazan erkeği idare etmek evin hanımına düşer. En zor anlarda ondaki annelikşefkati ve sabrı yuvayı ayakta tutar. Koca ahlâk olarak çökmüş, maddî olarakiflas etmiş ve her yönüyle yardıma muhtaç hale gelmiş olabilir. Böyle birnoktada müslüman kadına büyük iş düşmektedir. O, iman, sabır ve vefa ile hemyuvasını kurtarabilir hem de bu büyük hizmetiyle cennet kadınları arasında yeralabilir. Tıpkı Hz. Peygamberin (s.a.v) kızı Hz. Zeyneb (r.ah) gibi.Hz. Zeyneb (r.ah), Efendimiz'in Hz. Hatice'den (r.ah) ilk kızıydı.Teyzesinin oğlu Ebü'l-Âs ile evlendirilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v)peygamberliğini ilân edince, kızı Zeyneb (r.ah) müslüman oldu, fakat damadı eskidininde kaldı, müslüman olmaya yanaşmadı. Hanımı Zeyneb (r.ah) ona hak dinianlattı, kabulü için rica ve ısrar etti, ancak fayda vermedi. Medine'ye hicret edildi. Ebü'l-Âs karısı Zeyneb'in hicretine engel oldu, onu Mekke'de tuttu. Hz. Zeyneb (r.ah) iki acıyı birden yaşıyordu. Birincisi, kocası müşrik olarak kalmıştı, ikincisi de babası Hz. Muhammed'den ayrılmış, hicret edememişti. Bu ayrılık ciğerini dağladı. Sabretti; haline rıza gösterdi. Kocasının hidayete gelmesi için dua etti. Hicretin ikinci senesinde Bedir Savaşı oldu. Bu savaşa Ebü'l-Âs da katılmıştı. Müslümanlar onu esir alıp Hz. Peygamber'e (s.a.v) teslim ettiler. Esirler kendilerini serbest bıraktırmak için fidye vermeye razı oldular. Hz. Zeyneb (r.ah) kocasını kurtarmak için fidye olarak bir gerdanlık ile bazı şeyler gönderdi. Bu gerdanlık annesi Hz. Hatice'nin (r.ah) ona düğün hediyesi olarak taktığı kendi gerdanlığı idi. Allah Resulü bu gerdanlığı görünce tanıdı. Hz. Hatice'yi (r.ah) hatırladı, hüzünlendi, ağladı ve sahabelere, "İsterseniz bu esiri vereceği bir söz karşılığı bana bağışlayın, bu gerdanlığı da Zeyneb'e (r.ah) geri verin" teklifinde bulundu. Ashâb-ı kiram, "Baş üstüne" dediler. Ebü'l-Âs'tan Zeyneb'i (r.ah) boşayıp Medine'ye gönderme sözü alındı, gerdanlık geri gönderildi. Hz. Zeyneb (r.ah) anlaşma gereği Medine'ye geldi. Fakat gönlü kocasının hak dine girmesini ve yeniden yuvasına kavuşmasını istiyordu. Sabırla duaya devam etti. Nihayet hicretin yedinci senesinde kocası gönül hoşluğu ile müslüman oldu, Medine'ye geldi, Allah Resûlü'ne müslüman olduğunu bildirdi. Efendimiz (s.a.v) hem müslüman oluşuna hem kızının sevdiği kocası ile yuvasına kavuşmasına sevindi. Böylece bir sabır ve vefa örneği hanımın duası gerçekleşti. Hem kocası hem yuvası kurtuldu. Bu buluşmanın üzerinden bir sene geçti. Hicretin sekizinci senesinde vefa sahibi Hz. Zeyneb (r.ah) vefat edip cennetteki evine taşındı. (bk. Ibn Sa'd, Tabakat, 8/30-36)
Tövbe Etmeyen Terk mi Edilmeli? Günümüzde de buna benzer durumlar yaşanmaktadır. Karı-koca helâl haram düşünmeden bir hayat yaşarken, içlerinden biri tövbe edip helâl ve harama dikkat ederek yaşamaya çalışmaktadır. Bu durumda aile içinde ciddi sorunlaryaşanabilmektedir. Tabii olarak biri diğeriyle çelişmeye ve çatışmaya başlamaktadır. Şeytan bu durumu fitneye alet edebilir. Dikkat edimelidir. Bu sorunların çoğu sabır, iyi niyet, istişare, ikna, samimiyet ve dua ile çözülebilir. Hemen boşanmayı düşünmeye gerek yoktur. Hele yeni tövbe eden bir kocanın eski vaziyete göre yaşayan hanımına kötü kadın gözüyle bakması çok yanlıştır. Çünkü o hayatı beraber paylaşıyorlardı. İlk tercihleri öyleydi. Yanlış da olsa bunu güzel görüyorlardı. Şimdi ise Allah'ın rahmetiyle kalp uyandı, gönül gözü açıldı; haramlar içinde yaşanan aşkın güzel değil, ateş olduğu anlaşıldı. Fakat bunu anlayan tek taraf oldu. Bundan sonra ona düşen iş, Hz. Zeyneb (r.ah) gibi sevdiği hayat arkadaşını güzele, edebe, cennet yoluna çekmek için sabırla çabalamak olmalıdır. Bu da ayrı bir ibadet çeşididir. Bunun için alışkanlığın hemen terk edilemeyeceği bilinmelidir. Konuşarak ikna yoluna gitmelidir. Kalbin yüce Allah'ın elinde olduğuna ve onu istediği yöne çevireceğine inanmalıdır. Bunun için duaya sarılmalı ve sabırla devam etmelidir. Sonuç -inşallah- hayırlı olacaktır.Rahmet Peygamberimiz (s.a.v) mümin bir kadının temel görevlerini ve kocası ile anlaşamadığı zaman yapacağı işi şöyle belirtmiştir: "Allah'a inanan mümin bir kadının, kocasının istemediği kimseyi izin verip evine alması helâl değildir. Yine kocası istemediği halde ondan izinsiz dışarı çıkması, kocası hakkında olumsuz şeyler söyleyen bir kimseye itaat etmesi, kocasının yatağını terketmesi, kocasını dövmesi de helâl değildir. Kadın kocası ile çekiştiğinde kocası kendisine bir taşkınlık ve haksızlık ederse gelip kocasıyla barışsın ve onu razı etmeye çalışsın. Eğer koca onun sözünü kabul eder ve barışırsa ne güzel! Allah bu kadının özrünü kabul eder ve yüzünü ağartır. O gerekeni yapmış olur, kendisine bir günah yazılmaz. Fakat koca razı olmaz ve barışmazsa kadının yapacağı bir şey kalmamıştır; o Allah katında mazurdur; vebal kocaya aittir."(Hâkim, Müstedrek, 2/190; Taberânî, el-Kebîr, 20/62, 106; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 4/313)Aile reisine düşen görevlerden biri de hanımın hoşuna gidecek işler yapmak, onu sevindirmek, zaman zaman kendisiyle şakalaşmak ve onu rahatlatmaktır. Bu onun sıkıntılarını giderir, öfkesini dindirir, üzüntülerini azaltır, yorgunluğunu alır ve kendisine çalışma zevki verir. Rahmet Peygamberimiz de (s.a.v) böyle yapıyordu. O yüksek derecesine rağmen, ev halkının seviyesine inerek kendileriyle şakalaşıyordu. Bunu onlar için bir hak görüyordu. Bunun için tevazu gösteriyor, herkese derece ve seviyesine uygun davranıyordu. Aşk budur, edep bunu istiyor, dinimiz de bize bunu emrediyor. Sert, kaba ve asık suratlı insanı ne halk sever ne de Cenâb-ı Hak sever.
Ciddiyet Nezaket Eğlenme
Allah Resulü, yüce Rabb'ine ibadet için hazırlandığı zaman ayrı bir edep, ciddiyet ve tevazuya bürünürdü. Savaşlarda ashabının önünde ayrı bir heybet içinde endişesiz, korkusuz bir kahramanlık sergilerdi. Evinde hanımları ile birlikte olunca ise neşeli haline döner, tebessüm eder,rahat olur, herkesi rahatlatır, halktan biri gibi sade, sakin ve sıcak olurdu.Çocuklara karşı davranışı daha başkaydı. Onların diliyle konuşurdu. arasındaki yaş ve davranış mesafesini rahatça kaldırırdı. O çocukların gönlüne girmeyi başarırdı. Çocukların elinden tutar gezdirir, kucağına alır öper, omzuna kaldırıp taşırdı. Bazan da diz çöker, onları sırtına alır, elleri ve dizleri üzerinde yürüyerek evin içinde dolaştırırdı. Arada bir de tebessüm ederek, "Bineğiniz ne güzel değil mi?" diyerek gönüllerini okşardı. Bütün bunlar ondaki yüksek ahlâktan kaynaklanıyordu. Hak dostları şu ölçüyü tesbit etmişlerdir: Kim yüce Allah'a ne kadar yakınsa,halka da o dereceyakın olur. Yüce Allah'ın haklarını en iyi bilen ve en güzel koruyanlar, halkın haklarını da o derece güzel korurlar. Bu bir inceliktir. Sevgi ahlâkıdır. Kalpteki Allah sevgisinin varlıklara yansımasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın âşıkları halkı sevmekten ve onlara hizmetten zevk alırlar. Bir gönül yapmak Kabe'yi yeniden yapmak gibi sevaptır. Hoş edilen gönül, annenin, babanın, hanımın ve yavrunun gönlü olunca sevabı daha çok olur; çünkü birinci hak onlarındır. Elinde sevgi sermayesi olan kimse, bunu önce en yakınlarına harcamalıdır. Efendimiz (s.a.v), 'Yapacağınız bir hayra önce en yakınlarınızdan başlayın" buyurmuştur.(Nesâî, Zekât, 51; İbn Hibbân Sahîh, nr. 3341; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 8/345) İyilik, ikram ve hediye deyince hemen akla para ve mal gelmesin. Bunların dışında bir insanı zengin ve memnun edecek nice şeyler vardır. Asıl zenginlik gönül zenginliğidir. İnsanın gönlünde saklı öyle hazineler vardır ki onlar verdikçe çoğalır; sakladıkça kalbi sıkar, cimrilik yaptıkça gönlü daraltır. Bu hazinelerin başında sevgi gelir. İşte bir kocanın hanımına, bir dostun arkadaşına malın dışında yapabileceği ikram ve iyilik çeşitleri: Gönlü rahatlatacak bir tebessüm. Kalbe kuvvet verecek tatlı bir söz. Hizmete hizmet katacak ve morali düzeltecek bir takdir. Neşeyi yerine getirecek bir şaka. Nefsin bunalımını hafifletecek bir övgü. Kızgınlığı söndürecek bir hoşgörü, iç sıkıntısını giderecek bir teselli. Sevildiğini hissettirecek bir buse. Hoşa gidecek güzel bir davranış. Allah'ın rahmetini çekecek bir hayır dua. Günahları dökecek bir göz yaşı ve istiğfar. İncitmeden verilecek bir gül. Kimseyi sevmeyen ve kimse tarafından sevilmeyen bir mümin olamaz. Bu hal imana ters bir şeydir. Bu, derin bir hastalıktır. Doktoru bulunup ilâcı içilmezse, zararı imana dokunur. Efendimiz (s.a.v), "Kimseyi sevmeyen insanda hayır yoktur" uyarısında bulunmuştur. Sevgisiz insan âşıkların gözünde ölüdür.
Mutluluk, denge ve düzen içinde yaşamaktır. Dengeli insan, ruhu ihtiyaçlarını görür. Birini memnun edip diğerini ihmal etmek huzuru bozar. İnsan ibadet, iş, ilim, bilim, sanat, Allah yolunda hizmet gibi uğraşıları nasıl gerekli görüyorsa helâl dairede eğlenmeyi de hayatın bir parçası görmelidir. Aile reisi, bu konuda sadece kendisinin değil hanım ve çocuklarının da ihtiyacını imkânı ölçüsünde gidermelidir. Âlemlere rahmet Efendimiz (s.a.v), bazan ailesini neşelendirecek işlerle onların gönlünü alır, sıkıntılarını giderirdi. Bir defasında Resûlullah (s.a.v) hanımı Hz. Âişe (r.ah) ile koşu yarışı yaptılar. Yarışı Hz. Âişe (r.ah) kazandı. İkinci yarışmalarında Hz. Âişe (r.ah) biraz kilo aldığı için yarışı kaybetti. Hedefe vardıklarında Hz. Peygamber (s.a.v), "Sen şişmanlık sebebiyle kesildin. Birinci yarışı sen, bunu da ben kazandım; bu onun karşılığı oldu" buyurdu.(Ebû Davud, Cihâd, 61; ibn Mâce, Nikâh, 5; Ahmed, Müsned, 6/39, 264)Âişe (r.ah) validemiz anlatıyor: "Aşure gününde Habeşliler ile bir grup insanın seslerini duydum. Kendi aralarında oynuyorlardı. Bu durumdan hoşlandığımı anlayan Resûl-i Ekrem (s.a.v),"Oyunlarını görmek ister misin?" dedi. Ben de, "Evet" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), onlara haber yolladı, onlar da benim bulunduğum yere geldiler. Resûlullah (s.a.v) kapının arasında durdu, elini kapının önüne koydu, bir elini de arkaya uzattı. Ben de çenemi onun mübarek elinin üzerine koydum. Onlar oynuyor ben de böylece seyrediyordum. Resûl-i Ekrem (s.a.v) iki veya üç kere bana,"bu kadar yeter mi?" diye sordu. Ben de, "Biraz daha seyredeyim" dedim. Biraz sonra Hz. Peygamber (s.a.v) bana yine aynı şekilde sordu. Ben, "Evet, yeter" dedim. O zaman Allah Resulü oynayanlara işaret buyurdu, onlar da dağıldılar. (Buhârî, Nikâh, 114; Müslim, Salâtü'l-îdeyn, 18) Allah'ın Resulü şöyle buyurmuştur:"Müminlerin iman yönünden en kâmili, ahlâkı en güzel olanı ve aile fertlerine karşı en merhametli davrananıdır."(Ebû Davud, Sünnet, 15; Tirmizî, Radâ', 11; Nesâî, işre-tü'n-Nisâ, 66)Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur: "Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı davrananınızdır. Aranızda kendi ailesine karşı en hayırlı davranan benim. Eşiniz vefat ettiği zaman onu hayırla anın."(Tirmizî, Menâkıb, 64, ibn Mâce, Nikâh, 50; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 4/303; Hatîb Tebrîzî, Mişkât, nr. 2352)Lokman Hekim demiştir ki: "Akıllı kimse, halkın içine çıkınca ciddi tavır alır, evine gelince ise çocuklarına karşı onların seviyesinde davranır."
Allah'ın Resulü ashabını evliliğe teşvik ederken önce genç ve bakire kızları tercih etmelerini tavsiye etmiş, sebebini de, "Kendisiyle oynayıp şakalaşırdın" diye açıklamıştır. (Buhârî, Nikâh, 122; Müslim, Radâ', 57) 43 Bir erkeğin en güzel oyunu eşi ile yaptığı latifeler ve onun gönlünü alıcı hareketlerdir. Aynı şekilde baba, çocuklarına karşı da neşeli olmalı, onların seviyesine inmeyi başarmalı, buna alışmalıdır. İnsan velî, vali, sultan, sûfî kim olursa olsun, evine girince dışarıdaki ciddiyetini bırakmalı, hanımının ve çocuklarının tabiatına uygun söz, şaka, nükte, oyun türü şeylerle onları neşelendirmelidir. Baba bunu beceremezse, onların bu ihtiyaçlarını başkaları ile gidereceklerini bilmelidir. Bu arada harama düşerlerse, sebebi şu asık suratlı babadır.Sert, kaba ve asık suratlı insanı ne halk sever ne de Cenâb-ı Hak sever. Allah Resulü dili ve haliyle etrafına eziyet veren, geçimsiz, huysuz, kaba, katı yürekli, acı sözlü, sert yüzlü kimselerin cehennemlik olduğunu haber vermiştir. (Buhârî, Edeb, 6; Eymân, 9; Müslim, Cennet, 46; Tirmizî, Cehennem, 13; ibn Mâce, Zühd, 4; Ahmed, Müsned, 2/169)Allah korusun, böyle bir hal insanlığın iflasıdır. Hele bir de bu tür davranışları müslümanlık, hocalık veya sûfîlik adına yapmak tam bir cinayettir. Düşmanına rahmet istemesi gereken bir mümin, ailesine ve en yakın dostlarına nasıl zahmet olup durur. Bu huyu tedavi ettirmelidir. Manevî kalp doktorlarına gidip kalbi yumuşatacak, dili terbiye edecek ilâçları içmelidir. Her kötü halin bir tövbesi ve tedavisi vardır. Yeter ki ölmeden önce ilâç içilsin.Erkeğin dikkat etmesi ve uyması gereken edeplerden bir tanesi de, kadına şaka yapmakta, isteklerine uymakta ve ona karşı davranışlarında, kadının ahlâkını bozacak, onun yanındaki vakarını, itibarını düşürecek kadar ileri gitmemesi gerektiğidir.Orta yolu seçmeli ve ona göre hareket etmelidir. Kadında hoş olmayan bir şey gördüğünde, razı olmadığını göstermeli, yaptığı yanlışa göz yummamalı ve müsaade etmemelidir. Hasan-ı Basrî (rah), "Allah'a yemin ederim ki, zamanımızda hanımının keyfine tâbi olan kimseleri, yüce Allah mutlaka yüz üstü cehenneme atar" demiştir. Kısaca, yer ve gök adaletle ayakta durur. Adalet terkedilince her şey altüst olur. O halde gerek kadınların arzularını yerine getirmede gerekse geri çevirmede orta yolu tutmalı, lâzım olanı yapmalı ve böylece yuvayı selâmetle yürütmelidir. Resûl-i Ekrem (s.a.v) idare ve işini bütünüyle kadına bırakan bir toplum asla felah bulmaz."(Buhârî, Megâzî, 81; Tirmizî, Fiten, 75; Nesâî, Âdâbü'l-Kudât, 8; Taberânî, el-Evsat, nr. 4052; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, nr. 9060.)Kısaca kadınların hem sabır isteyen ahlâkları hem de zaafları vardır. Kötü yönlerini ve ahlâklarını idare etmek için siyaset ve sertlik, zaaflarını idare etmek için de merhamet ve yumuşaklık lâzımdır. Bu konuda mahir bir doktor gibi davranmalıdır. Ehil doktor hastalık nisbetinde ilâcının dozunu ayarlar.
Temkinli Kıskançlık
Erkeğe düşen vazifelerden biri de hanımını korumada ve kıskançlıkta haddi aşıp yersiz şüphelere ve boş kuruntulara düşmemesidir. Bu işte de orta yolu bulmalı, dinimizin ölçülerini esas almalıdır. Dinimizin, bir insanı tanıma ve hakkında hüküm vermede bize öğrettiği ölçü şudur: Hiç kimse hakkında zan, tahmin, hayal, rüya ve ke şif ile hüküm verilmez. Bir iş, güneş gibi açık olmadıkça, hakkında hüküm vermede acele edilmez, ihtimal dahilinde olan bir şey, olmamışsa "oldu" denmez. Olumsuz bir durumda iş, olduğundan fazla abartılmadan, fitne yapılmadan incelenir. Özellikle küfür ve namusla ilgili suçlamalarda çok dikkatli olmalıdır. Bir mümine küfre girdi veya namusunu kirletti demek için, yapılan iş, aksine hiçbir ihtimal kalmayacak şekilde açık ve kesin olmalıdır. Yoksa iftira olur. Küfür hükmü kâfir diyene döner. Bu kimse ayrıca adalet vasfını ve şahitlik ehliyetini kaybeder. Tövbe etse de ölene kadar yalancı lekesi ile gezer. Kadında açıkça görülen kusurlara ve devam eden kötü hareketlere göz yummamalı, onu anlayacağı bir dille uyarıp, doğruyu söyleyerek düzelmesi için kendisine yardımcı olmalıdır. Bu, sevginin gereği, vefanın icabı ve arkadaşlığın hakkıdır. Bunun yanında kadın hakkında kötü düşün-Icelere ve yanlış kanaatlere götürecek derecede vesveselere kapılmamalıdır. Onun gizli yönlerini araştırmamalıdır. Her şeyi iğneden ipliğe incelemeye gerek yoktur. Bir kimsenin görünen hal vehareketlerine göre hüküm vermek yeterlidir. Bunun için Allah'ın Resulü, hainlik yapıyor zannı ile kadınların hatalarını araştırmayı yasaklamıştır.(Müslim, İmâre, 184; Ahmed, Müsned, 3/302; Taberânî, el-Evsat, nr.1854) Erkek hanımına güvenmelidir. Kadın bu güveni açıkça zedeleyecek bir hale girmiyorsa endişe etmeye gerek yoktur. Dinimiz zahire bakar. İhtimale değil, ortada olan işe göre hüküm verilir. Herkesin kalbini ve niyetini ancak Allah bilir. Bazıları ailesi hakkında şüphe hastalığına yakalanır. Kendince olmadık şeyleri hayal eder, gördüğü kötü rüyalardan bile etkilenip hanımını veya kızını takibe alır. İşe gidiyor gibi yapıp evin etrafını kontrol eder,hatta aniden eve girip bir şeyi unutmuş gibi yaparak kanepe altlarına varanakadar her yeri teftiş eder. Hiçbir şeyden habersiz olan kadın da, "Bu adam ne yapıyor, ne arıyor?" diye şaşırır kalır. Bütün bunlar yanlıştır. Böyle bir sorunu olan kocaya şahit oldum. Adam hanımının bakışlarına varana kadar her hareketinden olumsuz bir mâna çıkardığını, kendisinden hep şüphelendiğini, başka bir erkeği sevdiğini zannettiğini söylüyordu. Bundan dolayı onu sıkı bir takibe almıştı. İçine düştüğü durumu hanımına açıkça söylemekten çekiniyordu. Fiilî olarak hiçbir olumsuz şeye de rastlamamıştı. Gördüğü kötü rüyaları bile tahminine delil olarak kullanıyordu. Adam, düşüncelerini haklı çıkaracak hiçbir şey bulamadığını fakat çok bunaldığını söylüyor, eğer bu bir vesvese ise nasıl kurtulacağını soruyordu.Bunun boş bir vesvese ve şeytanın oyunu olduğu kesindir. Yuvanın huzurunu bozmakisteyen insan şeytanları da kocayı bu tür şüphe ve fitneye düşürebilir. Uyanık olmalı ve ölçüyü korumalıdır. Ölçü, duyduğuna göre değil, gördüğüne göre hüküm vermektir. Bir kadın Allah'a ve âhirete iman ediyor, beş vakit namazını kılıyor ve örtüsünü koruyorsa, görünürde itaat içinde ise, helâl ve haramın ne olduğunu bilip haramlardan kaçıyorsa, erkeğine baş kaldırmıyor ve onun hak olan bütün arzularını îçinden geldiği kadar yerine getiriyorsa, bu kadın İçin şüpheye düşmeye hiç gerek yoktur. Kadın hiç günah işlemeyecek, kusur yapmayacak demek doğru değildir. Bir iki kusurlu davraışından dolayı hemen hanımını veya kızını suçlamaya gerek yoktur.
Kadın veya erkeğin aklından kötü bir işi yapmak geçebilir. Kötü bir iş dille söylenmez veya bizzat işlenmezse bir günah yazılmaz. Hatta içinden geçen kötü hislere ve vesveseye uymadığı için sevabı bile vardır. Kimseyi tahmin ile mahkûm edemeyiz. Kimsenin aklından geçeni bilmek ve ona göre tavır almak gibi bir görevimiz yoktur. Hiç kimse hakkında onun görünen bir kusurundan başka kusurunun olduğunu söyleme hakkımız yoktur. Görmediğimiz kusuru söylemek değil, düşünmek bile yanlıştır,vebaldir. Bu, kötü zanna girer; dinimizde kötü zan yasaklanmıştır.Konumuzu ilgilendiren ve tehlikeli olan durum, kadının kocasından nefret ederek yüz çevirmesi, başka bir erkeği sevmesi, ona ulaşmak gizli yollar araması, edebe dikkat etmemesi, -Allah korusun- sonu zinaya gidecek iş ve davranışlardan hiç çekinmemesi ve bu tavrında ısrar etmesidir. İşte böyle bir kadın hakkında şüphelenip onu kontrol ve takibe almak, tehlikeye düşmeden uyandırmak, caydırmak ve kurtarmak erkeğin hakkıdır, vazifesidir. Bu tedavide korkutma, yatağını ayırma ve gerekirse sert davranma izni de vardır. Bütün bu takip ve tedbirler kadının büyük günaha düşmemesi içindir. Allahkorusun, bir kadının zina gibi büyük bir günahı i şlediği kesin tesbit; ve ispat edilirse, bakire ve evli oluşuna göre zina cezası vardır. Bu konuda fıkıh kitaplarına göre hüküm verilir. Bu cezayı şahıslar değil, yetkili makamlar verir. Böyle bir makam yoksa kocanın yapabileceği tek şey bu çirkin işi yapan kadını boşamaktır.Herkes için emniyetli olan dinimizin öğrettiği edebe uymaktır. Edep, her konuda helâle harama dikkat etmektir. Kadın, kendi başına buyruk yaşamamalı, evin dışına kocasından izinsiz çıkmamalı, izinle çıktığı zaman da örtüsüne, edebine, hareket ve konuşmalarına dikkat etmelidir.Hz. Âişe (r.ah) validemiz anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) bir gece yanımdan çıktı. Diğer hanımlarının yanına gitti zannederek bende bir gayret ve kıskançlık oluştu. Halim değişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v) yanıma dönünce bendeki değişikliği ve heyecanı görünce, "Neyin var ey Âişe, yoksa kıskandın mı?" dedi. Ben de, "Benim gibi güzel bir kadın senin gibi birini tabii ki kıskanır!" dedim. O zaman Resûlullah (s.a.v), "Anlaşılan sana şeytanın gelmiş"dedi. Ben, "Ey Allah'ın Resulü, benimle birlikte şeytan var mıdır? diye sordum, Hz. Peygamber (s.a.v), "Evet, vardır"buyurdu. Ben, "Her insanla birlikte bir şeytan bulunur mu?" dedim, Resûlullah (s.a.v), "Evet, bulunur" buyurdu. Ben, "Peki senin de yanında şeytan bulunur mu?" diye sordum, Resûl-i Ekrem (s.a.v), "Evet, bulunur, fakat Allah bana yardım etti, Şeytan bana teslim oldu"buyurdu.(Müslim, Kıyamet, 70; Ahmed, Müsned, 6/115; Hâkim, Müstedrek, 1/228-229; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 2/116.)Irz ve namus, iman gibi değerlidir. Onlar bir erkeğe verilmiş en büyük, en kutsal emanetlerdir. Onları korumak için gerekirse can verilir. Bu bir mertlikve şehidliktir. Edep Peygamberimiz (s.a.v), yüce Allah'ın kıyamet günü şu üç kimseye rahmet nazarı ile bakmayacağını ve onları cennete koymayacağını haber vermiştir:1. Anne babasına haksız yere isyan eden ve onların hakkını çiğneyen kimse.2. Hanımını yabancılardan kıskanmayan (onun haram iş ve ilişkilerinden zevk alan) erkek (deyyus).3. (Kılık, kıyafet, hal ve hareketleri ile) erkeklere benzemeye çalışan kadın. (Nesâî, Zekât, 69; Ahmed, Müsned, 2/134; Ebû Ya'lâ, Müsned, nr. 5556)Bu kimseler tövbe etmeden ölürlerse sonuç budur. Ancak kul kusurunu anlar ve tövbe ederse rahmete ve cennete yönelmiş olur.Meşru olan kıskançlık, kendisine ait özel ve mahrem bir şeyi koruma altına almak ve onu kimse ile paylaşmamaktır. Ailede kıskançlık, kendisine emanet edilen bir kadını gereği gibi muhafaza etme gayretidir. Kıskançlık harama giden yolu tıkamaktır. Kadını ateşe düşmekten korumaktır. Nefsi, edep ve emniyet dairesinde tutmaktır. Namusa gelecek tehlikeyi sezmek ve önceden tedbir almaktır. Kıskançlık, nikâhında ve sorumluğunda olan bir kadının şerefini zedeleyecek, namusunu kirletecek, edebini zayi edecek ve kendisini utandıracak hallerden onu korumaktır. Kısaca kadını haramdan, haramı kadından uzak tutmaktır. Buna gayret de denir. Kıskançlık yeri gelince farzdır. Kıskançlık yerinde, gereğinde ve ayarında olursa, tehlikelere karşı emniyet olur. Kadın, kendisini koruyan ve kıskanan kocasını takdir eder, ona güvenir. Sebepsiz, gereksiz, delilsiz ve boş vesveseden kaynaklanan kıskançlık ise âfet olur; kadını erkeğinden soğutur, yuvanın tadını bozar. Buna dikkat etmelidir.
Kıskançlık hem kadında hem kocada olur. Daha çok kocadan beklenir; çünkü evin, yuvanın, namusun ve malın sorumlu bekçisi odur. Kadınını kıskanmamak, onun namusunu korumamak, kendisini haram işlerden sakındırmamak haramdır. Kadının kocasından başka birine bu imkânı vermesi de haramdır. Mümin kadın, hanım sıfatıyla ancak kocasına aittir. Diğer kimseler onu ancak bir anne, bacı, teyze, hala veya mümin kardeşi olarak sevebilir. Bunun da hukuku ve edepleri vardır. Kıskançlık, edebince olmalıdır. Kadını kıskanma iki türlü olur. Biri ciddi ve haklı bir sebebe dayanır. Diğeri ise ortada hiçbir sebep, alâmet ve işaret yokken bir vehme kapılıp kıskançlık göstermektir. Allah'ın Resulü bu konuda şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah'ın sevdiği kıskançlık bir şüphe üzerine olan kıskançlıktır; nefret ettiği kıskançlık ise herhangi bir şüphe olmadığı halde kişinin ev halkını kıskanmasıdır."(Ebû Davud, Zekât, 66; Nesâî, Cihâd, 114; ibn Mâce, Nikâh, 56; Ahmed, Müsned, 5/445.) Çünkü bu kıskançlık insanı Kur'an'da yasaklanan kötü zanna sevkeder; halbuki zannın bir kısmı günahtır. Hz. Ali (r.a) şöyle diyor: "Ailene karşı aşırı derecede kıskanç olma; sonra bundan dolayı onu kötü işler yapmakla suçlarsın." Yerinde olan kıskançlık ise gereklidir. Bu ayrıca övülmüş bir tavırdır, iffetli ve namusunu seven erkek haklı olarak kıskançlık göstermelidir.Yüce Allah'ın kıskançlığı, kulunu haramdan sakındırmasıdır. Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah kıskanır. Mümin kul da kıskanır. Yüce Allah kulun haram kılınan bir şeyi işlemesini kıskanır (onu bundan sakındırır). Bunun için gizli-açık bütün kötü işleri yasaklayıp haram kılmıştır."(Buhârî, Nikâh, 107; Müslim, Tevbe, 36; Tirmizî, Radâ', 14; Ahmed, Müsned, 2/342.) Resûlullah (s.a.v) konuyla ilgili bir hadisinde şöyle buyurur: "Muhakkak ki yüce Allah bazı kıskançlıkları sever, bazı kıskançlıklara da buğzeder. Aynı şekilde bazı gurur ve kibri sever, bazılarına ise buğzeder. Sevdiği kıskançlık, kocanın bir şüphe neticesinde hanımını kıskanmasıdır. Sevmediği kıskançlık ise ortada herhangi bir şüphe ve leke olmadığı halde kocanın ailesini kıskanmasıdır. Yüce Allah'ın sevdiği gurur ve kibir, kişinin düşmanla karşılaştığında ve bir sıkıntı ile karşı karşıya geldiğinde onurlu davranıp yiğitlik göstermesidir. Buğzettiği gurur ve kibir ise, bâtıl ve boş bir işte kendini beğenip kibirlenmesidir."(Ebû Davud, Cihâd, 104; Nesâî, Zekât, 66. 52 Begavî, Şerhu's-Sünne, 5/194, Beyrut 2003 (2366 nolu-hadisin şerhinde))Kadının hiçbir gerek yokken yabancı erkeklerin yanına girmesine ve sokaklarda gezmesine! izin vermemelidir. Hz. Ali (r.a) bir hutbesinde şöyle demiştir: "Bana gelen habere göre kadınlarınız çarşılarda erkeklerle omuz omuza gidiyormuş. Onları hiç kıskanmıyor musunuz? Dikkat edin, kadınını kısmayan kimsede hayır yoktur." Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle anlatmıştır:"Isrâ gecesinde (mi'raca çıkartıldığımda) cennette bir köşk gördüm. Köşkün yanında bir kadın abdest alıyordu. 'Bu köşk kimin?' diye 'Ömer'indir' denildi. O köşkü gezmek istedim, fakat Ömer 'in kıskançlığını hatırladığım için vazgeçtim." Resûlullah'ın (s.a.v) bu sözlerini işiten Ömer (r.a) ağlamaya başladı ve, "Size karşı da mı kıskançlık duyacağım, ey Allah'ın Resulü!" dedi."(Buhârî, Bed'ü'l-Halk, 8, Nikâh, 108; İbn Mâce, Mukaddime, 11; ibn Hacer, Fethu'l-Bârî, 10/400-401.)
Eşler arasında bir nefret, anlaşmazlık ve geçimsizlik olur da meseleyi kendi aralarında çözemezlerse yapılacak iş şudur: Eğer geçimsizlik her iki taraftan veya erkekten kaynaklanıyorsa –kadının erkeğe gücü yetmeyeceği için- her ikisinin aile efradından birer hakem seçilir. Hakemler her iki tarafı bir mecliste dinleyerek, önce sorunu bulmaya, sonra onu giderip iki tarafı barıştırmaya çalışırlar. Bu konuda yüce Allah şu yolu gösteriyor: "Eğer hakemler gerçekten barıştırmayı (eşler de barışmayı) isterlerse Allah bu işte onları muvaffak eder." (Nisa 35)Bir gün Hz. Ömer (r.a), aralarında geçimsizlik olan bir karı-kocanm aralarını bulması için bir hakem tayin etti ve onların yanına gönderdi. Tayin ettiği hakem Hz. Ömer'in (r.a) yanına gelerek, aralarını bulamadığını söyledi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a), adamı azarladı ve şöyle dedi: "Yüce Allah kitabında, ‘Eğer hakemler gerçekten barıştırmayı (eşler de barışmayı) isterlerse Allah bu işte onları muvaffak eder' buyuruyor; çabuk git ve onların arasını bul, gel!" dedi. Bunun üzerine adam geri döndü, niyetini güzelleştirdi, onlara güzel davrandı ve aralarını düzelterek geri döndü. Eğer geçimsizlik kadından kaynaklanıyorsa -erkekler kadınlar üzerinde velayet sahibi oldukları için- erkek kadına fiilen engel olur, icap ederse usulünce uyarır ve onu itaate zorlayabilir. Aynı şekilde kadın farz ibadetleri terkediyor ve haramları işliyorsa koca onu önce Allah rızâsı için bilgilendirir, uyarır ve sakındırır. Kadın isyanda ısrar ediyorsa erkek usulünce onun, kötü işlerine fiilen engel olur. Ancak her şeyde olduğu gibi, kadını terbiyede de sıra gözetilmelidir. Önce güzel bir şekilde nasihat edilmeli, tavsiyelerde bulunulmalı, her türlü kötü hallerden çekindirmeli ve korkutmalıdır. Şayet kadın yapılan bu tavsiyelere aldırış etmiyor, kendine çeki düzen vermiyorsa, onu yatakta yalnız bırakmalı, kendisine sırtını dönmelidir. Bu tepkiye karşılık verip kendini düzeltmiyorsa, aynı odada olmak üzere yatağını bir günden üç güne kadar ayırmalıdır. Yapılan bütün bu ikazlara rağmen kötü huylarını terketmiyorsa, bu takdirde doğruyu anlaması için gerekli yöntemleri uygulamalıdır. Adamın biri Resûl-i Ekrem'e (s.a.v) gelerek, "Kadının kocası üzerindeki hakkı nedir?" diye sorunca Efendimiz (s.a.v) şöyle buyur "Kendisi gibi onun da yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını giderir. Ona lanet okumaz, halkın için de rezil etmez. Onu dövmez, ancak zaruret hâsılolursa fazla incitmeden dövebilir. Küstüğünde evi terkedip gitmez, gerekirse evinin içinde kalarakküser."(Ebû Davud, Nikâh, 41-42; Nesâî, es-Sünenü'l-Kübrâ, nr. 9171; ibn Mâce, Nikâh, 3; Taberânî, el-Kebîr, 19/424,428.) Sâlihlerden birinin hanımıyla arası açıktı. Kadında sevmediği haller vardı, düzelmiyordu. Bu da onu üzüyordu. Tanıdıkları kendisine, kadının durumunu sorduklarında, "Bir erkeğe nikâhı altındaki hanımı hakkında hayırdan başka bir şey söylemesi uygun değildir" diyerek, aile sırrını kimseye açmıyordu. Sonunda bu kadını boşadı. Ona, niçin boşadığı sorulduğunda, şu cevabı verdi: "O benden ayrılmış bir kadındır; benim nikâhım ve sorumluluğum altında değildir.Bu durumda olan biri hakkında ben nasıl bir şey söylerim!"Büyük velî İmam Sühreverdî (k.s), bu zattaki ahlâkı şöyle özetler: "İşte bu ahlâk, kullarının kötülüklerini örtüp iyi hallerini gösteren yüce Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır."(Sühreverdî, Avârif, s. 439)
Kocanın Vazifeleri
Dinimizde yuvanın reisi ve sorumlusu erkektir. Sevk ve idare ondadır. Erkek hakka uyduğu, hayırlı ve doğru olanı istediği sürece kadının kocasına itaat etmesi farzdır.Burada itaat edilen koca değil, onun temsil ettiği makamdır. Aile reisliği yüce Allah'ın erkeğe yüklediği bir görevdir. Bu reis, yüce Allah'ın ailedeki halifesi ve görevlisidir. Koca aile içinde hak dinin bekçisi, ilâhî emirlerin takipçisive güzel ahlâkın temsilcisidir. O yuva içinde emredilen farzları yapmak ve haramlardan kaçmakla yükümlüdür. Aile fertlerinin geçim, bakım, terbiye ve heplerinden sorumludur. Onu teftiş eden ve hesabını görecek olan yüce Allah'tır. Koca, hanımına haram bir işi emretme hakkına sahip değildir; emrederse sözü dinlenmez. Hanımdan istenen şeyler dinimizin emirleri ise ona itaat Allah'a itaat olur. İtiraz ise hakka karşı gelmektir; bunun Dinimizde iki kişi bir yola çıksa, birinin sorumlu/başkan olması gerekir. Diğeri ona tâbi olur. Yolun düzeni ve selâmeti ancak buna bağlıdır. Yuva da böyledir ve ondaki sorumluluk dahaönemlidir. Yuva, senelerce, ölüme kadar sürenbir beraberlik ve yolculuktur. İşin bir de âhireti vardır. Bu yolun sonu cennettir. İşte dinimize göre aile kurumu, cennete gitmek için yola çıkmış bir kocanın ve hanımının Allah için sözleşmesidir. Onları cennete çağıran ve içindeki ebedî saadeti vaad eden âlemlerin sahibi yüce Allah'tır. Kim O'nun çağrısına uyarsa -inşallah- cennete girer. O'nun çağrısı dindir. Çağıran Hz. Muhammed'dir (s.a.v). Bu çağrı bize kadar gelmiştir. Cenneti arzulayan ve Allah'ın cemâlini görme hasretiyle yanan bir kadın ve erkek için eri önemli iş, gönül hoşluğu ile yüce Rabb'inin davetine ve davetçisine uymaktır. Koca bu yolda bir vasıtadır. Bir kadın yüceAllah'a itaatini kocası üzerinde görür ve gösterir. Koca da böyledir. Onun da edep aynası ailedir. Bu duruma rahmet Peygamberim (s.a.v) şöyle dikkat çekmiştir: "Bir kadın kocasına ait bütün hakları yerine getirmedikçe Allah'ın haklarını yerine getirmiş olımaz.(Bezzâr, Müsned, nr. 1472; Taberânî, el-Kebîr, nr. 5084; Heysemî, Mecmau'z- Zevâid, 4/308)
Erkek de kadın da kuldur. Kulun kula hükmü ve hâkimiyeti olmaz. Aslında hiçbir kul, kendiliğinden itaati hak etmez. Bir peygamberin bile kendinden kaynaklanan bir yetkisi, etkisi ve insanları bağlayıcılığı yoktur. Onu âlemlerin Rabbi yüce Allah seçer, sever, insanların önüne kendi yolunda rehber yapar ve kullara da, "Buna itaat edin" emrini verir; işte o zaman o şahsa itaat etmek her kula farz olur. Bu durumda peygambere itaat yüce Allah'a itaattir. Aynen bunun gibi, bir koca da kendi başına itaati hak etmez. Ancak getirildiği makam ve üstlendiği görevi icabı itaat gerekli olur; çünkü Allah onu bir ailenin reisi yapmıştır. Kendisini bu işe göre yaratmıştır. Bu yaratılış kabiliyetine göre ona görev ve yetki vermiştir. Bu görev aile fertlerini koruma, terbiye etme, ihtiyaçlarını giderme ve onları hak üzere yönetmedir. Ailenin varlık sebebi, keyif ve eğlence değil, ilâhî emanetleri taşımaktır. Bu emanet güzel kullukla hak dini yaşamak ve temsil etmektir. Bu temsilde reis olan baba, yüce Allah'a karşı sorumludur. Baba yuvayı edep ve adalet üzere yönetmekten sorumludur. Kendisine ve ailesine, Allah'ın hükmüne göre güzel olan şeyleri emreder, kötü olan şeyleri yasak eder. Kendisi bu hükümleri gücü nisbetinde uygular, diğerlerine örnek olur. Ailede kadın, haddi aşıp haramlara bulaşınca ailenin reisi seyirci kalamaz. Görevi ve şefkati gereği onu düzeltmeye çalışır. Bu düzeltmeyi yaparken nazın ve sözün fayda vermediği yerde tepki ve tedavi değişir. Bir kadının, kendisine Allah'ın hükmünü söyleyen kocasına itaat etme görevi vardır. Bu itaat görünüşte kocaya, aslında Cenâb-ı Hakk'adır; çünkü kocanın ondan istediği her şeyi yüce Allah istemektedir. Koca, baba sıfatıyla da çocuklarına karşı aynı görevdedir. Koca gibi, hakkı tebliğ eden hoca, âlim ve mürşidler de hak adına itaati hak eder. Hakkı ve adaleti ayakta tutan idareciler de böyledir. Halk arasında güzel bir tabir vardır: "Hak karşısında boynum kıldan incedir."Yiğitlik, tevazu gösterip hakka boyun eğmektir.Eğer evin reisi olan erkek kötü işleri emrediyorsa, ailesi ona itaat etmez. Çünkü bu reis adaleti çiğnemiş, görevini kötüye kullanmış ve bundan dolayı itaat edilme hakkını kaybetmiştir. Allah'a isyanda hiçbir kula itaat edilmez. Bu durumda kadının değil, kocanın uyarılması ve ıslah edilmesi gerekir.
Hanımın Vazifeleri
Bir kadın yuvaya girmeden önce, ailesi tarafından yuvaya hazırlanmalıdır. Kadına lâzım olacak işler, sanatlar, hizmetler ve güzel ahlâklar öğretilmelidir. Arada bir güzel fikir ve tavsiyeler ile gençlerin gönül hazinesini zenginleştirmelidir. Anneler ve babalar kızlarını yeni yuvaya emanet ederken, verdikleri terbiyenin meyvesini alacaklarını bilmelidir. Terbiye bir babanın ve annenin çocuklarına bıraktığı en kalıcı mirastır. Onlara verilen terbiye iyi ise faydalı, kötü ise zararlı bir miras ve ad bırakılmış olur. Esma bint-i Hârice el-Fezârî evlenip zifafa gireceği kızına şu öğütlerde bulunmuştur: "Yavrucuğum! Artık doğup büyüdüğün yuvandan çıkıyorsun ve hiç tanımadığın birine hayat arkadaşı oluyorsun. Sen ona yeryüzü gibi ol; o da sana gökyüzü gibi olsun. Sen ona istirahat yeri ol; o da sana direk olsun. Sen ona câriye ol; o da sana köle olsun. Bir şey isterken çok ısrarcı olma ki, sana kızmasın. Ondan fazla uzak kalma ki, seni unutmasın. Sana yaklaştığında sen de ona sokul. Senden uzak kaldığında sen de belli bir mesafede dur. Onun burnunu, kulağını ve gözünü kötü koku, ses ve görüntülerden koru. Kocanın burnu senden sadece güzel kokular koklasın. Kulağı sadece güzel sözler işitsin. Gözü sana baktığında sadece güzellikler görsün."
Hz Peygamber (s.a.v), kadının kocasına karşı temel görevlerini ve itaatin sonundaki nimetleri şöyle haber vermektedir: "Kocası kendisinden razı olduğu halde vefat eden her kadın cennete girer."(Tirmizî, Radâ', 10 (nr. 1161); ibn Mâce, nr. 1854.) "Kadın beş vakit namazını kılar, ramazan orucunu tutar, namusunu korur ve kocasına itaat ederse ona, 'Hangi kapısından istersen oradan cennete gir' denilir."(Ahmed, Müsned, 4/341; İbn Hibbân, Sahîh, 9/471; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 4/306; Münzirî, et-Tergîb, nr. 2887) "Kadınlar çocuklarını karınlarında taşır, doğurur ve onlara merhamet ederler. Kadınlar bir de kocalarına karşı nankörlük etmeseler, namazlarını kılanlar cennete girerler!" (60 Ibn Mâce, Nikâh, 62; Ahmed, Müsned, 5/192.) Bir defasında Efendimiz (s.a.v), "Cehennemi gördüm; baktım, oradakilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm" buyurdu. Bunu işiten kadınlar, "Neden ya Resûlallah?" diye sordular. Efendimiz (s.a.v) şöyle cevap verdiler: "Çünkü siz kadınlar çok şikâyette bulunuyor, kocalarınıza nankörlük ediyorsunuz."(Buhârî, îdeyn, 7; Müslim, îdeyn, 4; Ebû Davud, Salât, 19. 248; Nesâî, îdeyn, 19) Resûl-i Ekrem (s.a.v) zararın nereden geldiğine şöyle dikkat çekiyor: "Cenneti gördüm; baktım, kadınlar orada çok az. 'Kadınlar nerede?' diye sordum; cennetin bekçisi bana, 'İki kırmızı madde onları cennete girmekten alıkoydu' dedi." (Buhârî, Rikak, 16; Tirmizî, Cehennem, 11; Ahmed, Müsned, 1/234; İbn Hibbân, Sahîh, 16/521) Resûlullah'ın (s.a.v), iki kırmızı ile kastettiği şeyler, kadınların israfa kaçan ve fakirleri kıskandıran ziynetleri ile giydikleri süslü elbiselerdir.İbn Abbas (r.a) anlatıyor: Has'am kabilesinden bir kadın gelerek Hz. Peygamber'e(s.a.v), "Ey Allah'ın Resulü! Benim kocam yok ve evlenmek istiyorum. Kocanın hanımı üzerindeki hakları nelerdir?" diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: "Bir kadının kocasına karşı görevleri şunlardır: Kocası onu cinsî ihtiyacı için çağırdığında hiçbir engel çıkarmadan hemen yerine getirir. Kocasından izinsiz evden bir şey vermez. Eğer verirse, sevabı kocasının günahı da kendisinin olur. Kocasından izin almadan nafile oruç tutmaz. Şayet tutarsa sadece aç ve susuz kalmış olur, hiçbir sevap kazanamaz. Kocasından izinsiz evinden çıkmaz. Eğer çıkarsa eve dönünceye veya tövbe edinceye kadar melekler o kadına lanet eder."(Bezzâr, Müsned, nr. 1464: Ebû Ya'lâ, Müsned, nr. 2455; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 4/307. Beyhakî, es-Sünenü'l- Kübrâ, 7/292; İbn Hacer, el-Metâlibü'l-Aliye, nr, 1611, 1612)Kocanın hakkının büyüklüğünü şu hadisten daha güzel anlatan bir söz yoktur: "Eğer birine Allah'tan başkasına secde etmesini emredecek olsaydım; kocanın hanımı üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı kadının kocasına secde etmesini emrederdim."(Ebû Davud, Nikâh, 41; Ibn Mâce, Nikâh, 4; Ahmed, Müsned, 4/381; Hâkim, el Müstedrek, 2/187)Efendimizin (s.a.v) belirttiği gibi, evlenen bir kadının üzerindeki en büyük hak kocasının hakkıdır. Erkek için ise annesinin hakkı bütün hakların önünde gelir. (Bezzâr, Müsned, nr. 1462; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 4/309.)Erkek önce annesinin ve babasının, sonra hanımının hakkını düşünmelidir. Annesini üzüp hanımını sevindiren bir kimsenin yüzü gülmez. Böyle yapanın hayatı sıkıntılı, ölümü zor, hesabı çetin olur. Bu konuda sahabeden Hz. Alkame'nin (r.a) vefat anında yaşadığı hal çok ibret vericidir.
Saadet asrında başta Allah Resûlü'nün hanımları olmak üzere, diğer sahabehanımları evin iç işlerinde gerekli hizmetleri görüyorlardı. Yemek yapmak, evintemizlik ve düzenini sağlamak, çocuklarla ilgilenmek, gelen misafirlere ikrametmek gibi işler kadının tabii görevleri arasındaydı.Kadının kocasının evindeki eşyalarını ve malını korumak da ayrı bir görevidir.Hz. Âişe validemiz (r.ah), Allah Resûlü'nün elbiselerini bazan yıkayarak bazaneliyle ovalayarak temizlediğini,(Buhârî, Vüdû, 64; Müslim, Taharet, 105, 108; Begavî, Mesâbîhu's-Sünne, nr.342-343.) hatta Efendimiz (s.a.v) mesciddeitikâfta iken başını yıkayıp taradığını haber vermiştir.(Buhârî, Taharet, 113, Savm, 79; Müslim, Hayız, 6-10; Nesâî, Taharet, 176.)Yine Âişe validemiz (r.ah) der ki:"Allah Resûlü'nün hanımları içinde Safiyye'den (r.ah) daha güzel yemek yapankimse görmedim. Bir defasında yemek yapıp benim odamdayken Resûlullah'a (s.a.v)göndermişti. Kıskançlıktan olsa gerek yemek tabağını görünce beni bir titremealdı, kendimi tutamadım ve tabağa vurup kırdım. Allah Resûlü'ne,'Bunun cezası nedir?' diye sordum;'Kırdığın tabağın yerine yeni bir tabak, döktüğün yemeğin yerine de benzerini yapıp ona göndermendir' buyurdu." (Ebû Davud, icâre, 89; Tirmizî, Ahkâm, 23; Nesâî, İşre-tü'n-Nisâ, 4)Yine Âişe validemiz (r.ah) der ki: "Allah Resulü ashabı ile birlikte oturuyordu.Kendisine yemek yaptım. Diğer hanımı Hafsa da (r.ah) yemek yapmıştı. Benden önceEfendimiz'e (s.a.v) gönderdi. Bu beni rahatsız etti." (İbn Hacer, Fethu'l-Bârf, 5/420 (Beyrut 2000))Bir defasında Allah Resulü, evine getirdiği misafirleri için Hz. Âişe validemize(r.ah), "Ey Âişe, bize yiyecek getir, bize su getir" şeklinde talepleri olmuş veannemiz hepsini hazırlayıp ikram etmiştir.(Ebû Davud, Edeb, 95; ibn Mâce, Mesâcid, 6; Hâkim, Müstedrek, 4/271) Resül-i Ekrem'in (s.a.v) pak zevceleri arasında Zeyneb binti Cahşn (r.a), hamur yoğururdu, ayrıca deri tabaklar, temizler, kurutur ve ondan bir şeyler dikerek satar, para kazanır, Allah yolunda sadaka verirdi.(bk. Müslim, Nikâh, 9, 89; Ahmed, Müsned, 3/165; İbn Tabakat, 8/85-86.)Allah Resulü, kızını Hz. Osman (r.a) ile evlendirdiği zaman, "Kızım, Osman'aikramda bulun. Ona iyi hizmet et" diye tembihlemiştir.Resûlullah (s.a.v), kızı Fâtıma'yı (r.ah) evlendirdiği zaman ona, "Sen evin iç işlerini gör, Ali de evin dış işlerini görsün" buyurarak, aralarında iş taksimi yapmıştır.(İbn Hacer, el-Metâlibü'l-Âliye, nr. 1594)Hz. Fâtıma (r.ah) evin iç işlerine yetişemediği için Allah Resûlü'nden bir hizmetçi istemek zorunda kalmış; fakat Efendimiz (s.a.v) önce diğer fakir müslümanların ihtiyacını düşündüğü için kendisine hizmetçi verememiştir.(Buhârî, Menâkıb, 38 (nr. 5362); Müslim, Zikir, 80-81 (nr-2727); Ebû Davud, Edeb, 109 (nr. 5063); Tirmizî, Da-avât, 58 (nr. 3408); Ahmed, Müsned, 1/106.)
Âlimler söz konusu hadislerden şu hükümleri çıkarmışlardır: 1. Evin iç işlerinden kadın sorumludur. Kadın, gücünün yettiği ölçüde yemek yapmak, ekmek pişirmek, evin temizliği gibi örfen bir kadından beklenen şeyleri yapmakla yükümlüdür. 2. Bu işler kadına ait olmasaydı, Resûlullah (s.a.v) Hz. Ali'yi (r.a) uyarır, ona bu işleri kendisinin yapmasını veya yapacak birini bulmasını emrederdi. 3. Kadın şerefli bir aileden gelse veya itibarlı bir meslek sahibi olsa bile, kocası fakir olup hizmetçi tutma imkânı yoksa bu tür işler ona aittir.(İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 10/634-635) 4.Bütün bunlar dinimiz tarafından güzel ve gerekli görülmüştür. Örf de böyleoluşmuştur. Tarihimizde yuva bu anlayış üzere şekillenmiştir. Kadının fıtratına da bu özellikler yerleştirilmiştir. Normal durumlarda görev dağılımı böyledir. Ancak bazan durum tam tersine gelişebilir. Kadın hasta, yaşlı, aşırı meşgul olup evin hizmetlerini göremeyebiiir. Bu durumda başka bir çıkar yol bulunmazsa yemek, temizlik gibi işleri geçici olarak erkek üstlenir. Bazan erkek zaruri sebeplerden dolayı nafaka temininden âciz kalabilir. Bu durumda kadının imkânı varsa meşru dairede evin geçimine yardım etmesi büyük bir hayır ve fazilet olur. Sahabeden Abdullah b. Mesud'un (r.a) hanımı Zeyneb (r.ah) el sanatı ile yaptığı işlerden para kazanır, eşine ve çocuklarına harcardı. Bunun bir sevabının olup olmadığını Efendimiz'e (s.a.v) sorunca şu cevabı aldı: "Sen kocana ve çocuklarına harcama yapmaya devam et; bunda senin için iki çeşit sevap vardır. Biri, yakınlarını gözetme sevabı, diğeri de sadaka sevabıdır."(Ahmed, Müsned, 2/373; Bezzâr, Müsned, nr. 949; Hey-semî, Mecmau'z-Zevâid, 3/117-118)Atalarımızın, "Yuvayı dişi kuş yapar" sözü boşuna söylenmiş değildir.
Bazı âlimler kadına ev işlerini emreden bir âyet yok diye onlara belirligörevler dışında evdeki hizmetlerin farz olmadığını söylemiştir. Bu tesbite göre kadının kocasına karşı temel görevleri şunlardır: 1. Koca istediği zaman cinsî ihtiyacını görmek. 2. Hamile ise çocuğunu taşımak ve doğurmak. 3. Kocasına itaat etmek, namusunu korumak. Bunlar böyle olmakla birlikte annenin ev içindeki görevlerini sadece bunlardan ibaret görmek, ailede güzel geçimi sağlamak ve huzuru temin için yeterli değildir. Erkeğin cinsî ihtiyacı sürekli olmaz. Çocuk ömürde belirli sayıda olur. Anne kısır, baba hasta veya ihtiyar ise çocuk derdi hiç bulunmaz. Halbuki evdeki yeme içme, temizlik, eşyaların bakımı, evin kontrolü her zaman olur. Yukarıda verdiğimiz hadisler, kadının evde yapacağı birçok hizmetin bulunduğunu göstermektedir. Özellikle, "Kadın da kocasının evinden ve çocuklarından sorumludur" (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, imâre, 20; Ebû Davud, İmâ-re, 1, 13; Tirmizî, Cihâd, 27; Ahmed, Müsned, 2/5, 54, 55; ibn Hibbân, Sahih, nr. 4491)hadisi, kadına evin içinde pek çok sorumluluk yüklemektedir. Sorumlu demek sahip çıkan, koruyan ve ıslah eden demektir. Evin içinde kocanın haklarından başka korunacak çok şey vardır. Evin temizliği, düzeni, çocukların bakımı, korunması, temizliği ve bir derece eğitimi, misafirlere ikram, yuvanın komşularla olan hukukunun güzel olması bunların başında gelmektedir. Koca, kadından hizmet beklerken, dinimizin kendisinden istemediği şeyleri talep etmemelidir. Örf ve âdetlerden gelen yükler ve sorumluluklar bazan kadına zulüm derecesine çıkmaktadır. Kadın annelik ve ev işleri dışında fazla yıpratılmamalıdır. Kocanın, maddî imkânı varsa hanımına yardımcı olacak ev aletleri veya hizmetçi tedarik etmelidir. Koca hiçbir özrü yokken zaruri nafakayı temin etmekten, çalışmaktan ve evin dış hizmetlerinden kaçamaz. Bunları yapmadığı gibi evin dış işlerini kadınına yüklemesi zulümdür, günahtır. Kadın, özürsüz olarak evini ve kendisini ihmal eden, günlük zaruri ihtiyaçlarını sağlamayan ve bu ihmalinde ısrar eden bir kocadan boşanma davası açabilir. Bundan mesul olmaz.
Evin geçim masraflarından erkek sorumludur; ancak bazan kadının desteği gerekebilir. Bu da güç nisbetinde ve meşru dairede olabilir.Ebû Bekir'in (r.a) kızı Esma (r.ah) anlatıyor: "Zübeyr (r.a) ile evlendim. Zübeyr'in bindiği atından ve su çeken devesinden başka ne kölesi ne de yeryüzünde bir varlığı vardı. Ben atının suyunu, yemini verirdim. Atının bakımını yapıyordum. Devesine hurma çekirdeği döver ve yedirirdim. Su taşır, su kabı delindiği zaman tamir ederdim, hamurunu yoğururdum. Bir defasında Medine'nin dışından başımın üstünde hurma çekirdekleri taşıyordum. Efendimiz (s.a.v) ile yolda karşılaştım. Başımın üzerinde, hurma çekirdekleriyle dolu sepet vardı. Beni gören Resûlullah (s.a.v), deveye, "nıh, nıh" diyerek onu çökertti. Maksadı beni terkisine almaktı. Ben erkeklerle birlikte gitmekten utandığım için çekindim, deveye binmedim. Kocam Zübeyr'in kıskançlığı aklıma geldi; çünkü o insanların en kıskancı idi. Allah'ın Resulü benim utandığımı anladı, devesini kaldırıp sürdü. Ben bu olanları Zübeyr'e anlattığımda bana, 'Allah'a yemin ederim ki, senin başının üzerinde çekirdekleri taşıman, Resûlullah'ın terkisine binmenden benim için daha ağırdır' dedi.Sonra babam Ebû Bekir (r.a) bana bir hizmetçi gönderdi, o beni ata bakmaktan kurtardı. Babam bu yaptığı ile sanki beni azat etmiş oldu."(İbn Sa'd, Tabakat, 8/250; Buhârî, nr. 3151; Müslim, nr. 2182; Nesâî, es- Sünenü'l-Kübrâ, nr. 9170; Ahmed, Müs-ned, 6/347).Kocaları İslâm'ın tebliği ve cihad hizmetleriyle meşgul olan Asr-ı saadet kadınları, gerektiği zaman evin iç işleri yanında dış işlerine de el atıyorlardı. Bu kocanın onu ihmalinden değil, durumun gereğinden kaynaklanıyordu. Şu halde aile yükünü kocasıyla birlikte ölene kadar çekecek olan bir kadının hizmetlerini birkaç işle sınırlamak doğru değildir.Hz. Peygamber'in (s.a.v) göz bebeği, seyyidlerin annesi Hz. Fâtıma (r.ah), el değirmeninde elleri kabarıp yara olana kadar un öğütür ve hamur yoğururdu. Bir gün bu durumu kocası Hz. Ali'ye (r.a) açtı. Hz. Ali (r.a), "O zaman babana söyle, gelen esirlerden senin için bir hizmetçi versin" dedi. Hz. Fâtıma (r.ah), Hz. Resûlullah'a (s.a.v) giderek, "Yâ Resûlallah, işlerimde yardımcı olacak, üzerimden ağırlığı kaldıracak bir yardımcıya ihtiyacım var!" deyince, Resûlullah (s.a.v), "Suffe ehli fakir müslümanlar ihtiyaç içinde iken size nasıl hizmetçi ayırayım. Sana bir hizmetçiden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi?" diye sordu, Hz. Fâtıma (r.ah), "Evet yâ Resûlallah!" deyince, Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: "Uyumadan önce otuz üçer defa sübhânellah, elhamdülillah, Allahüekber deyin ve, lâ ilâhel illallahu vahdehû lâ şerike lehu' zikriyle yüze tamamlayın, bu sizin için hizmetçiden daha hayırlıdır".(Buhârî, Menâkıb, 38 (nr. 5362); Müslim, Zikir, 80-81 2727); Ebû Davud, Edeb, 109 (nr. 5063); Tirmizî, Deavât, 58 (nr. 3408); Ahmed, Müsned, 1/106)Efendimiz (s.a.v) kızına iki hizmet şekli belirlemişti: Birincisi yüce Rabb'ine karşı görevleri, diğeri de kocasının ev işleri. Böylece Allah Resulü sevgili kızının bir yandan ibadet, diğer yandan hizmetle olgunlaşmasını, sevap almasını ve gelecek nesillere örnek olmasını istiyordu. İnsanı cennete götüren güzel ahlâkın birtarifi şudur: Allah'ın emirlerini ihlâsla yerine getirmek; O'nun yarattıklarına sevgi ile hizmet etmektir ki,buna da en yakından başlanır.
Kadının kocasının anne ve babasına bakması ve onlara hizmet etmesi bir hayır ve fazilettir. Büyük sevaptır. Bu hizmetler yuvanın huzuru, vefanın gereği ve insanlık icabı gönüllü olarak yapılmalıdır. Hizmet gönülsüz olarak yapılırsa tat vermez ve bir sevap getirmez. Bazan bu hizmetler kadını aşar, yorar ve bunaltır. Bu durumda kocanın, hanımına, "Her ne olursa olsun bunu yapacaksın" demesi doğru değildir. Koca bu durumlarda hanımına yardımcı eleman ve alet tedarik etmelidir. Maddî imkânı yoksa bizzat kendisi yardımcı olmalıdır. Çünkü annesinin ve babasının hakkını korumak, sürekli hizmetlerini yapmak kadına değil, kocanın kendisine farzdır. Şunu da hatırda tutmak gerekir: Bir evin gelini, kayınpederi ile kayınvalidesinin evlâdı olmuştur. Onlara yapacağı her hizmet, kocasına bir vefa olduğu gibi, kendisi için de büyük sevaptır. Hizmet edene hizmet edilir. Seven sevilir. Büyüklerine Allah için hizmet edenlere, büyüyüp yaşlandıkları zaman yüce Allah hizmet edecek kimseler yaratır. Allah Resulü, sahabeden Câbir'e (r.a), niçin bakire bir kızla evlenmediğini sorunca, o şöyle demiştir: "Babam Abdullah vefat etti, bana yedi tane kız bıraktı. Bu kardeşlerime bakması, onların saçlarını taraması ve işleriyle ilgilenmesi için bu işlerde tecrübeli dul bir kadınla evlendim." Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), yaptığını güzel ve yerinde bularak,"İsabet etmişsin, Allah hanene bereket versin, hayırlı olsun"diye hayır dua etmiştir.(Buhârî, Nikâh, 10; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 10/154 )Allâme İbn Hacer (rah) bu hadisin açıklamasında der ki: "Bir kadının kocasına, kocasının çocuklarına ve sorumluluğu altındaki diğer aile fertlerine hizmet etmesi dinimizin istediği ve güzel gördüğü bir şeydir. Kocanın hanımından kendisi dışındaki aile fertlerine hizmet istemesinde bir günah yoktur. Bu konuda yerleşik âdete göre hareket edilir... İmam Mâlik (rah) de, kocasının imkânı olmayınca kadının, itibarlı ve meslek sahibi bir kadın da olsa ev hizmetlerini görmesinin vacip olduğunu söylemiştir."(İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 10/635)Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir mümin, cennete girene kadar hayra vehizmete doymaz.Müslümanın en önde gelen sıfatı etrafına hizmet sunup rahmet olmaktır. Bu ümmet,erkeği ve kadını ile insanlara hayır ve hizmet taşımakla görevlidir. Bu da güce göre olur. Mümin asla cimri, bencil ve kalbi katı olamaz. Bu hastalıklara tutulan kimse imanın tadını alamaz. Her mümin, gözünün gördüğü muhtaçlara gücü kadar yardım etmekle görevlidir. Bu kimse akraba değil, bir komşu da olabilir. Aç, hasta ve hizmete muhtaç bir insanı görünce, "Bana ne?" diyemeyiz, elimizden ne geliyorsa onu yaparız. Bu kimsenin müslüman olması da şart değildir. Komşumuz veya iş arkadaşımız olan bir gayri müslim kimsenin hastalığı, açlığı ve güvenliği, komşu ve arkadaş olarak bizi ilgilendirir.Sorumluluğumuz altındaki hayvanların haklarını korumak da temel görevlerimiz arasındadır. Bu hizmetler nafile sadaka cinsinden olup duruma göre vacip olur.
Müstakil Daire
Dinimize göremümkünse yeni evlenenlerin müstakil bir eve veya en azından bütün ihtiyaçlarına cevap verecek bir odaya taşınmaları pek çok yönden faydalı görülmüştür. Anne baba, bakıma muhtaç ve fakir değilseler çocuklarına ayrı ev açmalıdır. Akıllı, bulûğa ermiş ve ev geçindirecek bir mesleğe sahip olan erkeğe, aile reisliği ve geçim sorumluluğu hissettirilmelidir. Ayrıca yeni evlilerin birbirine karşı rahat hareket edecekleri zaman ve mekânları olmalıdır. Evlilik, bir yönüyle nefsin helâl dairede eğlencesidir. Bu muhabbeti gençlerin elinden almak veya onun alanını daraltmak doğru değildir. Anne baba gerekli görürlerse yeni evlileri yakından kontrol edip destek verebilirler. Yeni evlilerin hepten baş başa kalması da bazan onları zor durumda bırakabilir. Bunun için sıkıştıkları anda tecrübelerinden istifade edecekleri büyüklerinin yanlarında olması büyük bir kazançtır. En iyisi, bir zaruret yoksa yeni evlilerle büyüklerin aynı dairede değil, yan yana veya yakın evlerde oturmasıdır. Burada en önemli hususlardan biri de gelin kaynana ilişkileridir. Sonuç itbariyle, gelin kaynanasının kızı, o da gelinin annesi yerindedir. Kayınvalide demek, asıl anne yerine geçen anne, kayınbaba da asıl baba yerine geçen baba demektir.Anne babaya, "Öf bile demeyin" buyuran yüce Allah'tır. Gelin veya damat büyük küçük kime ne türlü bir hizmet ederse, bunu Allah için yapmalıdır. Böyle yaparsa karşılığını Allah'tan alır. Gelin kaynananın rakibi değil, oğlunun refikidir, yani can dostudur. "Oğlumu benden ayırdı" diye geline tavır almak helâl değildir. Gelini, her işe koşturulacak bir hizmetçi gibi görmek de doğru değildir. Gelin yeri gelince evin büyüklerine elinden gelen hizmeti yapmalıdır. Bu sevaptır. Fakat bir gelinden yirmi dört saat kaynanasının ve kayın-babasının gözü önünde bulunması, devamlı hizmete hazır olması, kendi zevk ve ihtiyaçlarını bir kenara atarak hep onlarla ilgilenmesi istenemez. Hele bir zaruret yokken bunu istemek hiç doğru değildir. Bir kadının yüce Allah'a karşı yapacağı farz ibadetleri yanında, kocasına karşı göreceği farz hizmetleri de vardır.Kadının kocası dışında evin diğer fertlerinekarşı bu derece sorumlu olduğu bir görevi yoktur.
Bazı bölgelerde gelinin özellikle kayınbabasına yaşmak tutması yani onunla konuşurken sesini kısması, sessiz bir şekilde nefesle konuşması dinden değil örften gelmektedir. Dinimizde büyüklerin yanında edeple ve yeri gelince sesi kısarak konuşma vardır. Konuşulan makama göre söz, ses ve tavır ayarlanır. Ancak konuşma bir eziyet çeşidine dönmeden yapılır. Maalesef günümüzdeki konuşmaların pek çoğunda edebe uyulmamaktadır. Büyük küçük herkesle arkadaş gibi konuşmak, rahatça oturup kalkmak, serbestçe gülüp neşelenmek doğru değildir. Böyle yapmak dinimizin terbiyesine aykırıdır; aradaki hürmeti zedeler, muhabbeti yok eder, sonuçta herkesi üzer. Müslüman bir erkek ve kadın, anne ve babasına "anneciğim, babacığım " gibi gönüllerini alıcı bir şekilde hitap etmelidir. Büyüklere karşı yumuşak bir üslûpla konuşmalıdır. Büyüklerin yanındasessiz ve tebessüm şeklinde gülmelidir. Kahkaha ile gülmenin güzel olduğu hiçbir yer yoktur. Gençler büyüklerinin yanında ve her mecliste oturuşlarına dikkat etmelidir. Hasta ve özürlü değilse, yayvan ve yan üstü yatar gibi oturmamalıdır. Bütün bunlar güzel geçimin bir parçasıdır; terbiyenin yansımasıdır. Bir de aile fertleri arada bir hediyeleşmelidir. Büyükler büyüklere gücüne göre hediye vermelidir. Bunun kalplerdekisoğukluğu vesıkıntıyı giderip muhabbeti artırmada mühim bir etkisi vardır. Yapan kimse anında etkisini ve faydasını görecektir. Yuvada hoş geçim için tavsiye edilen güzel bir iş de aile fertlerinin birbirine hayır dua etmesidir. Rabb'i ile baş başa kaldığı bir anda, elini açıp eşi, dostu veya bir yakını için, "Yâ Rabbi, şu falanca kulunu affet, ona rahmet et, cennetini lütfet" gibi yapılacak bir hayır dua, o kimseye karşı kalpteki bütün sıkıntıları giderir ve gönüle tarifi imkânsız manevî bir tat verir. Allah için halka hizmet ve hayır dua etmek peygamberlerin ahlâkıdır. Her müminde bu şerefli ahlâktan bir derece bulunmalıdır. Herkes iman ve sevgi ile kalbinin ne kadar geniş olduğunu bu ahlâkı ile ölçebilir.
Kadın için kocasının erkek kardeşi, kendi kardeşi gibi değildir. Fakat bazı bölgelerde kayın evin bir oğlu veya kadının kardeşi gibi görülüp kadın kocasının akıllı ve bulûğa ermiş kardeşi ile konuşma, oturma ve benzeri durumlarda öz kardeşi gibi serbest davranır. Bu haramdır, yanlıştır, sakıncalıdır. Kadın kaynı ile el ele tutamaz ve onun elini öpemez. Kayın da yengesinin elini tutamaz ve öpemez. Kadın kaynı ile tek başına, yanında mahrem gerekli olan bir yolculuk yapamaz. Bir zaruret ve ihtiyaç yokken yanlarında üçüncü bir kişi olmadan baş başa kalamaz. Kayın yengesinin yüz ve ellerinden başka bir yerine örtüsüz olarak bakamaz. Koca ile baldızı arasındaki hüküm de kadın ile kaynı arasındaki hüküm gibidir. Kadının kendisine nikâh düşen bir erkekle konuşması, zaruret kadar olur. Zaruret fazlası sakıncalı ve zararlıdır. Allah Resulü, "Size nikâhı düşen kadınların yanına onlar tek başına iken girmekten sakının" buyurdu. Ashap, "Yâ Resûlallah, kocanın erkek kardeşi hakkında ne buyurursunuz?" diye sorduklarında, Efendimiz, "O durum ölümden daha beterdir!" buyurdu. (Buhârî, Nikâh, 111; Müslim, Selâm, 20; Begavî, Mesâbî-hu's-Sünne, nr. 2302.) Şu hadis de herkesi uyarmaktadır: "Bir erkek, kendisine nikâh düşen bir kadınla baş başa kalmasın; çünkü üçüncüleri şeytan olur (Onlara vesvese verip kötü işlere sebebiyet verir)(Tirmizî, Radâ', 16, Fiten, 7; Ahmed, Müsned, 1/26) Emir ve edeplere dikkat etmeyen müslüman aileler, hatalarının acı sonuçlarını yaşarlar. Bulûğa ermiş kaynı veya kayınları ile aynı evde kalan pek çok kadın, bu durumdan ciddi olarak şikâyetçidirler. Bunda haklıdırlar. Allah'a karşı sorumluluk taşıyan bir kadın, bulûğa ermiş bir kaynı yanında bütün sözlerine ve hareketlerine dikkat etmek zorunda kalacaktır. Aynı şartları sürekli paylaştığı için bunun pek çok zorluk ve imtihanı olacaktır, olmaktadır. Bu yüzden aile düzeni ve kocası ile huzuru bozulan nice kadınlar vardır. Kadın kocasının kardeşlerine kocası veya mahrem bir yakını yanında iken yemek ikram edebilir, belirli hizmetleri yapabilir; onların çamaşırlarını yıkayabilir. Fakat kocası yokken akıllı ve bulûğa ermiş kaynı ile aynı evde tek başına kalmamalıdır. Hele kocası gece işinde çalışıyorsa, kaynı ile aynı dairede geceyi yalnız geçirmesi helâl değildir.Bir zaruret varsa, yanlarında üçüncü bir mahrem kimse bulunmalıdır. Bu durumda mahzur ortadan kalkar. Şunu unutmamalıdır: Şeytan insanı bir kötülüğe çekmek ve hedefine ulaşmak için insanın iyilik, sevgi ve merhamet duygularını kullanır. Ona hayır kapısında yaklaşır. Karşı taraf ile hukuk oluşturur, birbirine güvendirir, yakınlaştırır ve –Allah korusun- boş bir anda nahoş işlere bulaştırır. Onun için kimse aklına, ilmine ve nefsine güvenmemelidir. Her halükârda emniyet edeptedir.
Kadının Dışarı Çıkması
Dinimizin uymamızı istediği bütün hükümler herkes için rahmet ve saadet sebebidir. Gaye kalbin takvasını ve yuvanın tadını korumaktır.Hz. Enes (r.a) anlatıyor: Bir gün kadınlar topluca Hz. Peygamber'e (s.a.v)gelerek,"Ey Allah'ın Resulü, erkekler Allah cihada çıkarak bütün fazileti ve şehidlikşerefini elde ettiler. Bizim için Allah yolunda bu fazileti elde edecek bir amelyok mudur?" diye dertlendiler Hz. Peygamber (s.a.v) onlara şu cevabı verdi:"Evinizde yapacağınız hizmetleriniz size Allah yolundaki mücahidlerin sevabınıkazandırır." (Ebû Ya'lâ, Müsned, nr. 3416; Bezzâr, Müsned, nr. 1475; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 4/304; ibn Hacer, el-Metâ-libü'l-Âliye, nr. 1595) Resûl-i Ekrem (s.a.v) buyurmuştur ki: "Çocukları için çektiği sıkıntılardan dolayı yanakları sararmış bir kadın cennette benimle komşudur. Bu kadın, kocasından dul kalmış, çocukları hayırlı bir şekilde büyüyünceye veya ölünceye kadar kendini onlara adamış kadındır."(Ebû Davud, Edeb, 121)
Kadınlar şartlar müsaitse vakit namazları, cuma ve bayram namazları için camiye gidip cemaate katılabilirler. Ancak bunda giyim kuşam ve gidiş geliş edeplerinedikkat etmeleri gereklidir. Kadınların camiye gitmeleri, erkeklere olduğu gibi emredilmemiştir; sadece müsaade edilmiştir. Harama sebep olduğu zaman ise yasaklanmıştır. Bu hususta Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kadının Rabb'ine en yakın olduğu yer, evinin iç kısmıdır. Kadının, evinin avlusunda kıldığı namaz mescidde kıldığı namazdan daha faziletlidir. Evinde kıldığı namaz avluda kıldığı namazdan daha faziletlidir. Evin iç kısmında kıldığı namaz evinin açık yerinde kıldığı namazdan daha faziletlidir." (Ebû Davud, Salât, 53; Zebîdî, İthaf, 6/230) Diğer bir hadis-i şerifte şu uyarı yapılır: "Kadın avrettir, dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker (Onu fitneye alet etmek için fırsat kollar)." (Tirmizî, Radâ', 18 (nr.1173); ibn Huzeyme, Sahih, 3/93; ibn Hibbân, Sahîh, 12/412.)Evin dışı, kadının kendisine nikâh düşen kimselerle yüz yüze geldiği, içli dışlı olduğu yerlerdir. Bir evin özel mülküne dahil olup yabancıların izinsiz giremeyeceği avlusu, çatısı, dinlenme yerleri, bahçesi, bağı, havuzu, spor alanı evden sayılır. Allah'a ve âhiret gününe inanan müslüman kadının bir görevi de sevgi, sabır ve edeple yuvasını beklemektir. Kadının emniyeti ve huzuru evindedir; evinde olmalıdır. Yuva, yârin ve yavruların sığındığı, barındığı ve korunduğu yer demektir.Evinin dışında huzur ve rahatlık arayan bir kadın, aradığı huzuru asla bulamayacaktır. Evi kendisine dar gelen bir kadının işi ise zordur. Evi kadına dar eden geçimsiz erkeğin vebali büyüktür.
Zamanımızda, özellikle şehirlerde çarşı-pazarlarda, cadde ve sokaklarda bir zaruret yoksa bulunmamalıdır. Buralar kadınlar gibi erkekler için de zararlıdır. Bu devirde halkın içinde harama bulaşmadan yaşamak elinde ateş koru taşımaktan daha zordur. Bunun için erkek kadın her müslümanın midesi gibi dinini de düşünmesi farzdır. Bir mümin helâl dairede iş, alışveriş, eğitim, ilirn, hayra davet, tedavi, akraba hukukunu korurca, hasta ziyareti ve umuma ait hizmetler için dışarı çıktığında, Allah yolunda çıkmış olur. Harama düşmeden yapılacak bir gezi, piknik, dinlenme, seyahat, oyun ve eğlenceler de dinimizde güzel görülmüştür. Bütün bunları yaparken temel ölçü şudur:1.O vakit içinde yapılması gereken farz amel terkedilmemeli. 2. Bir harama düşülmemelidir. Kadının dışarı çıkması zaruri ve hayırlı bir işi için de olsa edep ölçülerine dikkat etmek zorundadır; yoksa kazancı zararını kapatmaz. Cami, türbe ve tarihî yerlerin ziyareti; kermes, vakıf çalışmaları, hayır hizmetleri, sanat etkinlikleri, davet ve tebliğ vazifeleri gibi güzel işleri için evin dışına çıkan bir kadının hem niyeti güzel olmalı hem de hal ve hareketleri edebe uymalıdır, aksi durumda sonuç hayra çıkmaz. Şu hadis-i şerif herkese bir gerçeği hatırlatıyor: "Kadın örtü içinde olması gereken bir varlıktır. Kadın evinin dışına çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker (onu harama nasıl alet edeceğinidüşünür)."(Tirmizî, Radâ', 16; Ibn Huzeyme, Sahîh, nr. 1685)
Allah Resulü (s.a.v) "Güzel ve çekici kokuları sürünüp kokusunu etrafa yayarak mescide gidenkadının bu haliyle kıldığı namazı kabul etmeyeğini bildirmektedir."(Ebû Davud, Tereccül, 7; ibn Mâce, Fiten, 19) Âişe validemiz (r.ah) kendi devrindeki kadınların mescide giderken süslenme, koku sürünme ve güzel elbiseler giyinme gibi hallerini görünce şöyle demiştir:"Eğer Allah'ın Resulü şu kadınların ne yaptıklarını görseydi, (namaz için de olsa) onların evlerinden dışarı çıkmasını yasaklardı."(Buhârî , Ezan, 163; Müslim, Salât, 144) İbn Hacer (rah) der ki: "Kadınların mescide çıkması yasaklanmadı. Bu konuda dikkat edilecek nokta fitne ve fesada sebep olmamaktır. Bunun için Allah Resulü, kadınların dışarı çıkarken koku sürünmelerini ve süslenmelerini yasak etmiştir." (İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, 2/623).İ. Gazâlî (rah), bu konuda şöyle demiştir: "Allah'ın Resulü kocalarının müsaadesi olduğu takdirde kadınların bayram gibiözel günlerde dışarı çıkmalarına izin vermiştir. Bu zamanda da edep ve iffetine dikkat eden kadınların, kocaları izin verdiği takdirde bayram ve vakit namazları için dışarı çıkması mubahtır. Fakat onlar için en selâmetlisi ve fitneden en uzak olanı ibadetlerini de evlerinde yapmalarıdır. Kadının, mühim bir işi yoksa evinden dışarı çıkması uygun değildir. Çünkü bir dışarı çıkmak ve sokaklarda dolaşmak, kadının edebini zedeler, saygınlığını yok eder. Hatta çoğu zaman harama sebep olur.
Kadın mühim bir işi için dışarı çıktığında ise bakışlarını kontrol etmeli, kendisine helâl olmayan erkeklere onları etkileyecek ve harama sebep olacak şekilde bakmamalıdır." (Gazâlî, ihya, 2/61).Hz. Ali (r.a) şöyle anlatır:"Bir gün Resûlullah (s.a.v) bize, 'Birkadın için en hayırlı durum hangisidir?' diye sordu. O anda bir cevap veremedim. Fâtıma'nın yanına dönünce, "Ey Muhammed'in (s.a.v) kızı! Hz. Resûlullah (s.a.v) bize bir mesele sordu, nasıl cevap vereceğimiz bilemedik" dedim. Fâtıma, "Ne sordu?" dedi. Ben, "Bir kadın için en hayırlı durum hangisidir?" diye sordu, dedim. Fâtıma, "Bunun cevabını bilemediniz mi?" dedi. Ben de, "Hayır, bilemedik!" dedim. O zaman Fâtıma, "Bir kadın için en hayırlı durum, (bir zarurethali hariç) onun yabancı bir erkeği görmemesi; yabancı bir erkeğin de onu görmemesidir" dedi. Aksam olunca Hz. Resûlullah (s.a.v) ile birlikte oturuyorduk. Ben, Efendimiz'e (s.a.v), "Ey Allah'ın Resulü! Siz bize bir mesele sormuştunuz, biz de bilememiştik. Bir kadın için en hayırlı durum, onun yabancı bir erkeği görmemesi; yabancı bir erkeğin de onu görmemesidir" dedim. Efendimiz (s.a.v), "Bunu sana kim söyledi?" buyurdu. Ben de, "Fâtıma" dedim. Efendimiz (s.a.v), "Doğru söylemiş; şüphesiz Fâtıma benden bir parçadır" buyurdu. (bk. Müttakî-i Hindî, Kenzü'l-Ummâl, nr. 46011. Daha kısa bir rivayet için bk. Ebû Nuaym, Hilye, 2/50-51; Bezzâr, Müsned, nr. 526; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 4/255)
Bir kadın için en hayırlı yer, evinin içidir. Namaz için bile olsa kadının dışarı çıkması daha hayırlı değildir. Tedavi, eğitim, hizmet ve zaruri ihtiyaçdurumları hariç, kadın yuvasının dışında olmamalıdır. Kalbini ve edebini düşünen kimseler için bu çok önemlidir. Bir kadın için en kutsal vazife anneliktir, en emniyetli yer yuvasıdır, en güzel arkadaş Allah için yaşayan kocasıdır, en hayırlı meşguliyet ibadettir, en huzurlu an yavrularının sevincini seyretmektir, en güzel süs edeptir. Dinimizde koca, evin reisidir. Bu reis, yuvanın bütün zaruri ihtiyaçlarını görmekle yükümlü olduğu gibi, ailesinin namus ve edebini korumakla da görevlidir. Nikâh ile kadın kocanın himayesi ve emri altına girmiş olur. Koca kadından, kadın da kocasının namus ve evini korumaktan sorumludur. Bu konumdaki bir reis, Allah için itaati hak eder, onun sözü dinlenir, hükmü bağlayıcı olur, hakkı büyüktür. Bu taksime göre kadının ibadet, hizmet ve icraat yeri öncelikle evinin içidir. Bazan kadının evin dışında yapması gereken işler ve hizmetler olur. Bunlar şahsa, aileye veya çevreye ait şeyler olabilir. Bu durumda koca, hanımına evin dışına çıkış konusunda genel ve özel izinler verebilir. Kadın da buna göre hareket eder. Genel izin, ev çevresinde, kendi mahallesinde veya belirli bir bölge içinde yapacağı işler için kadına verilen izindir. Yakın akraba ziyaretleri, komşularla ilgilenme, yakın çevredeki işlerin takibi, hizmetler, eğitim, ilim ve sanat faaliyetlerine katılım gibi işlerde koca hanımına genel bir müsaade verebilir. Bunlar dine ve örfe göre güzel olup kadınları ilgilendiren sosyal hizmetlerdir. Kadın kocanın bu genel iznini kötüye kullanmamalı, haddi aşmamalı, bu işleri edebine uygun bir şekilde yerine getirmelidir Özel izin, özel işler ve özel durumlar içindir. Özel izin alınan konuda kadın genel izni kullanamaz, kocası ile istişare yapar, ayrıca izin ister, karara göre hareket eder. Koca, kadına bazı isimler vererek bu kişilerle buluşmasını kısıtlayabilir. Evine almamasını istediği kimseleri belirtip, zararlı gördüğü kimselere giriş yasağı getirebilir. Kadın bunlara dikkat etmek zorundadır. Koca, kadının bazı düğün ve benzeri eğlencelere gitmesini yasaklayabilir. Koca izin yetkisini kullanırken keyfine göre değil dinin ölçülerine göre hareket etmelidir.Kadının helâlinden eğlenme, gezme, seyahat etme, arkadaşlarıyla hoş vakit geçirme gibi tabii ihtiyaçlarını ölçülü olarak yerine getirmesine müsaade etmelidir.
Kadın için bazı işler vardır ki koca izin vermediği zaman da onlar yapılabilir. Bunlar özetle şöyledir: 1.Kadına hac farz olmuşsa, kocası hac yapısına engel olamaz. Bunun için kadın bir mahrerni ile farz haccına gidebilir. Ancak nafile hac için kocasından izinsiz gidemez.2. Kadın kendisine farz ilimleri kocasından öğrenemiyorsa veya kocası evde bunun imkânlarını hazırlayamıyorsa, çevresindeki bir ilim meclisine gidebilir. Fetva gerektiren bir meselesi varsa ehline danışabilir. 3. Kadının bir kimseden alacağı veya bir kimseye vereceği varsa, başka yol bulamayınca kendisi gidip ilgilenebilir.4. Anne babası hasta olup kendisine ihtiyaçları olan bir kadın onlarla ilgilenmek için izinsiz gidebilir. Ancak bu ilgilenme gündüz olmalı, kadın gece evine dönmelidir. Zaruret varsa kadın hasta anne babasının yanında izinsiz de kalabilir. Ancak, yakın akrabası da olsa gece misafir kalacağı başka yer için kocasından izin almalıdır. 5. Kadın, kocası izin vermese de belirli aralıklarla anne babasını ziyaret edebilir. Bazı âlimler kadın anne babasını haftada bir ziyaret eder, demiştir. Bu görüşün uygulanma zorluğu vardır. Bu durum, aynı mahallede oturanlar için mümkündür. Uzak mesafede oturanlar için bir zaruret ve hacet yokken haftada bir ziyaret hem zor hem de gereksizdir. Anne babayı ziyaret süresi, duruma, örfe, iklime ve ihtiyaca göre değişir. Koca, anne ve babasının hanımına zarar verdiğini, yuva huzurunu ve ahlâkını bozduğunu görüyorsa, ziyaretleri için izin vermeyebilir. Kadının amca, hala, teyze, ağabey gibi yakın akrabalar için senede bir ziyareti yeterlidir. İmkânı yoksa günah olmaz. Koca, hanımının önceki kocasından çocuklarını aynı mahallede oturuyorlarsa haftada bir görmesine izin vermelidir. Buna mani olamaz. (Bu konu için bk. el-Fetâva'l-Hindiyye, 1/556 (Bulak 1310); Zeydân, el-Mufassal fîAhkâmi'l-Mer'e, 7/288-297; Hamdi Döndüren, Delilleriyle islâm İlmihali, s. 252-253) Günümüzde telefon, internet, faks gibi iletişim araçları ile akrabalarındurumunu ve hatırını sormak da başka imkân olmayınca bir ziyaret yerine geçer.Gaye, haber almak, sıkıntıları paylaşmak ve akraba hukukunu korumaktır.
Allahın Hakkı
Hak, yüce Allah'ın isimlerinden biridir. Yüce Allah haktır; O'nun varlığı hak, hükmü hak, sözü hak, vaadi haktır ve olması muhakkaktır. Hak, kâinata konmuş ilâhî bir dengedir; hak sahibine hakkını vermemek bu dengeyi bozmaktır. Hak, her varlığa verilmiş özel bir imtiyazdır; bunu ona lâyık görmemek, Cenâb-ı Hakk'a itirazdır. Hak, Cenâb-ı Hakk'ın çizdiği bir sınır, verdiği bir hüküm, belirlediği bir ölçüdür. Bu sınırı aşmak, hükme uymamak, ölçüyü dikkate almamak zulümdür. Dünya tarihinde zulümle payidar, isyanla bahtiyar olmuş kimse yoktur. Yüce Allah her varlığa bir hak belirlemiştir; bu hakkı korumasını istemektedir. Üzerimizde kendi nefsimizden sonra sırasına göre annemizin, babamızın, hanımın veya kocanın, kardeşin, komşunun, arkadaşın, dostun hatta düşmanın bile hakkı vardır. İnsanlar gibi hayvanların da hakkı vardır. Eşyanın, malın mülkün kendine has birer' hakkı olduğu gibi hayatın, zamanın, ömrün, aklın, ilmin, sevginin, gözün, kulağın ve benzeri bütün, nimetlerin de birer hakkı vardır. Bu hak, Cenâb-ı Hakk'ın onlara karşı yapmamızı istediği şeyleri yapmak tır. Nefsimize ağır gelse de hakkı sahibine teslim etmelidir. Bu konuda Efendimiz (s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü insanlar çıplak, sünnetsiz ve yanlarında hiçbir şey olmadan mahşer yerine tirilir. Sonra Allah Teâlâ, herkesin işiteceği bir ekilde şöyle seslenir: Hüküm ve mülk sahibi benim, hesabı görecek de benim. Bugün hiçbir cehennemlik kimse cennetlik birinden hakkını almadan cehenneme girmeyecek; önce hakkını alacak, sonra ateşe girecek. Aynı şekilde cehennemlik birinde hakkı olan bir cennetlik de ondan bu hakkını almadan cennete girmeyecek. Bu hak, bir tokat vurmak dahi olsa bile onun hesabını görürüm." Bunun üzerine Allah Resûlü'ne, "Bizler yüce Mlah'ın huzuruna çıplak, sünnetsiz ve yanımızda hiçbir şey olmadan geleceğiz, bu ödeşme nasıl olacak?" diye soruldu; Allah Resulü şu cevabı erdi: "Alacaklıya, kendisine haksızlık edenin iyiliklerinden verilir, iyiliği yoksa alacaklının kötülüklerden ona yüklenir." (Ahmed, Müsned, 3/495; Hâkim, Müstedrek, 2/437-438; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 10/345-346.)
Anne Babanın Hakkı
Kulun üzerinde en büyük hak, yüce Yaratıcı'nındır. Bütün âlem O'nun mülküdür.Bütün insanlar O'nun kuludur. Asıl hak mülke sahip olanındır. Bu durumda bütünhamd, şükür, övgü, sevgi, hürmet, hizmet yüce Allah'a aittir ve O'na lâyıktır.Var olmak, varlık âleminde hayat bulmak insan için en büyük bir nimettir.Ruh, kalp, akıl, idrak, anlayış, göz, kulak, dil, el, ayak, hareket gibi insanahas özelliklerle donatılmak en büyük ikramdır. Hidayete ve hak yoluna ulaştırılmak, İslâm dini ile şereflenmek tarifi imkânsız bir ihsandır. Bunları verene vefa gerekmez mi? Bunca nimet bir şükür ve teşekkür istemez mi? Elbette ister. Nimete şükür üç şekilde olur:1. Nimetin kimden geldiğini bilmek, ona minnet duymak, kendisini sevmek, övmek ve yüceltmek. 2. Nimetin üzerinde onu verenin hakkı olduğunu kabul etmek ve o nimet ile sahibine isyan etmemek. 3. Nimeti ve vereni gizlememek, ulaştığı nimete sevinmek ve onu halka ilân etmek. Ulaştığı nimette halkın hakkı varsa onlara haklarını vererek, sevinç ve şükürlerine sebep olmak.Yüce Yaratıcımız'ın kulu üzerindeki hakkı, kulun O'na hiçbir şeyi ortak koşmadansadece O'na ibadet ve kulluk yapmasıdır. Yüce Allah'ın kulu üzerindeki hakkıöyle büyüktür ki bunu bilen bütün peygamberler, melekler ve sâlihler, yüce Allahiçin canlarını vermişler, sonra bunu az bularak,"Allahım bizi affet, seni hakkı ile tanıyıp yüceltemedik, ancak biz sana şirkkoşmadan huzuruna geldik" demişlerdir. (bk. Heysemî, Mecmau'z- Zevâid, 1/51-52) Gavs-ı Sânî (k.s) hazretleri bir defasında, Allah Teâlâ'nın kulları üzerindeki hakkını anlatırken şu sohbeti yaptılar "Rabbü'l-âlemin'in yüceliği ve hakkının büyüklüğü âhirette anlaşılır. İnsan ölünce gözünden perde kaldırılır, hakikat güneş gibi ortaya çıkar. Âhiret hakikat âlemidir. Herkes asıl hüküm, şerefmülkün kime ait olduğunu orada bilir. Efendimiz (s.a.v), yüceAllah'ın hakkının ne adar büyük olduğunu şöyle bildirmiştir:'İnsan âhirette şunu anlar: Eğer kul anasından doğduğu andan itibaren yaşlanıpölene kadar başını yere koyup devamlı secdede bulunsaydı (ve hep Rabb'iniövseydi) yüce Allah'ın rızâsı karşısında bu çok az kalırdı. (Ahmed, Müsned, 4/185; Taberânî, el-Kebîr, 17/122; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 1/51) Efendimiz (s.a.v), yüce Allah'a şirk koşmadan ölen kulun da yüce Allahüzerinde bir hakkı ve alacağı olduğunu haber vermiştir. Bu hak, Allah'ın müminkulunu affedip azap etmemesidir." (Buhârî, Cihâd, 46, Libâs, 101; Müslim, İmân, 38-39) Aslında kulun kendisinden kaynaklanan bir sebeple yüce Allah üzerinde bir hakkıve alacağı olmaz; fakat yüce Allah kendisine şirk koşmayan kulunu affetmeyikendisi için bir hak görüp müminlere rahmetini vaad etmiştir. O'nun vaadi hak,gerçekleşmesi muhakkaktır.
Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de kendisine ibadetten sonra anne babaya itaatiemretmiştir. Çünkü insanın varlığının hakiki sebebi Allah Teâlâ'dır; zahirîsebebi de anne ve baba yapılmıştır.Dinimizde yüce Allah'ın hakkından sonra gelen en büyük hak, anne baba hakkıdır.Bu öyle büyük bir haktır ki yüce Mevlâ, âyetlerde kendi hakkının peşinden hemenanne babanın hakkını zikrederek şöyle buyurmuştur:"Rabb'in sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza güzel muameleyapmanızı emreder. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsakendilerine 'öf bile deme, onları azarlama, her ikisine de yumuşak ve güzel sözsöyle. Onlara karşı şefkatli ve alçak gönüllü ol. Onlar için şöyle dua et:'Rabbim, onlar beni küçükken yetiştirip büyüttükleri gibi şimdi de sen onlaraacıyıp merhamet et' " (İsr a 23-24)Bundan daha güzel ifade olmaz.Yani, anne ve babanıza iyilik ederek ve onlara acıyarak muamele ediniz. Onlaryaşlandıkları zaman, onlara sert söz söylemeyiniz. Onların hizmetini seve seveyapınız; çünkü onlar daha önce sizin için nice fedakârlıklar yapmışlardı. Onlarayumuşak ve kibar söz söyleyiniz.İbn Ömer (r.a) âyet-i kerimeyi şöyle tefsir etmiştir: "Anne ve babaya hitapederken, 'Babacığım, anneciğim' demelidir."Atâ b. Ebû Rebâh (rah) bu âyet-i kerimenin tefsirinde, "Onların yanındakonuşurken, gözü onlara doğru çevirmeden, kendilerine dik dik bakmadankonuşmalıdır" demiştir.Yine Atâ b. Ebû Rebâh, "Onları azarlama"âyetini, "Onlara karşı elini silkeleme" diye tefsir etmiştir. (İbn Kesîr,Tefsir, 5/2082 (Beyrut 1998)).Mücâhid (rah) ise şöyle demiştir: "Anne babanızı isimleri ile çağırmayınız.Onları yalanlamayınız. Onlarla yumuşak konuşunuz. Onlara boş söz söylemeyiniz."Hasan-ı Basrî (rah) "...o ikisi (anne ve baban) için öf bile deme..." âyetinişöyle tefsir etmiştir:"...Annen ve baban senin yanında iyice ihtiyarlayıp lâzımlık tutunurlarsa öfdeme, kendilerini azarlama ve def-i hacette bulunduklarında burnunu tutma! Çünkü sen küçükken onlar senden i ğrenmiyorlar ve burunlarınıtutmuyorlardı..."
Anne babaya iyilik yapmak, onlara dil uzatmamak, onlara karşı gelmemek onlaraitaattendir. Anne babaya karşı gelmek, kendilerini dil veya hal ile incitmekbüyük günahtır. Dinen mahzurlu olmayan hususlarda anne babaya karşıgelmemelidir."Bana şükret, anne babana da teşekkür et" (Lokman 31/14) âyetinin tefsirinde büyük müfessir Süfyân b. Uyeyne (rah) şöyle demiştir:"Kim beş vakit namazı kılarsa yüce Allah'a şükretmiş olur. Kim de beş vakitnamazın peşinden anne babasının affı için dua ederse onlara teşekkürü yerinegetirmiş olur." (Kurtubî, el-Câmi; cüz 24, s. 61) Tabiînin büyüklerinden Kâ'b el-Ahbâr (rah) demiştir ki: "Allah Teâlâ, kul, anne ve babasına âsi olduğu zaman, onu helak etmekte aceleeder. Kul, anne ve babasına iyilik ve ihsanda bulunduğu müddetçe ömrübereketli olur. Onlara yapılacak iyilik, bir şeye ihtiyaç duyduklarında güç nisbetinde hacetlerini gidermektir." Bir adam Resûl-i Ekrem'e (s.a.v) geldi ve, "Yâ Resûlallah! Babam malımıelimden almak istiyor,ne yapayım?" dedi. Server-i Alem (s.a.v) ona,"Sen de malın da babanındır" buyurdu. (Ebû Davud, Büyü, 79 (nr. 3530); ibn Mâce, Ticârât, 64 (nr. 2291-2292); Ebû Nuaym, Hilye, 5/378) Abdullah b. Ömer (r.a), annesini sırtına almış tavaf yaptıran bir kişi gördü. Adam İbn Ömer'e (r.a), "Ey İbn Ömer! Böyle yapmakla annemin hakkını ödemiş olur muyum?" diye sordu, ibn Ömer, "Onun hakkının yüzde birini ödeyemezsin. Ancak iyi bakarsan ona yapacağın küçük hizmete çok sevap verilir" buyurdu. (Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 11; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, cild 8. cüz 15, 57.) Hasan-ı Basrî (k.s) Kabe'yi ziyaret ve tavaf ederken bir zat gördü. Adam arkasında bir zenbil ile tavaf ediyordu. Ona, "Arkadaş, arkandaki yükü koyup öyle tavaf etsen daha iyi olmaz mı?" dedi. O zat, "Bu arkamdaki yük değil, babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere buraya getirip tavaf yaptırdım; Çünkü bana dinimi, imanımı o öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi" dedi. O zaman Hasan-ı Basrî hazretleri adama dedi ki: "Kıyamet gününe kadar böyle arkanda getirip' tavaf yapsan, bir defa kalbinikırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider ve yine bir defa gönlünü yapsan, bu kadar hizmete karşılık olur."İmam Kurtubî (rah) demiştir ki: "Anne babaya iyilikte bulunmak, onlara itaat etmek, sadece müslüman anne babaya mahsus değildir. Anne baba kâfir bile olsalar onlara iyilik yapılır." Amr b. Mürre el-Cühenî (r.a) şöyle rivayet etmistir: Bir kişi, Resûlullah Efendimizin (s.a.v) yanına geldi ve; "Ey Allah'ın Resulü, ben beş vakit namazı kılıyorum, ramazan-ı şerif orucunu tutuyorum, zekâtımı veriyorum ve haccımı yapıyorum. Benim yapmam gereken başka bir şey var mı?" diye sordu. Efendimiz (s.a.v); "Kim anne ve baba hukukuna riayet ederek bunları yaparsa peygamberlerle ve sıddıklarla beraber olur" (Münzirî, et-Tergîb, nr. 3688.)buyurdu. Biri Efendimiz'e (s.a.v), "Biat için sana geldim; ancak geride anne babamı ağlar vaziyette bıraktım" deyince, Efendimiz (s.a.v); "Anne babana dön; onları ağlattığın gibi güldür"' (Ebû Davud, Cihâd, 31 (nr. 2528); Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 13; Nesâî, Bîât, 10) buyurdu. Selemeoğullan'ndan biri Resûlullah'a (s.a.v) gelerek; "Yâ Resûlallah! Annem ve babam vefat ettiler. Acaba onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?" diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v): "Evet, vardır. Bunlar, anne babana hayır dua etmen, affedilmelerini istemen, vasiyetlerini yerine getirmenn, yakın akrabalarını ziyaret edip haklarını koruman ve onların samimi dostlarına ikramda bulunmandır" buyurdu. (Buhârî, Edebü'l Müfred, nr. 35, Ebû Davud, Edeb, 118; İbn Mâce, Edeb, 2) Ebû Ümâme (r.a) anlatıyor: Bir adam, "Ey Allah'ın Resulü, anne ve babanın çocuk üzerinde hakları nedir?" diye sorunca Resûl-i Ekrem, "Onlar senin cennet veye cehenneme girme sebebindir; kendilerine ona göre davran" buyurdu. (İbn Mâce, Edeb, 1 (nr. 3662))
Anne babanın çocuğu üzerinde on hakkı vardır: 1. Anne baba aç oldukları zaman onları doyurur. 2. Giyeceğe muhtaç oldukları zaman, eğer gücü yeterse onları giydirir. 3. Hizmete muhtaç iseler onların hizmetini görür. 4. Onlar kendisini çağırdıkları zaman onların davetine icabet eder ve hemen yanlarına gider. 5. Bir şey emrettikleri zaman emirleri günah olmadığı müddetçe yerine getirir. 6. Anne baba ile konuşurken yumuşak konuşur. 7. Onları isimleri ile çağırmaz. 8. Onlarla beraber yürürken arkalarından yürür.9. Kendisi için istediğini, onlar için de ister, kendisi için istemediği bir şeyi onlar için de istemez. 10. Kendisine dua ettiğinde, yüce Allah'tan onlar için de af ve mağfiret diler. Vefatlarından sonra anne babayı razı etmek üç şeyle mümkün olur: 1. Çocuk, Allah Teâlâ'nın emirlerine uyup yasaklarından sakınmak suretiyle sâlih olursa. Çünkü anne baba çocuklarının sâlih olmasına sevinmesi kadar hiçbir şeye sevinmez. 2. Anne babanın akraba ve dostlarını ziyaret etmekle. 3. Anne baba için Allah Teâlâ'dan af ve mağfiret dilemek, onlar için sadaka vermek ve iyilik yapmakla. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Biz insana"... 'Bana şükret, anne babanıza da teşekkür et' diye vasiyet ettik. Dönüş banadır." (Lokman 31/14.) "4. Allah Teâlâ, anne ve babaya şükrü, kendisine şükürle birlikte zikretmiştir. Demek ki Cenâb-ı Hakk'a şükür, anne babaya teşekkürle tamam ol'ur. Kim Allah Teâlâ'ya şükreder, fakat anne ve babasına teşekkür etmezse, onun şükrü kabul olmaz. Bu konuda Efendimiz (s.a.v) bizleri şöyle uyarmıştır: "Allah Teâlâ'nın rızası, anne ve babanın rızâsındadır. Allah Teâlâ'nın gazabı, anne ve babanın gazabındadır." (Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 2; Tirmizî, Birr, 3) Abdullah b. Amr (r.a) şöyle rivayet etmiştir: Bir adam Resûlullah'ın (s.a.v) huzuruna geldi ve, "Yâ Resûlallah! Sizinle beraber cihada gelmek istiyorum" dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v) ona, "Annen ve baban var mı?" diye sordu; O da, "Var" deyince. Resûlullah (s.a.v), "Onların yanında bulun, senin cihadın budur, onlara hizmet et" buyurdu (Buhârî, Edeb, 3; Müslim, Birr, 1 (nr. 5); Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 20) Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuş tur: "Allah'ın bir kimseden razı olması babasının rızasına bağlıdır. Allah'ın gazabı da babanın gazabına bağlıdır. " (Tirmizî, Birr, 3 (nr. 1899)) Efendimiz (s.a.v) bir defasında hutbe verirken, "Burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtül sün" buyurdu. "Kimin, yâ Resûlallah?" dediler. "Anne ve babasından biri veya ikisi yanında ihtiyarladığı halde (onlara yapacağı hizmetle) cenneti kazanamayan kimsenin" buyurdu. (Müslim, Birr, 3; Tirmizî, Daavât, 100; Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 21; Ahmed, Müsned, 2/254.) Sahabeden biri, Efendimiz'e gelerek, "Yâ Resûlallah! En önce kime iyilik edeyim?" diye sordu; Efendimiz (s.a.v), "Annene"buyurdu. "Sonra kime?" diye sordu; Efendimiz (s.a.v) yine, "Annene" buyurdu. Üçüncü defa aynı soruyu sordu, yine, "Annene" buyurdu. "Sonra kime?" diye sorunca; Efendimiz (s.a.v), "Babana ve sonra sırasıyla akrabalarına" buyurdu. (bk. Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1; ibn Mâce, Edeb, 1 (nr. 3658); Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 3) Annenin, babadan önde tutulması, annenin çocuk için daha çok zahmet çekip yorulması, ona karşı daha şefkatli olması ve çocuğa hizmetinin çokluğundandır. Hz. Musa aleyhisselâm, Tûrisînâ'da Hak Teâlâ ile özel konuşma yaparken, "Yâ Rabbi! Âhirette benim komşum kimdir?" diye sordu. Cenâb-ı Hak ona, "Yâ Musa! Senin komşun, falan yerdeki, falan kasaptır" diye (a.s) Hz. Musa (a.s), hemen bahsedilen kasabın yanına gitti. Kasap Hz. Musa (a.s)’ya iman ediyor fakat kendisini tanımıyordu. Hz. Musa (a.s) adama, "Beni misafir eder misin?" diye rica etti. Kasap olur dedi, beraberce eve gittiler. Yemek zamanı gelince, kasap bir parça et pişirdi. Duvardaki asılı zenbili aşağı indirdi, içinde bulunan ve zayıflıktan iki büklüm olmuş bir kadına eti yedirdi, suyunu içirdi, üstünü başını temizleyip zenbile koydu. Hz. Musa (a.s), "Bu senin neyindir?" diye sordu. Kasap, "Annemdir. İhtiyar olup bu hale geldi. Tek başına oturamayıp düştüğü için böyle zenbilin içine koydum. Her sabah, akşam bu şekilde hizmetini ben görüyorum" dedi. Kasap annesine yemek verirken, annesi, "Yâ Rabbi, ben oğlumdan razıyım, sen razı ol, oğlumu cennette Hz. Musa'ya (a.s) komşu şu eyle" diye dua ediyordu. Hz. Musa (a.s) bu duayı işitti. Kasaba dönerek, "Müjde sana, Allah Teâlâ annenin duası kabul etti, senin günahlarını affetti ve seni cenette bana komşu yaptı" buyurdu. Muhammed b. Münkedir (r.a) gecelerini ibadetle geçirirdi. Ama annesi kendisinden sabaha kadar ayaklarını ovmasını istediğinde namazını bırakıp annesinin isteğini yerine getirirdi ve bu hareketi nafile namazından daha üstün sayardı.(Ebû Nuaym, Hilye, 3/150)
Anne babaya iyi davranmak farz, kötü davranmak haramdır. Yüce Allah'a şirkten sonra en büyük günah, anne babayı haksız yere incitmek ve haklarını çiğnemektir. Allah Teâlâ, "Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye ettik" (121 Ankebût29/8.) buyurmuştur. Resûl-i Ekrem (s.a.v), bir gün ashabına, "Size büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?" diye sordu. Ashâb-ı kiram, "Evet, bildir yâ Resûlallah" dediler. Server-i Âlem, "Allah Teâlâ'ya şirk koşmak, anne ve babaya âsi olmaktır" buyurdu ve bir yere dayanmakta iken doğruldu. Sonra,dinleyin! Bir de yalan yere şahitlik yapmaktır" buyurdu. (' Buhârî, Edeb, 6, isti'zân, 35; Müslim, imân, 38; Tirmizî, Tefsîr, Nisa (nr. 3017), Birr, 4) Görüldüğü gibi Fahr-i Âlem (s.a.v) anne babaya isyanı, onlara fena muamele etmeyi, onların hukukuna riayet etmemeyi, Allah Teâlâ'ya şirk koşmakla beraber zikretmiştir. Bundan şiddetle kaçınmalıdır. Ebü'd-Derdâ (r.a) anlatıyor: Resûlullah'ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu işittim: "Baba (ve anne) cennetin orta kapısıdır. İstersen (onlara hizmetinle) bu kapıyı muhafaza et, istersen (onları inciterek) bu kapıyı terket."(Tirmizî, Birr, 3 (nr. 1900); ibn Mâce, Edeb, 1 (nr. 3663)) Enes b. Mâlik (r.a) şöyle anlatmıştır: Efendimiz'in (s.a.v) zamanında, Alkame adında bir genç vardı. Hep taat üzere; olup kış ve yaz oruç tutar, geceleri sabaha kadar ibadet ederdi. Bir gün fenalık geçirdi, dili tutuldu. Durumunu Resûlullah'a (s.a.v) haber verdiler.' Resûl-i Ekrem (s.a.v) Hz. Ali ile Ammâr b. Yâsir'i onun yanına Alkame'ye kelime i şehâdeti söyletmek için, gönderdi Onlar, çalıştılarsa da dili dönmedi. HzAli, Bilâl-i Habeşî'yi Resûlullah'a gönderip durumu bildirdi. Resûlullah (s.a.v), "Alkame'nin annesi babası var mı?" diye sordu. Orada bulunan ashâb-ı kiram, "Yaşlı bir annesi var" dediler. Server-i Âlem (s.a.v), "Annesini buraya getirin" buyurdu. Hemen annesini çağırdılar. Resûl-i Ekrem (s.a.v) ona, Alkame'ye ne oldu, anlat! Seninle geçinmesi nasıldır?" buyurdu. Annesi şöyle anlattı: "Yâ Resûlallah! Alkame çok iyidir. İbadet ehlidir; hep ibadet ve taat üzeredir. Ama ben ondan azı değilim. Çünkü o, hanımının rızasını benim rızamdan önde tutmaktadır." Efendimiz (s.a.v), "Dilinin tutulması bu yüzdendir. Ona hakkını helâl et dili açılsın" buyurdu. Annesi, "Ey Allah'ın Resulü! O benim hakkımı çok çiğnedi; hakkımı helâl etmem" dedi. Efendimiz (s.a.v), "Ey Bilâl! Ashabı çağır; etraftan odun toplasınlar, ateş yaksınlar, Alkame'yi yakacağız; çünkü annesi ondan razı değildir" buyurdu. Annesi, "Yâ Resûlallah! Oğlumu, gözümün önünde mi yakacaksınız? Kalbim buna nasıl dayanır?" deyince, Resûl-i Ekrem (s.a.v), "Cehennem ateşi, dünya ateşinden çok daha kızgın ve yakıcıdır. Sen ondan razı olmadıkça, onun hiçbir taati makbul değildir" buyurdu. Annesi feryat ederek, "Yâ Resûlallah! Ben ondan razı oldum. Hakkımı helâl ettim" dedi ve eve gitti. Eve gittiğinde Alkame'nin sesini duydu. Kelime-i şehâdet söylüyordu. Dili açılmıştı. Aynı gün vefat etti. Efendimiz (s.a.v) cenaze namazını kıldırdı ve defin işinde bulundu. Sonra şöyle buyurdu: "Ey ashabım, ey muhacir ve ensar! Hanımını annesinden üstün tutana, Allah Teâlâ ve melekler lanet ederler. Onun farz ve nafile ibadetleri kabul edilmez." (bk. Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, 1/328; Bursevî, Rûhul-Beyân, 3/246; 4/314.)
Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, kendisine iyi davranıp hoş sohbette bulunmama en fazla kim hak sahibidir?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v), "Annen!"diye cevap verdi. Adam, "Sonra kim?" diye sordu; Resûlullah (s.a.v), "Anneni"diye cevap verdi. Adam tekrar,"Sonra kim?" diye sordu; Resûlullah (s.a.v)j yine, "Anneni"diye cevap verdi. Adam, "Sonra kim?" diye sorunca; Allah Resûlü (s.a.v) bu dördüncüde, "Baban!" buyurdu.(Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1 (nr. 1)) Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Siz insanların hanımlarına karşı iffetli davranın ki sizin hanımlarınız da iffetli olsun. Siz babalarınıza iyilik ve itaat ediniz ki çocuklarınız da size iyilik ve itaat etsinler." (Hâkim, Müstedrek, 4/154; Münzirî, et-Tergîb, nr. 3663. '" İbn Amr (r.a) anlatıyor: Bir adam, cihada katılmak için Hz. Peygamber'den izin istedi. Resûlullah (s.a.v), "Annen baban sağ mı?" diye sordu. Adam, "Evet" deyince, Efendimiz (s.a.v), "(Onlara hizmet de cihad sayılır), sen onlara hizmet ederek cihad yap"buyurdu (Buhârî, Cihâd, 138, Edeb, 3; Müslim, Birr, 1 (nr. 5); Ebû Davud, Cihâd, 31 (nr. 2529); Tirmizî, Cihâd, 2 (nr. 1671); Nesâî, Cihâd, 5). Muâviye b. Cüheyme'nin anlattığına göre, Cüheyme (r.a) Hz. Peygamber'e (s.a.v) gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, ben gazveye (cihada) katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişare etmeye geldim" dedi. Resûlullah (s.a.v),"Annen var mı?" diye sordu. O da, "Evet" deyince, Efendimiz (s.a.v), "Öyleyse onun hizmetinden ayrılma, çünkü senin için cennet onun ayağının altındadır" buyurdu. (Nesâî, Cihâd, 6.) Hâlid b. Mikdâm şöyle demiştir: Ben Allah Resûlü'nün anber saçan ağzındaf şunları işittim: "Cenâb-ı Hak sizin için annelerinize iyilik itaat ile ondan sonra derece derece akrabanıza iyilik ve ihsanı tavsiye eder."(İbn Mâce, 130) Hz. Ebû Bekir'in (r.a) kızı Hz. Esma (r.ah)j anlatıyor: Henüz İslâm'la şereflenmemiş olan müşrik annem yanıma geldi. Ona karşı nasıl davranmam gerektiğini Hz. Peygamber'den (s.a.v) sorarak, "Annem yanıma geldi, benimle (görüşüp konuşmak) arzu ediyor, anneme iyi davranayım mı?" dedim, Efendimiz (s.a.v), "Evet, ona gereken hürmeti göster" buyurdu. (Buhârî, E deb 8 , 1, Zeât, 14 ( nr. 50); Ebû Davud, Zekât 34; Buhârî, Edebü'l- Müfred, nr. 25) İbn Ömer (r.a) anlatıyor: Bir adam Efendimiz'e gelerek, "Ben büyük bir günah işledim, buna tövbe imkânım var mı?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v), "Annen var mı?" diye sordu. Adam, "Hayır, yok" dedi. "Peki, teyzen var mı?" diye sordu. Adam, "Evet, var" deyince Resûlullah (s.a.v), "Öyle ise ona iyilik yap (Ona yapacağın iyilik ve hizmet günahları nı temizler)'' buyurdu. (Tirmi-zî, Birr, 6)
Ebû Üseyd Mâlik es-Sâidî (r.a) anlatıyor: Bir adam, "Ey Allah'ın Resulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da kendilerine iyilik yapma imkânı var mı, onlar için nasıl iyilik yapabilirim?" diye sordu. Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Onlara hayır dua edersin, günahlarının affı için Allah'a yalvarırsın, varsa vasiyetlerini yerine getirirsin, anne ve babanın akrabalarının haklarını görüp gözetirsin ve onların dostlarına ikramda bulunursun." (Ebû Davud, Edeb, 129 (5142); İbn Mace Edeb,2) Abdullah b. Ömer (r.a) anlatıyor: Resûlullah'ın (s.a.v) şöyle buyurduğu nu işittim: "Kişinin yapacağı en üstün iyiliklerden biri, ölümünden sonra babasının dostlarıyla ilgilenmesi ve onlara iyilikte bulunmasıdır." (Müslim, Birr, 4; Ebû Davud, Edeb, 119 (nr. 5143); Tirmizî, Birr, 5) Ömer b. Sâib (rah) şöyle rivayet eder: Peygamberimiz (s.a.v) bir gün otururken sütbabası çıkageldi. Resûlullah (s.a.v) hürmeten, onun için, giydiği şeylerden birini serdi ve üzerine oturttu. Az sonra sütannesi geldi. Efendimiz (s.a.v) bunun için de elbisenin diğer tarafını serdi, kadın üzerine oturdu. Biraz sonra sütkardeşi geldi. Resûlullah (s.a.v) kalkarak onu da önüne oturttu." (Ebû Davud, Edeb, 119 (nr. 5145)) Efendimiz (s.a) şöyle anlatmıştır: "Sizden öncekiler içinde (İsrailoğulları’ndan) üç kişi yolda yürürlerken şiddetli bir yağmura tuttuldular. Yakınlarında bulunan bir dağdaki mağaraya sığındılar. O esnada dağdan kopup gelen büyük bir kaya parçası mağaranın ağzına yuvarlandı; çıkış deliğini üzerlerine kapattı. Bu hal karşısında aralarından biri diğerlerine, 'Hayatınızda Allah için yapmış olduğunuz amellerinize bakınız; onların hürmeti bereketine, Allah'a (c.c) dua ediniz; umulur ki Allah Teâlâ taşı aralar ve bu sıkıntıyı giderir' dedi. Bunun üzerine içlerinden biri şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Benim yanımda hayli yaşlanmış annem ve babam vardı. Ben onların sütünü içirmeden çocuklarıma ve aileme bir şey vermezdim. Bir gün ormanda bir ağaçla uğraşırken geç kaldım, geldiğimde uyumuşlardı. Onların içeceği sütü sağıp kendileri ne getirmiştim, onları uyandırmaktan çekindim. Onlara içirmeden önce çocuklarıma ve aileme içirmeyi de güzel bulmadım. Süt kabı elimde onların uyanmasını bekledim; böylece şafak söküp tan yeri ağarıncaya kadar onlar uyudu, ben bekledim. Fecirle birlikte uyandılar, sütlerini içtiler. Yâ Rabbi! Eğer bu amelimi senin rızân için yaptıysam, bize bir yol aç da içine düştüğümüz şu sıkıntıdan kurtulalım' dedi. Bunun üzerine mağaranın ağzını kapatan taş biraz aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Bir diğeri şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Amcamın bir kızı vardı. İnsanlar 'içinde en çok sevdiğim o idi. Ondan, bana yaklaşmasını istedim. O da bundan kaçındı. Nihayet, bir kıtlık senesinde sıkıntıya düştü, ihtiyacı için bana geldi. Kendisine, bana teslim olması için 120 dinar altın verdim. O da kabul etti. Kendisine yaklaşıp temasta bulunacakken bana, 'Ey Allah'ın kulu! Allah'tan kork; nikâhsız olarak bekâret mührümü bozma!' dedi. O bana insanların en sevgilisi olduğu halde hemen o işten vazgeçtim. Verdiğim altınları kendisine bıraktım. Yâ Rabbi! Bunu sırf senin rızân için yaptıysam, içine düştüğümüz şu sıkıntıyı gider, bizi buradan kurtar!' dedi. Kaya biraz daha aralandı, fakat çıkılacak gibi değildi. Üçüncüleri ise şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Ben ücretle işçi çalıştırırdım, onların ücretini günlük olarak verirdim, fakat işçilerden biri ücretini almadan gitti. Ben de onun bu ücretini çalıştırdım. Hatta ondan birçok mal elde ettim. Uzun bir müddet sonra o işçim dönüp geldi ve, 'Ey Allah'ın kulu, bana ücretimi ver!' dedi Ben de kendisine, 'Şu gördüğün deve, koyun inek, hayvan sürüleri ve köleler senindir!' dedim. Adam hayret edip, 'Ey Allah'ın kulu, benimle alay etme!' dedi. Ben de, 'Gerçekten seninle alay etmiyorum; onlar nindir, al götür' dedim; o da hepsini alıp götür Ey Allahım, eğer ben bunu senin rızân için yaptıysam, şu içine düştüğümüz sıkıntıdan bizi kur tar!' dedi. O zaman kaya tamamen açıldı, adamlar mağaradan yürüyerek çıktılar." (Buhârî, Edeb, 5; Müslim, Zikir, 27; Ahmed, Müsned, 2/116. Hadisin son kısmı için bk. Ebû Davud, Büyü', 27.)
Abdullah b. Amr b. Âs (r.a) naklediyor: Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ'nın rızâsı, anne ve babanın rızasındadır. Allah Teâlâ'nın gazabı, anne ve babanın gazabındadır." (Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 2; Tirmizî, Birr, 3) Ebü'd-Derdâ (r.a) anlatıyor: Resûlullah şöyle buyurdu:"Baba cennetin orta kapısıdır. Dilersen bu kapıyı terket, dilersen muhafazaet." (Tirmizî, Birr, 3 (nr. 1900); ibn Mâce, Edeb, 1 (nr. 3663)) Hz. Ömer (r.a), bir bayram günü oğlunun eski elbisesini giydiğini gördü. İmkân bulup da ona yeni bir elbise alamamıştı. Onu bu halde görünce ağladı. Oğlu, "Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Hz. (r.a), "Diğer çocuklar seni bu eski elbise içinde görünce kalbinin incinmesinden ve üzülmenden korkuyorum" dedi. Oğlu, "Babacığım, insan bunun için kalbi kırılıp üzülmez ki! Bir insan ancak yüce Allah'ın rızâsınadan mahrum kalır yahut anne babasının hakkını çiğneyip onları incitirse o zaman üzülür. Ben seni memnun ederek Allah Teâlâ'nın benden razı olmasını ümit ediyorum" dedi.Hz. Ömer (r.a) oğlundan bunları işitince, ağladı, onu bağrına bastı, kendisine hayır dua etti. (Gazâlî, Mükâşefe tü'l-Kulûb, s. 419 (Beyrut 1991)) Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkak (k.s) anlatıyor: "Ebû Amr-ı Bîkendî bir mahalleden geçiyordu. Mahalle halkı, gencin birini tutmuş, kendilerini rahatsız ediyor diye mahalleden dışarı atmaya çalışıyorlardı. Gencin annesi olduğu anlaşılan bir kadın ise ağlıyordu. Ebû Amr, kadıncağıza acıdığı için mahalle halkına ricada bulunup, kendi hatırı için, bir defaya mahsus olmak üzere genci affetmelerini, tekrar rahatsız etmesi halinde, hemen çıkarmalarını istedi Ebû Amr'ın hatırı için, halk genci serbest bıraktı. Bir zaman sonra, Ebû Amr yine o yerden geçerken, o kadının yine ağladığını gördü. Sebebini sorunca, gencin vefat ettiğini öğrendi. 'Peki, halinde düzelme olmuş muydu?' diye sordu. Kadın şöyle anlattı: Vefatı yaklaştığında beni yanına çağırdı ve şöyle dedi: 'Öldüğüm zaman, ölüm haberimi kimseye duyurma. Onları rahatsız etmiştim. Cenazeme gelmedikleri gibi, bana da lanet ederler. Ben yaptıklarıma pişman oldum. Çok göz yaşı döktüm, inşallah Rabbim beni affeder. Sen de benim için Allah Teâlâ'ya dua et. Beni kabre defnederken, senden başka kimse bulunmasın. Defin işi bittikten sonra da beni affetmesi ve hesabımın kolay geçmesi için Cenâb-ı Hakk'a dua et. Çünkü annenin duası kabul olunur.' Bunları söyledikten sonra vefat etti. Ben vasiyetini aynen yerine getirdim. Kabrin başından ayrılacağım sırada, kabirden oğlumun sesini işittim. Şöyle dedi: Anneciğim! Eve dönebilirsin. Rahat ol. Benim için üzülme. Artık ben, kerem sahibi olan Rabbim'e kavuştum.'"(Kuşeyrî, Risale, s. 309; Bursevî, Rûhu'l-Beyân, 10/358)
Âlim ve evliyanın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (k.s) ilim öğrenme arzusu ile yandığı gençlik günlerinde bir gün, iki arkadaşıyla anlaşıp başka yerlere gitmek, oralarda ilmini artırmak ve Allah Teâlâ'nın rızâsını kazanmak istedi. Bu karar ve anlaşmayı annesine açıkladı. Annesi buna çok üzülerek, "Yavrucuğum! Ben zayıf, kimsesiz ve hastayım. Benim hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız, çaresiz kime bırakıyorsun?" dedi. Bu sözler üzerine genç Muhammed b. Ali Tirmizî'nin gönlüne dert düştü ve arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmayı bozup seferden vazgeçti, iki arkadaşı ise onu yalnız bırakıp, ilim tahsili için yola çıktılar. Buna ziyadesiyle üzülen Muhammed b. Ali, ne annesinden ayrılabildi ne de gönlünden ilim aşkını silip atabildi. Yalnız kaldığı zamanlarda, tenha yerlerde uzun uzun ağlardı. Yine bir gün mezarlıkta oturmuş ağlıyor, hem de, "Ben burada cahil ve ilimden mahrum kaldım, arkadaşlarım âlim gelecekler" diye düşünüyordu. Böyle ağladığı bir sırada yanına aniden nuranî yüzlü, tatlı sözlübir ihtiyar çıkageldi ve, "Yavrum, niye ağlıyorsun?" diye sordu. O da başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine o zat, "Kısa zamanda o iki arkadaşını ilimde geçmen için, her gün sana ders vermemi arzu eder misin?" diye sordu. O da, "Evet, arzu ederim" cevabını verdi. Bunun üzerine bu tatlı sözlü, nur yüzlü mübarek ihtiyar, Muhammed b. Ali'ye her gün ders verdi. Üç yıl devamlı ders okudu. Üç yıl sonra, bu mübarek zatın Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Hakîm-i Tirmizî şöyle demiştir: "Bu büyük devlet bana, annemin rızası ve duası bereketiyle ihsan olundu."Evliyanın büyüklerinden Muhammed Bâkibillah (k.s) ilk günlerini şöyle anlatmıştır:"Manevî terbiyeye ilk girdiğim günlerde muhterem annem, kararsızlığımın, kudretsiz liğimin ve zayıflığımın çokluğunu görünce, kırık ve mahzun bir kalp ile ihtiyaç ve acz içinde ağlayarak Allah Teâlâ'ya yalvarıp, şöyle dua etti: "Ey benim ve seni istemekte her şeyden vazgeçmiş ve gençliğin lezzet ve arzularından el çekmiş olan oğlumun Rabb'i! Ya onu maksadına kavuştur veya beni daha fazla yaşatma ki, oğlumun maksadına kavuşmamasına ve elemine dayanamıyorum." Annem çok defa gece yarıları dışarı çıkar, Allah Teâlâ'ya böyle münâcât ve dua ederdi. O dua ve yalvarmaları sebebiyle, Cenâb-ı Hak benim gözümü açtı. Allah Teâlâ benim adıma ona en iyi karşılıklar ve bol sevaplar versin."
Çocuğun Hakkı
Baba, ailenin reisi olup ailedekilerin din ve dünyalarından sorumludur. Bulûğ çağına kadar bir çocuğun bakım, eğitim, terbiye ve farz olan ilimlerinin öğretilmesi babaya aittir. Baba, ya kendisi öğretmeli ya da öğretene göndermelidir. Bu işte anne de babanın yardımcısı olup ikinci derece sorumludur. Özellikle kız çocuklarının terbiye ve yetişmesinde annenin hizmeti büyüktür. Bütün bunlar emanete sahip çıkmak ve yüce Allah'a karşı sorumluluğumuzu yerine getirmektir. Aile içinde Allah rızâsı için yapılan bütün çabalar, çalı şmalar ve harcamalar birer sadakadır, hayırdır, hizmettir. En güzel hizmet, insanın nefsine ve nesline edep kazandırmasıdır; çünkü edebin sonu cennettir. Edep, zengin fakir her ailenin kurtuluş sebebidir. Ona yönelmelidir. Edep, helâl dairede yaşamaktır; bu da her işini âlemlerin Rabbi yüce Allah'ın emrine göre yapmaktır. Resûlullah Efendimiz (s.a.v) bir aile resinin temel görevlerini/çocuğun baba üzerinde haklarını özetle şöyle belirlemiştir: 1. Ona güzel bir isim koyması. 2. Okuma yazmayı (ve farz ilimleri) öğretmesi. 3. Evlenecek yaşa gelince onu evlendirmesi.(Müttakî-i Hindî, Kenzü'l-Ummâl, nr. 45416.) Hz. Resûlullah (s.a.v)şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınıza yedi yaşına geldiği zaman namazı (öğretin ve kılmalarını) emredin. On yaşına geldiklerinde kılmazlarsa el ile hafifçe dövün. On yaşında yataklarını ayırın."(Ebû Davud, Salât, 26; Tirmizî, Salât, 182) Yüce Allah, rahmet Peygamberi'nin (s.a.v) şahsında bütün aile reislerine şu emri vermiştir: "Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; seni biz rızıklandınyoruz. Güzel sonuç, takva ile elde edilir." (Tâhâ 20/132)Bu âyet indiği zaman, Hz. Fâtıma (r.ah) ile Hz. Ali yeni evlenmişler ve özel bir eve ayrılmışlardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v), sevgili kızı Hz. Fâtıma (r.ah) ile damadı Hz. Ali'yi (r.a) sabah namazına kaldırmak için evlerine kadar bizzat teşrif ediyor, zahmete giriyor, kendilerine şefkatle seslenerek, "Allah size rahmet etsin, haydin namaza!"diye çağırıyordu. Buna altı ay devam etti. (bk. Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 5/613) Anne ve babalar bu konuda çok hassas olmalıdır. Uyku halindeki bir kimseyi ibadet gibi gönül huzuru isteyen bir işe çağırırken, çok tatlı ifadeler kullanmalıdır. Sert davranışlar ve hakaret içeren sözlerle ibadete çağrılmaz. Çocuklarımızı ibadete çağırırken gerekirse ciddi olmalı, fakat asla nefret ettirmemelidir. Buna özellikle sabah namazında dikkat etmelidir. Bu işte yüce Allah'tan yardım istemeli, sabır, dua ve tevazu ile yuvamıza ilâhî rahmeti çekmelidir.
Din konusunda baba ve anneye düşen en önemli iş, çocuklarından yapmasını istedikleri güzel şeyleri önce kendilerinin yapması ve buna devam etmesidir. Âyette, "Ailene namazı emret, sen de sabırla ona devam et!" buyrularak bize, terbiyenin temel kuralı öğretilmektedir. Bu hüküm, bütün hayırlı işlerde böyledir. Hz. Ali (r.a) der ki: "Çocuklarınıza şu üç şeyi öğreterek terbiye verin: 1. Onlara Hz. Peygamber'in (s.a.v) sevgisini aşılayın. 2. Hz. Pegamber'in (s.a.v) Ehl-i beyt'ini sevdirin. Kur'ân-ı Hakîm'i okutun (ilâhî edepleri öğretin). Şüphesiz Kur'an hafızları Allah'ın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde peygamberler ve seçilmiş kullar ile birlikte olurlar."(Müttakî-i Hindî, Kenzü'l-Ummâl, nr. 45409) Adamın biri yanında oğlu ile birlikte Hz. Ömer'e (r.a) gelerek, "Bu benim oğlumdur; bana karşı geliyor" diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) adamın oğluna, "Allah'tan korkmuyor musun, niçin anne babana karşı geliyorsun? Anne babanın evlâdı üzerinde şu kadar hakkı var" diye genci uyardı. O zaman, genç çocuk, "Ey müminlerin emîri, çocuğun baba üzerinde hiç hakkı yok mudur?" diye sordu. Hz. Ömer de (r.a), "Evet vardır. Çocuğa iyi bir anne seçmesi, doğunca güzel bir isim koyması, ona Kur'ân-ı Ke-rîm'i ve farz ibadetlerini öğretmesi, evlenecek yaşa gelince evlendirmesi, çocuğun babası üzerindeki haklarındandır" buyurdu. O zaman çocuk, "Vallahi, babam, müslüman kadınları bırakıp 400 dirheme satın aldığı bir câriye ile evlendi. Bana güzel bir isim vermedi. İsmimi böcek mânasına gelen Cu'la koydu. K ur'ânı Kerîm'den ve ibadetlerden hiçbir şey öğretmedi" dedi. Bu söz üzerine Hz.Ömer, çocuğun babasına dönerek, "Oğlum bana itaat etmiyor, diyorsun. Halbuki o sana karşı gelmeden önce sen onun haklarını çiğnemişsin; şimdi kalk ve oğluna karşı vazifeni yap"diye adamı azarladı. Adamın biri Abdullah b. Mübârek'e (rah) gelerek, çocuğundan şikâyet etti. Abdullah b. Mübarek, "Çocuğuna hiç beddua ettin mi?" diye sordu. Adam, "Evet, ettim" deyince, Abdullah b. Mübarek, "Çocuğun ahlâkını sen bozmuşsun" dedi.(Gazâlî, İhya, 2/1037) Ebü'l-Esved ed-Düelî (r.a) oğullarına hitaben,' "Ben sizinküçüklüğünüzde, büyüklüğünüzde ve hatta siz doğmadan size iyilik ettim" dedi. Onlar da, "Öbürlerini anladık, ama biz doğmadan öncebize nasıl iyilik ettin ki?" dediler. Cevap şu oldu: "Ben size soyu temiz, asalet ve edebi yerir de bir anne seçtim; kimsenin ona bir şey söylmeye dili varamaz."(Mâverdî, Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, s. 236) Birinin, babasını dövdüğü görüldü. Çocuğa, "Niçin babanı dövüyorsun, onu bırak" dediler. Bunu üzerine babası, "Ona dokunmayın, beni dövsün. Çünkü ben babamı aynen bu yerde dövmüştüm. Ben nasıl babamı burada dövdüysem şimdi de aynı yerde oğlum beni dövüyor" dedi. İnsan anne babasına, büyüklerine ve üstatlarına karşı yaptığı kusurlarına samimi bir tövbe edip helâllik almazsa, cezasını dünyada benzer bir kusur ile çeker. Bunun bir de âhireti vardır. Bir işte hüküm sahibi yüce Allah olursa, kimse haksız iken haklı duruma geçemez. Şimdiden bunu düşünmeli ve bütün kusurlarımıza tövbe etmelidir. Sâlihlerden biri, oğluna bir şeyi yapması için hiç emretmezdi. Şayet bir ihtiyaç olursa oğluna değil başkasına emrederdi. Ona bunun sebebi sorulunca şöyle demiştir: "Oğluma bir şey emredersem belki emrimi tutmaz da bana karşı gelebilir. Bu yüzden cehennem ateşine müstehak olur. Halbuki ben oğlumun cehennem ateşinde yanmasını istemiyorum. Bunun için ona doğrudan bir emir vermiyorum." Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Çocuğunu terbiye et; çünkü sen, çocuğuna öğrettiğinden mesulsün. O da sana yapacağı iyilik ve itaatten mesuldür." İbn Nüceyd (k.s) der ki: "İnsanı terbiye etmek, ona mal ile ihsanda bulunmaktan daha hayırlıdır." Sa'dî-i Şîrâzî (k.s) şöyle der: "Ey insanoğluadının unutulmamasını istersen, çocuğuna ilim hüner, marifet öğret ve onu akıllı yetiştir. Böyle yaparsan arkanda seni rahmetle anan bir kişi bırakmış olursun."(Şeyh Sa'dî, Bostan, s. 360.)Yine Sa'dî-i Şîrâzî (k.s) anlatıyor: Diyarbakır'da yaşlı bir adamın misafiri idim. Adam çok zengindi ve güzel bir oğlu vardı. Bir gece bana şöyle anlattı: "Ömrümde bundan başka evlâdım olmadı. Buradaki vadide bir ağaç vardır ve ziyaret yeridir. Herkes orayı ihtiyacı için ziyarete gider. Ben de: birçok gece o ağacın dibinde Cenâb-ı Hakk'a yalvardım. Bana bu çocuğu ihsan buyurdu. İşittiğime göre oğlum arkadaşlarına yavaşça demiş ki: 'Keşke ben de o ağacın yerini bilseydim de gidip babamın ölmesi için dua etseydim.' "(Şeyh Sa'dî, Gülistan, s. 219 (trc. s. 144).)Yıllar geçip gider de, babanın mezarını bir kere bile ziyaret etmezsin. Sen baban için ne hayır işledin ki kendi oğlundan bir hayır göresin!(Şeyh Sa'dî, Gülistan, s. 220 (trc. s. 144))Bir baba, çocuğuna bulûğ yaşına kadar farz ilimleri ve ibadetleri öğretir, kendisi de yaparak örnek olursa temel vazifesini tamamlamış olur. Çocuğun bulûğ çağından veya evlendikten sonra yapacağı kusurlarından baba sorumlu olmaz. Yeter ki o kötü işlere baba sebep olmasın. (Baba ve annenin görevleri hususunda geniş bilgi için, bkz Temel Aile ilmihali; Semerkand)
Eğer bir anne baba, çocuklarına yüce Yaratıcı'ya karşı isyanı emrederlerse işte o zaman kendilerine itaat haklarını kaybederler. Hak yolundaki rehberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) bu konudabize şu ölçüyü vermiştir: "Yüce Yaratıcı'ya isyanı emreden hiç kimseye itaat edilmez." (bk. Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, imâre, 38; Ebû Davud, Ci-hâd, 86; Tirmizî, Cihâd, 29; Ahmed, Müsned, 3/213; Hâkim, Müstedrek, 3/123) Bu kimse anne baba, hoca, koca, ağa, paşa ve padişah da olsa hüküm değişmez. Ashaptan Sa'd b. Ebû Vakkas (r.a) şöyle anlatmıştır:Müslüman olmadan evvel anneme karşı çok iyi davranırdım. Müslüman olup Hz. Peygamber'e (s.a.v) tâbi olunca, annem buna razı olmadı. Bana, "Ey Sa'd, sendegördüğüm bu yeni dine girme işin nedir? Sen ya bu dini terkedip eski dinine(putperestliğe) dönersin ya da ben hiçbir şey yiyip içmem, ölene kadar açdururum. Ben bu halde ölünce insanlar seni, 'Ey annesinin katili' diyeayıplarlar" dedi. Ben kendisine,"Anneciğim, böyle yapma, ben hiçbir şey için dinimi terketmem!" dedim. Bir günyemeden durdu; zorlanmaya başladı. Bir gün daha aç bekledi. Bu defa dahaşiddetli zorlandı. Onun bu halini "Ey anne, şunu iyi bil; vallahi senin bin tane canın olsa, her bir canın da açlıktan tek tek çıksa ben bu dinimi asla terketmem; ister ye ister yeme!" dedim. Benim ciddi olduğumu görünce, derhal açlık boykotunu terkedip yemeye başladı.(Süyûtî, ed-Dürrü'i-Mensûr, 6/521-522; İbn Kesîr, Tefsir, 6/2745 (Burada, isim Sa'd b. Mâlik olarak geçmektedir)Diğer bir rivayette ise annesi, oğlunu yukarıda geçen Kur'an âyetini hatırlatarak kınamış ve, "Senin inancına göre Allah anne babaya iyi davranmayı emrediyor. Ben de senin annenim; sana bu dediğimi yapmanı emrediyorum!" demiştir. (Ebû Ya'lâ, Müsned, nr. 782))Günümüzde de benzer olaylar yaşanmaktadır. Bazı aileler dinin edep ve hükümlerinden uzak bir hayat sürmektedir. Bu aileler medeniyet ve özgürlük adına pek çok haram işi güzel diye işlemektedir. Tabii olarak çocukları da bu atmosfer içinde yetişmektedir. Günün birinde aile fertlerinden biri bu haramlara tövbe ederek Allah'a dönmekte, İslâm'ın helâl ve haram hükümlerini uygulamak istemektedir, işte bu noktada imtihanı başlamaktadır. Tövbe eden, ailenin çocuğu olunca, taassup içindeki ailenin tepkisi daha farklı olmaktadır. Anne baba bu gelişmeden sevineceğine, sinir krizi geçirmektedir. Bazı anne babalar dine dönen, namaza başlayan, başını kapatan çocuğu için delirdi demektedir. Bazıları alıp doktora götürmekte, bazıları vazgeçirmek içinbüyü gibi her yolu denemektedir. Allah'a dönen çocuğunu mirasından mahrum örnekle tehdit eden anne babalar da vardır. Bütün bu örnekleri bizzat işittik. Bir kısmı bize soruldu. Soranlar, "Bu durumda ne yapacağız?" diye! çare arıyorlardı.Onlara özetle şunları söyledik:Bu durum ilk defa sizin başınıza gelmiyor; tarih boyunca olmuştur; ihtimal, kıyamete kadar da olacaktır. Bu bir imtihandır. Karşılaştığınız tepkiden korkmayın. Allah diyen haklıdır, hayra dönen hak yoldadır. Size karşı çıkanları şimdilik mazur görün; çünkü onlar! Hakkı bilmiyorlar, görmüyorlar, anlamıyorlar. Onlar Mevlâ'ya değil şeytana kulak veriyorlar; doğruya tersten bakıyorlar; zehre bal, bala zehir diyorlar. Sabredin; ibadete, örtüye, zikre devam edin. Kimseyle, özellikle anne babanızla din konusunda kavgaya girmeyin. Kendiniz ikna olmuşsanız, onları ikna etmek için fazla çırpınmayın. İşi zamana bırakın. Kendileriyle dünya işlerinde, evin içinde güzel geçinin. Sadece onların haram olan isteklerine uymayın. Söz kavgaya dönüşüyorsa sükût ederek savın. Doğru bildiklerinizi Allah içir yapın. Gösterişe kaçmayın. Kimseden alkış ve aferin beklemeyin. Herkese yapamıyorsanız da anne babanıza hidayete ermeleri için dua edin. Bundan sonrası yüce Allah'ın hükmüne kalmıştır. O, ne dilerse o olur. Hidayet O'nun elindedir. Kullar ancak bir vesiledir.
Bazan anne baba kendileri ve çocukları adına ilâhî emrin dışında tercihler yapabilir; helâl ve hayırlı olanı bırakıp harama yönelebilir. Çocuk farkında olursa bu yanlışa katılmamalı, ayrıca münasip bir dille onları uyarmalı ve kendilerine niçin katılmadığını açıkça söylemelidir. Bazan da insanın nefsi kendisini haram işlerte davet eder; aynı şekilde ona da itaat etmemelidir. Şu kesin olarak bilinsin ki haram işlerde saadet yoktur. Nefsin ilâcı, Allah'a ve Resûlü'ne itaattedir. Hayır ve huzur bundadır. Yüce Allah'a razı olanın yüzü güler. Güzel iş, nefsin hoşuna giden değil, âlemlerin Rabbi Allah'ın razı olduğudur, işlerin sonu önemlidir. Güzellik gönülde ve edepte olursa devamlı olur. Haram işlerde güzellik yoktur. Allah'a ve Resûlü'ne isyan olan bir işte kimseye itaat edilmez, edilmemelidir. Efendimiz (s.a. v)Cüleybib isimli bir sahâbîyi evlendirmek istiyordu. Cüleybib (r.a) kısa boylu ve zahiren görünüşü sevimsiz biri idi. Resûlullah (s.a.v) Cüleybib için ensardan bir kızın babasına dünürlüğe gitti. Kızın babası, "Annesine bir danışayım, ona göre karar verelim!" dedi. Efendimiz de (s.a.v), "Evet, bu güzel olur" buyurdu. Adam evine gitti, durumu hanımına açtı; kadın, "Hayır, vallahi olmaz! Allah Resulü kızımız için bula bula Cüleybib'i mi buldu! Biz onu nice isteyenlere vermedik" diye karşı çıktı. Kız perdenin gerisinden bunları dinliyordu. Kızın babası ailenin olumsuz kararını haber vermek için Hz. Resûlullah'a (s.a.v) gitmeye hazırlanıyordu; o sırada genç kız yanlarına çıktı ve onlara, şu âyeti okudu: "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin erkek ve kadınların onun aksine bir tercih yapma hakkı yoktur. Kim Allah ve Resûlü'ne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (Ahzâb 36)Sonra şöyle dedi: "Ben Allah Resûlü'nün benim için razı olduğu şeye razıyım ve emrine teslim oldum. Siz Allah Resûlü'nün emrini geri mi çevirmek istiyorsunuz; eğer o sizin için damat olarak bu adama razı oldu ise beni onunla evlendirin!" dedi. Onun bu sözü anne ve babanın aklım başına getirdi ve, "Kızımız doğru söylüyor!" dediler. Kızın babası hemen Resûlullah'a (s.a.v) giderek, "Eğer siz kızımızın onunla evlenmesine razı iseniz biz de razıyız" dedi. Efendimiz (s.a.v), "Ben razıyım" buyurdu ve kızı Cüleybib (r.a) ile evlendirdiler. Efendimiz (s.a.v), daha sonra kızı yanına çağırdı; onu takdir ederek, kendisine rızkının bol ve geçiminin güzel olması için hayır dua etti. Bundan sonra ensar içinde bu kadından daha fazla mal ve hayır sahibi kimse olmadı. Hz. Enes () der ki: "Ben Medine'de Cüleybib'in hanımından daha fazla hayır yapan ve malından infak eden kimse görmedim." Cüleybib (r.a) Peygamber Efendimizle (s.a.v) katıldığı bir savaşta şehid düştü. Şehid düşmeden önce müşriklerden yedi kişiyi öldürmüştü. Efendimiz (s.a.v) onun için, "Bu bendendir; ben de ondanım" buyurdu.(Birbirini tamamlayan rivayetler için bk. Ahmed, Müsned, 3/136; Abdürrezzâk, Musannef, nr. 10333; ibn Hibbân, Sahîh, nr. 4059; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, 1/334 (Beyrut 1997); İbn Abdülber, el-istiâb, 1/336-337 (Beyrut 1995)) Günümüzde çok tartışılan ve yanlış anlaşılan konulardan biri de ailede ve cemiyette kadının haklarıdır. Kulun hakkını Cenâb-ı Hak belirler. Mülk sahibi O'dur; hüküm de O'na aittir. O, kime neyi vermişse ona razı olunmalıdır. Gaye nefsi değil yüce Rabb'i razı etmektir. İnsan nefsi Allah'tan razı olmadıkça hiçbir şeye razı olmaz, hiçbir şey onu tatmin edip gözünü doyurmaz. Resûlullah Efendimiz (s.a.v) insanın yaratılışındaki bu hırsı anlatırken, şöyle buyurmuştur: "İnsana bir vadi dolusu altın verilse ikincisini ister, ikincisi verilse üçüncüsünü ister, o bir türlü doymak bilmez. Onun gözünü ancak bir avuç toprak doyurur (İnsan kabre girince bu hırstan kurtulur). Fakat kim tövbe ederse Allah tövbesini kabul eder."'(Buhârî, Rikak, 10; Müslim, Zekât, 116-117; Tirmizî; Zühd, 27)Erkek ve kadının yaratılışına göre vazifelen değiştiği gibi, aldıkları vazife ve sorumluluklara göre de hakları değişik olmaktadır. Herkes yüce Allah'ın kendisine belirlediği hakkını istemekte eşittir, fakat herkesin alacağı hak, isteyeceği hizmet ve bekleyeceği hürmet eşit değildir.
Hanımın Hakkı
Kadının yuvada farklı durumları vardır. Kadınbir taraftan kocasının hanımı iken,diğer taraftan çocuklarının annesidir. Kadının hanım olarak kocasına karşı mühim vazifeleri vardır. Öyle ki kocanın hakkının büyüklüğünü ifade için Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Eğer bir insanın diğer insana secde etmesi dinimizde caiz olsaydı, hakkının büyüklüğünden dolayı kadının kocasına secde etmesini emrederdim". (Ebû Davud, Nikâh, 40; ibn Mâce, Nikâh, 4; İbn Hibbân, Sahîh, nr. 4171; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 7/292)Tabii ki buradaki koca yuvayı Allah'ın emaneti gören, sözü hak, işi hak, istediği hak olan ve hakları koruyan âdil bir kocadır. Kendisi yüce Rabb'ine secdeye yanaşmayan, işi hakka uymayan ve haramları emreden bir koca, böyle bir hürmeti ve hizmeti hak etmez. Fakat kadını anne olarak ele aldığımızda durum değişmektedir. Çocukları önünde anne, babadan daha fazla hak ve hizmete lâyıktır. Gönlünü hoş tutma ve güzel geçim konusunda babadan üç derece önde gelir. Sahabeden birisi, Hz. Peygamber'(s.a.v) e gelip, "Anne ve babamdan hangisi daha fazla iyilik yapmama ve kendisiyle ilgilenmeme lâyıktır?" diye sorunca, Hz.Peygamber(s.a.v) de üç defa anneyi zikretmiş, dördüncüde, "Anneden sonra baba gelir, sonra sırasıyla yakın akrabalarla ilgilenmek gerekir" buyurmuştur.(Tirmizî, Birr, 1; Ebû Davud, Edeb, 120; İbn Mâce, Edeb, 1; Ahmed, Müsned, 5/3, 5)Hz. Resûlullah (s.a.v), Selmân-ı Fârisî (r.a) ile Ebü'd-Derdâ'yı (r.a) kardeş yapmıştı. Selmân-ı Fârisî, Ebü'd-Derdâ'yı ziyarete geldiğinde hanımını eskipüskü bir elbise içinde gördü; durumunu sorunca kadın, "Kardeşinin dünyada kadına veya başka bir' şeye ihtiyacı yok, bizimle hiç ilgilenmiyor!" dedi. Biraz sonra Ebü'd-Derdâ geldi, Selmân-ı Fârisî ona merhaba etti. Sonra yemek getirildi, Selmân-ı Fârisî, "Haydi ye" dedi. Ebü'd-Derdâ, "Ben oruçluyum" dedi. Selmân-ı Fârisî, "Vallahi sen yemeden ben bir şey yemeyeceğim" dedi. Bunun üzerine Ebü'd-Derdâ (nafile orucunu açarak) yemek yedi. Selmân-ı Fârisî, o gece Ebü'd-Derdâ'nın yanında kaldı. Gecenin bir kısmı geçince Ebü'd-Derdâ geceyi ibadetle geçirmek için kalktı; Selmân-ı Fârisî ona engel olarak, "Ey Ebü'd-Derdâ, Rabb'inin sende hakkı var, ailenin sende hakkı var, bedeninin sende hakkı var; her hak sahibine hakkını ver. Devamlı oruç tutma; bazan oruç tut, bazan ye. Gecenin bir kısmında uyu, bir kısmında kalk ibadet et. Hanımınla ilgilen ve bazan onunla birlikte ol" dedi. Sabah vakti yaklaşınca Selmân-ı Fârisî, "Şimdi kalk, ibadet edelim" dedi ve ikisi birlikle kalkıp gece namazı kıldılar, sonra sabah namazı için mescide gittiler. Hz. Peygamber (s.a.v) namazı kıldırınca Ebü'd-Derdâ kalkıp Resûlullah Efendimiz'in huzuruna gitti ve Selmân-ı Fârisî'nin kendisine söylediklerini haber verdi; Hz. Peygamber (s.a.v), Selmân-ı Fârisî'nin söylediklerini aynen tekrarlayarak, "Selmân doğru söylemiş"buyurdu. (Buhârî, Savm, 51; Tirmizî, Zühd, 64; ibn Hibbân, Sahîh, nr. 320; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 4/276) Yine bütün geceyi ibadetle gündüzleri de oruçla geçiren Abdullah b. Amr'ı, rahmet Peygamberi (s.a.v) şöyle uyarmıştır: "Böyle yapma, bazan oruç tut, bazan tutma; gecenin bir kısmında kalk ibadet yap, bir kısmında yatıp uyu. Hiç şüphesiz bedeninin sende hakkı var, gözlerinin sende hakkı var, hanımının sende hakkı var, misafirinin sende hakkı var."(Buhârî, Savm, 51)Ebû Saîd-i Hudrî (r.a) anlatıyor:Hz. Peygamberin (s.a.v) huzurunda idik, bir kadın geldi, Allah Resûlü'neşu şikâyette bulundu: "Kocam Saffân b. Muattal, ben namaz kıldığımda beni dövüyor, oruç tuttuğumda orucumu açtırıyor, sabah namazını da güneş doğunca kılıyor." Kocası Saffân da oradaydı, Allah Resulü ona hanımının söylediklerinin ne olduğunu sordu. Saffân şu açıklamada bulundu: "Onun, 'Namaz kıldığımda beni dövüyor' sözünün aslı şudur: Bu kadın namaz kılarken çok uzun sûreler okuyor, beni bekletiyor, kendisine böyle yapma dedim, dinlemedi, ben de dövdüm." Bunu dinleyen Allah Resulü, "Bir kısa sûre okunsa insana yeter!" buyurdu. Saffân sözüne şöyle devam etti: "Onun, 'Oruç tuttuğumda orucumu açtırıyor' sözüne gelince, bunun aslı şudur: Bu kadın ben izin vermediğim halde sürekli nafile oruç tutuyor. Ben genç biriyim, sabredemiyorum, kendisiyle eğlenmek istiyorum, o da orucum diyor, bunun için oruç tutmasını istemiyorum." Bunu dinleyen Allah Resulü, "Hiçbir kadın kocasının izni olmadan nafile oruç tutmasın!" buyurdu. Saffân sözüne şöyle devam etti: "Onun benim güneş doğmaya yakın namaz kıldığım sözüne gelince, durum şudur: Ben ailemin geçimi için gece çalışan biriyim. Bizim iş hayatı böyledir. Gece geç yattığım için (bazan) sabah namazına vaktinde uyanamıyorum" dedi. Bunu dinleyen Allah Resulü, "Ey Saffân, uyandığında namazını kıl!" buyurdu.(Ebû Davud, Sıyâm, 74; Ahmed, Müsned, 3/80; Hâkim, Müstedrek, 1/436; İbn Hibbân, Sahih, nr. 1488. Hadisin açıklaması için bk. Ali el-Kârî, Mirkatü'l- Mefâtîh, 6/375-376 (Beyrut 2001)) Demek, iyi niyet ve ibadet için de olsa kocanın veya hanımın hakkını ihmal etmek hak değildir. Gaye, yüce Allah'ı razı etmektir. Rabbimiz bizden edebe uygun hareket etmemizi istemektedir. Edep, ilme uyarak korunur.
Mirasta kadının hakkı erkekten farklıdır. Erkek, ailenin geçim, bakım, tedavi, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını temin ile görevli olduğu için, babanın mirasıpaylaşılırken kız kardeşinin iki katı paya sahiptir. Kocanın mirasında zevcenin, çocukların mirasında annenin payı erkeklere göre biraz azdır. Bu yüce Allah'ın belirlediği bir haktır. Mirası bu ölçülere göre taksim etmek önemli bir vazifedir. Bunun sebeplerivardır. Aksini savunmak veya mirasta eşitlik aramak yanlıştır.İslâm aile hukukunda ailenin reisi erkektir. Erkek, ailenin geçim, yeme içme, giyim, kuşam, barınma, tedavi, eğitim gibi temel ihtiyaçlarından sorumludur. Normal şartlarda kadının ailede masrafı gerektirecek hiçbir sorumluluğu yoktur. Bu kadar yükün altında olan bir erkeğe babasının mirasından biraz fazla verilmesi tam bir adalettir. Bunda kız çocuğunu küçümseme, geri plana itme veya ihmal etme gibi bir şey yoktur. Zaten bu kız, evlenip gittiği yuvada mirastan fazla pay almış bir erkeğin hanımı olacaktır. Böylece, kocasının payı ile kendi payı bir araya gelince denge sağlanmaktadır. Kadına babasından veya annesinden miras olarak hiçbir şey bırakılmamış olabilir. Kadının evlenirken bir mal varlığına sahip olması lâzım değildir. Sonra her babanın erkek ve kız çocuklarına illa bir miras bırakma görevi yoktur. Mümkünse güzel olur, değilse vebali yoktur. Bir kadının babası veya başka bir yetkili, kadına, mirastan dinimizin belirlediği haktan fazlasını vermişse kadın onu erkek kardeşlerine iade etmelidir. Kadın diğer vârislerle anlaşmazsa ve he-lâlleşmezse vebale girer. Vârisler isterlerse ona bu miktarı bağış yapabilirler.
Dinimizde kadının evinin dışında cemiyetin önemli işlerinde görev alma hakkı vardır. Kadın, seçme ve seçilme yetkisine sahiptir. Eğitim, sağlık, sanat, hukuk, asayiş, harp, hizmet gibi en önemli alanlarda ehil olduğu her işi icra imkânı vardır. Bütün bunlar, kadının fıtratına ve edebine uygun şekilde yapılır. Kadının gücünü aşan, fıtratına ters gelen işlere heves etmesi, kendisini ezer, etrafını üzer, işi perişan eder. Meselâ bu işlerden biri en üst seviyede devlet başkanlığıdır. Bu, en mühim kararların verildiği, orduların sevk ve idare edildiği, sürekli mücadele ve koşmayı gerektiren bir görev olup kadının fıtratına uygun değildir. Bunun için bu görev kadına uygun görülmemiş ve ondan istenmemiştir. Meşhur hadis-i şerifte bu işi yapanların yüzünün gülmeyeceği şöyle haber verilmiştir: "İdare ve işini bütünüyle bir kadına veren toplum felah bulmaz!"(Buharî, Megâzî, 81; Tirmizî, Fiten, 75; Nesâî, Âdâbü'l Kudât, 8; Taberânî, el- Evsat, nr. 4052; Heysemî, Mec-mau'z-Zevâid, nr. 9060; Süyûtî, es-Sagfr, nr. 7393) Camide umum cemaate imamlık yapmak, minarede ezan okumak da kadına verilmeyen bir görevdir. Kadının en emli görevinin annelik olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Erkekler kadının gördüğü her işi icabında yapabilirler, fakat annelik görevini yapma imkânları yoktur. Yüce Yaratıcı bu temel görevi sadece kadın cinsine yüklemiştir. Bu görev neslin devamı için şarttır. Kadını bu görevden uzaklaştırmak, ancak bir milletin kökünü kurutmaya ve insanlığı yok etmeye hizmet eder. Dinimizde kadınların haklarını yüce Allah belirlemiş ve her müslümana bunları korumasını emretmiştir. Kadınların bunların dışında kendilerini savunmaya ve hak arama derdine düşmesine gerek yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v), önceleri kadınların haklarını koruma altına almak için herkesin ölmeden vasiyet yaparak kadın ve çocukların haklarını korumasınıemretmişti. Daha sonra gelen âyetlerle herkesin hakkı belli olunca, Efendimiz (s.a.v), Veda haccında,"Hiç şüphesiz Allah, erkek kadın her hak sahibine (mirastaki) hakkını vermiştir; artık ölen kimsenin (miras için) vârislere bir vasiyet yapmasına gerek yoktur" buyurdu. (Ebû Davud, Vesâyâ, 6; Tirmizî, Vesâyâ, 5.) Dinini keyfine göre değil de yüce kitabına göre yaşamak isteyen her müslüman erkek vekadın, bu hakları bilmeli ve korumalıdır.
Hak yiyip tövbe etmeyenin hakkından Cenâb-ı Hak gelir. Bir de kadının özellikle kocası tarafından korunması gereken hakları vardır. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur:"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belirli hakları vardır. Bununla birlikte erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece üstünlük (ve sorumluluğu) vardır."(Bakara, 228) Ebû Musa-el Eş'arî (r.a) naklediyor: Osman b. Maz'ûn'un(r.a) hanımı Hz. Peygamber'in (s.a.v) hanımlarının yanına girdi. Annelerimiz onu bu şekilde kötü ve pejmürde bir halde görünce, kendisine, "Sen Kureyş'in en zengin adamının hanımı iken ne bu halin?" diye sordular. O da,"Kocam geceleri ibadetle, gündüzleri de sürekli oruç tutmakla meşgul; benimle hiç ilgilenmiyor" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v) eve gelince, pak zevceleri kadının durumunu kendisine haber verdiler.Efendimiz (s.a.v), Osman b. Maz'ûn (r.a) ile karşılaşınca, ona, "Ey Osman, ben senin için güzel bir örnek değil miyim?" diye sordu, Osman b. Maz'ûn, "Anam babam sana feda olsun Ey Allah'ın Resulü, bu nasıl söz?" dedi. Allah Resulü,"Geceleri sürekli ibadetle, gündüzleri de oruçla geçiren sen değil misin? Böyle yapma! Hiç şüphesiz hanımının senin üzerinde hakkı var, bedeninin senin üzerinde hakkı var. Gecenin bir kısmını ibadetle geçir, bir kısmında uyu. Bazan oruç tut, bazan ye. İbadet için hanımını ihmal etme!" buyurdu. Bu ikazı alan sahâbî, hanımı ile ilgilenmeye başladı. Aslında kadın, süslenmeyi ve koku sürünmeyi seven bir hanımdı. Kocası ilgisiz kalınca o da bunları terketmişti.Bu ilgiden sonra tekrar bakımını güzelleştirdi. Hane-i aadete annelerimizin yanına geldiğinde, sanki yeni gelin gibiydi. Annelerimiz, hayretle durumunu sorunca kadın, "Diğer hanımların kocalarının ilgilendiği gibi kocam da benimle ilgilendiği için böyleyim" dedi. (İbn Hibbân, Sahîh, nr. 316; Ebû Ya'lâ, Müsned, nr. 7242; Heysemî, Mecmau'z- Zevâid, 4/301-302; Diğer rivayette, gelen kadının Huveylid bint i (r.ah) olduğu belirtilmektedir. Efendimiz (s,a.v) kadının pejmürde halini görünce, onu bekâr ve fakir zannedip, durumunu Âişe validemize (r.ah) sordu. Âişe validemiz, kadının evli olduğunu, fakat zengin kocasının ilgisizliği yüzünden kadının kendine bakımı terkedip bu hale düştüğünü söyledi. Allah Resulü hemen kocasını çağırıp, "Sen benim sünnetimden yüz mü çevirdin?" diye sordu. Osman b. Maz'ûn da (r.a), "Hayır, bilakis ben senin sünnetinin peşindeyim" deyince, Efendimiz (s.a.v), "Allah'tan kork, benim sünnetim böyle değil!" buyurdu ve sünnetini söyledi.(Ahmed, Müsned 6/268. Aynı konuda bk Ebu Davud Tetavvu’, 27 (nr. 1369))) Yine ibadet aşkı ile evlenmeyi terketmek isteyen ve ailelerini ihmal eden bir gruba rahmet Peygamberi (s.a.v), şu uyarıyı yapmıştır: "Size ne oluyor ki böyle yapıyorsunuz? Vallahi ben sizin Allah'tan en çok korkanınızım ve O'na karşı en takvâlı olanınızım; bununla birlikte ben bazan oruç tutar bazan yerim. Geceleri hem namaz kılar hem de uyurum. Kadınlarla evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir."(Buhari, Nikah, 1; İbn Hıbban Sahih, nr.317)
Hak Önceliği
Günümüzde bazı kimseler, ibadet, ilim ve hizmet uğruna da olsa, ölçüyü kaçırarak, aile ve çocuklarını ihmal etmektedir. Bu haksızlıktır; hak dinin terbiyesine terstir. Şeytan sadece kötü işleri değil, hayırlı işleri de kullanıp usulsüz ve ölçüsüz yaptırarak evin huzurunu kaçırabilir. Aynı şekilde bazı kadınlar da hizmet adına, ailede huzuru bozacak davranışlara girmektedir. Hele bazı kadınlar özel toplantı, sohbet ve muhabbet partilerine katılarak evinin zaruri işlerini ve kocanın hakkı olan hizmetleri yüz üstü bırakmaktadır. Bunlar insanı mesut etmez, mesul eder. Kur'an ve Sünnet'e uymayan her iş dengesizdir; dengesiz her iş zararlıdır. Âlemlere rahmet Peygamberimizin (s.a.v) ailesinin hakkını korumadaki şu örnek hali, onu seven bütün ümmete ders olarak yeter. Âişe validemiz (r.ah) anlatıyor: Bir gece Allah Resulü yanıma geldi, yatağa girdi, öyle ki cildi cildime değdi. Sonra bana, "Ey Âişe, izin ver de kalkıp Rabbim'e ibadet edeyim" dedi. Ben de,"Hiç şüphesiz senin yakınlığın benim hoşuma gider, ama ben senin arzunun yerine gelmesini de severim" dedim. Bunun üzerine Allah Resulü kalktı, evdeki su kırbasının yanına gitti. Ondaki su ile abdest aldı, fazla da su kullanmadı. Sonra namaza durdu, Kur'an okudu, ağlamaya başladı. Baktım ki göz yaşları göğsüne doğru akıyordu. Namazın sonunda oturdu, Allah'a hamd ve sena etti. Yine ağlıyordu. Öyle ki göz yaşları kucağınadökülüyordu. Sonra sağ yanı üzere uzandı, sağ elini yanağının altına koydu, yine ağlıyordu. Göz yaşları yere damlıyordu. Nihayet fecir vakti geldi, Bilâl içeri girdi, kendisine sabah namazının vaktinin girdiğini bildirmeye gelmişti. "Ey Allah'ın Resulü, namaz vakti girdi" dedi; onu böyle ağlıyor görünce, "Ey Allah'ın Resulü, Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını atfetmişken sen neden ağlıyorsun?" diye sordu. Efendimiz (s.a.v), "Ey Bilâl, ben (bunca ihsanlara karşı) şükreden bir kul olmayayım mı? Hem ben nasıl ağlamam, bu gece Allah bana şu âyetleri indirdi: "Hiç şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün birbiri peşisıra gelişinde gerçek akıl sahipleri için nice âyetler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken ve yanları üzeri yatarken (her hallerinde) Allah'ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Sonra, 'Rabbimiz, sen bunları boş yere yaratmadın. Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih eder, uzak tutarız. Sen bizi cehennemateşinden koru' derler." Allah Resulü sonra şöyle buyurdu: "Bu âyetleri okuyup da üzerinde hiç düşünmeyenlere çok yazık!"(İbn Hibbân, Sahîh, nr. 620; Ebü'ş-Şey hy,e Athelrlâikdui'rn.- NHeabniı m186; ibn Kesîr, Tefsir, 2/828-829 (Beyrut 1998))Demek ki bir peygamber bile nafile ibadet için hanımını ihmal etmiyor.
Erkek için dışarıdaki farz ibadetler ve zaruri işler bitip eve dönünce, evde ailesinin hakkı başlar. İbadet için de olsa hanımı ihmal etmek, görmezlikten gelmek doğru değildir. Asıl iş, hakları koruyarak ibadet yapmaktır. Her hak sahibine hakkını vermek bir ibadettir. Bütün ibadetler nefsin keyfine göre değil, dinimizce öğretilen edebe göre yapılmalıdır ki din Allah için yaşanmış olsun. Kadın nafile oruç tutarken kocası yanında ise onun iznini almalıdır; çünkü gündüz kocanın nefsine ait hizmetleri görmek, nafile ibadetten daha önce gelir. Aynı şekilde koca da bütün geceyi ilim veya ibadetle geçirecek ve hanıma hiç vakit ayırmayacaksa hanımından izin almalıdır. Fazilet, edep ve efendilik budur. Hadisten öğrendiğimize göre, erkek ilk yatış anında hanımı ile birlikte olsa ve bu beraberlik uyuyana kadar devam etse bu (uyuduktan sonra gece ibadetine veya sabah nanazına kalkmak için izin istemeye gerek yoktur. Nafile ibadet için böyle izin gerekli iken, hanımını sırf keyfi için ihmal edenlerin büyük kusur işlediği kesindir. Nefsimize yan çıkıp kibirlenmenin bir faydası ve fazileti yoktur. Hepimiz bir damla sudan yaratılmışız. Tevazu gösterelim. Kusur işleyince çocuk da olsa özür dileyelim. Çocuklarımıza bu ahlâkları gösterelim ki onlar da İslâm'ın güzelliğini evlerinde görsünler, yüce dinimizi sevsinler, bizi örnek alıp ahlâk edinsinler ve bu mirası gelecek nesillere aktarsınlar. Bizler çocuklarımıza edebi miras bırakalım yeter. Onlara mal bırakamazsak üzülmeyelim; edep onların dünyasını cennet etmeye ve âhirette cennete götürmeye yeter.
Hak sahibi kadar, hak sırasını bilmek de önemlidir. Farzı terkedip nafilenin peşine koşan kimse, hata etmektedir. Çünkü en önemlihak her vaktin içindeki kuldan istenen farzı yapmaktır. İmâm-ı Rabbânî'nin (k.s)belirttiği gibi yüce Allah'ın emri olan bir farzı yapmak, binlerce sünnetten, bir sünnet binlerce edepten üstündür. Annesini ihmal edip arkadaşına ikram etmek hak değildir. Kendi hanımına sert davranıp yabancılara efendilik yapmak nezaket ve mürüvvete sığmaz. Kendi evlâtlarına hiç tebessüm etmezken, tanımadığı çocuklara gülücüklerdağıtana merhametli insan denmez. Günümüzde, kendisine, yuvasına, komşusuna ait hizmetlerden kaçıp kendinihayvanların hizmetine adamış kimseler vardır. Hayvan sevilir, korunur, beslenir; fakat bunun bir sırası ve usulü vardır. Meselâ, güzelliğim bozulacak diye çocuk sahibi olmaktan kaçıp süs köpeği besleyen bir kadın, kendisine, sevgisine, vaktine ve nakdine yazık etmiştir. Kadının görevi köpek yavrusu beslemek değil, kendi yavrusunu büyütüp beslemek ve terbiye etmektir. Köpeğin görevi, yeri ve yiyeceği bellidir. Yanındaki fakir komşusu çocuğuna çorba bulamazken, bir kemiğe razı olacak köpeğe her gün yüzlerce lira harcamak, merhamet ve adalet değildir. Bir Allah dostu şöyle der: "Bir kimse herkese iyi davransa da kümesindeki hayvanına kötü muamele yapsa o kimse güzel ahlâk sahibi değildir."(Kuşeyrî, Risale, s. 317) Bir kedi yüzünden cehenneme giren kadının haberi çok ibret vericidir. Efendimiz'in (s.a.v) bildirdiğine göre, önceki ümmetlerden bir kadın evindekikediyi bir yere hapsetti, ona yiyecek vermedi, serbest de bırakmadı ki hayvan başının çaresine baksın. Bu halde hayvan açlıktan öldü; bu zulmü yüzünden kadın cehenneme girdi.(Buhârî, Bed'ü'Halk, 16; Müslim, Selâm, 151.) İnsan, dışarıdaki her hayvandan sorumlu değildir; fakat koruma ve hizmetine aldığı her hayvandan sorumludur. Bu hayvanın yemesi, içmesi, sıhhati, kesim hayvanı ise zamanı gelince güzel bir usulle kesimi sahibi üzerine bir haktır. Açlıktan sırtı karnına yapışmış bir hayvanı gören rahmet Peygamberi (s.a.v), hemen durdu, insanları uyararak şöyle buyurdu: "Şu dilleri bağlı hayvanlar hakkında Allah'tan korkun; onlara güzelce binin ve onları güzelce kesip yiyin; onları böyle aç ve bitkin bırakmayın"(Ebû Davud, Cihâd, 44.)Hayvanın hakkı onu yaratıldığı hizmet alanında kullanmaktır. Hayvanları oyun eğlenceye alet etmek, hedef yapıp atış talimi yapmak, onları birbiri ile dövüştürmek, hayvana lanet okumak yasaktır. (İlgili hadisler için bk. Müslim, Birr, 80; Ebû Davud, Cihâd, 50-51; Tirmizî, Cihâd, 30.) Ayrıca, hayvanın bakımını güzel yapmak, onu aç susuz bırakmamak, yük hayvanı ise haddinden fazla yük yüklememek gerekir. Eti için beslenen hayvanı keserken yüce Allah'ın adını zikretmek, keskin bir bıçakla güzelce kesmek hayvanın sahibi üzerindeki hakkıdır. Bütün bunlarla birlikte onları bizim emrimize ve hizmetimize veren Rabbimiz'i tanımak, O'na çokça şükretmek, O'nu teşbih ve zikretmek en temel haklardandır. Bunlar yapılmazsa Allah korusun insan, etini yediği, üzerine bindiği hayvandan aşağı bir dereceye düşer. Hayvanların haklarından biri de onların üzerinde zuhur eden ilâhî âyetleri, yaratıcı kudretin tecelli ve cilvelerini seyretmek, onlardaki sırrı düşünüp ibret almak ve böylece bir çeşit fikir, zikir ve şükürle ibadet yapmaktır. Hayvanlar yüce Allah'ın hizmet ordusudur; onlarla insanlara hizmetler sunduğu gibi, bazan onlarla zalim insanlara ceza da verir. Kuşlarla Ebrehe'nin ordusunu, sinekle Nemrud'u, çekirge ile bazı azgın kavimleri helak ettiği gibi.Yeryüzündekilere merhamet edene, göktekiler de merhamet eder. Acıyana acınır. Seven sevilir. Bir gün Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman (rah), Şeyhülislâm EbüssuûdEfendi'ye (rah) şiir halinde şöyle bir soru sormuş:"Meyve dalına konsa bir karınca, Vebali olur mu karıncayı kırınca?"Ebüssuûd Efendi (rah), kendisine yine şiir şeklinde şu cevabı göndermiş: "Yarın Hak divanını kurunca, Kanûnî'den hakkın alır karınca." Âhirette Hakk'ın divanı kurulunca öyle bir adalet uygulanır ki kimsenin zerre kadar hakkı zayi olmaz. Birbirine haksızlık eden hayvanların arasında bile kendi hallerine uygun ödeşme yapılır. Bunun için bilerek bir insana ve hayvana haksızlık etmekten sakınmalıdır. Velîlerden Ebû Süleyman Havvâs (k.s) şu olayı anlatır:Bir merkebe binmiş gidiyordum. Sinekler merkebin başına konup onu rahatsızediyorlardı. O da başını yere eğip duruyordu. Ben de elimdeki sopa ile başınavuruyordum. Bir ara merkep başını kaldırarak bana,"Vur bakalım, bir gün senin başına da aynı şekilde vurulur!" dedi.Olayı nakleden Hüseyin Râzî, Ebû Süleyman'a, "Gerçekten bu olayı yaşadın mı?"diye sorunca, Ebû Süleyman, "Evet, senin beni işittiğin gibi ben de merkebinsöylediğini işittim" demiştir(Kuşeyrî, Risale, s. 440).İnsan olsun hayvan olsun hepsinin bir hakkı var. İnsanlar gibi hayvanlar dabirer emanettir. Yaratan her şeye şahittir. O'nun mülkünde yaşıyoruz, haksahibi O'dur. Öyleyse O'nun yarattığı bütün varlıklara nasıl davranacağımızıO'ndan öğrenelim, ölçüyü bilelim, dikkat edelim. Özür dilenecek bir iş yapmışsakşimdiden özür dileyelim-
Hakta mümin kâfir ayırımı olmaz.Cenâb-ı Hak, müslümanlara karşısındaki herkese ilme ve adalete uygundavranmalarını emretmiştir, ilâhî hüküm şudur: "Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutun. Kendinizin, anne babanızın ve akrabalarınızın zararına da olsa Allah için doğru şahitlikte bulunun. Haklarında hüküm verdikleriniz veya şahitlikte bulunduklarınız zengin veya fakirolabilirler, siz onları kayırma derdine düşmeyin; Allah onlara sizden daha yakındır. Kötü arzularınıza uyup adaletten sapmayın. Şayet doğruyu eğer büker veşahitlikten vazgeçerseniz, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır."(Nisa, 135)Hak verilirken uzak-yakın, dost-düşman, zengin-fakir, amir-memur, paşa-köle ayırımı yapılmaz. Cenâb-ı Hakk'ın ölçüsüne göre kim neyi hak etmişse o kendisine verilmelidir. Âdil insan, haksız ise kendi nefsini bile mahkûm eder, o, oğlunu kızını kayırma derdine düşmez. Parayı veya sopayı görünce hükmünü değiştirmez. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed Efendimiz (s.a.v) bir zenginin işlediği hırsızlığı affettirmek 'Çin gelen sahabelerine sitem ederek, "Vallahi sizden öncekiler bu yüzden helak oldular. Onların içinde bir zengin suç işlese onu affeder, fakir suç işleyince hakkından gelirlerdi. Vallahi, kızım Fâtıma bile hırsızlık yapmış olsaydı onun da elini keserdim" buyurdu ve zengine gereken ceza verildi.(Buhârî, Fezâilü Ashâbi'n-Nebî, 18; Müslim, Hudûd, 11; Tirmizî, Hudûd, 6; Nesâî, Kat'u's-Sârik, 5, 6; Ahmed. Müsned, 3/356, 395) İşte kâinat bu ahlâka muhtaçtır. Bu ahlâka ulaşmadan hiçbir fert, ev, cemiyet ve millet huzuru sağlayamaz. Bu ilâhî bir kanundur, aksine gidenin başarı şansı yoktur. Kimse, insanlara yüce Allah'tan daha merhametli değildir. Onun vermediği bir hakkı vermeye kalkmak, ceza verdiğine acımak gerçekte bir merhamet ve adalet değildir. Ayağı kesilmesi gereken bir hastaya acıyıp kesimi yapmamak merhamet midir?Ca'de b. Hübeyre (r.a), bir gün Hz. Ali'nin (r.a) yanına geldi. Onun hüküm verirkengösterdiği dikkat ve adaletine çok hayret ediyordu. Hayretini şöyle dilegetirdi:"Ey müminlerin emîri! Sana dava çözdürmek için iki adam geliyor. Biri seni canından, aile ve malından daha çok seviyor. Diğeri ise elinden gelse seni boğazlamak istiyor. Buna rağmen sen, bazan seni sevmeyen kimseyihaklı görüp diğerini mahkûm ediyorsun! Bu nasıl oluyor?"Hak dostu Hz. Ali (r.a) eliyle adamın göğsüne vurarak, şöyle dedi:"Bu öyle bir iştir ki, eğer bana ait olsaydı senin dediğin gibi beni sevenikayırırdım, fakat bu ancak Allah için yapılacak bir iştir; keyfine göre hükümverilmez."(Müttaki, Kenzü’l Ummal, nr. 14350; Kandehlevî, Ha-yâtü's-Sahâbe, 2/349-350)İnsanın hak adamı olup olmadığı bir alacak anında, kavga zamanında ve düşmanıkarşısında belli olur. Bizi sevmeyenin hakkını korumak mertliktir. Terbiye veedep seviyemiz böyle zamanlarda belli olur.Allah dostundan "hakkımı yiyecek" diye korkmaya gerek yoktur; çünkü o nefsinideğil haklıyı kayırır. Bundan dolayı onlara Hak dostu denir. Gerçekten kimin Hakdostu olduğu yarın Hak divanında belli olur, fakat bugün de Hak dostlarınıniçini dışa yansıtan güzel halleri vardır.Abdullah b. Revâha (r.a), Resûlul-lah (s.a.v) tarafından Hayberbölgesindeki arazilerin ürünlerini tesbit, teftiş ve taksimi ilegörevlendirilmişti. O bölgede müslümanlarla anlaşma yapmış olan yahudileryaşıyordu.Abdullah b. Revâha (r.a) her sene gelir, ne kadar ürün yetişmişse tesbit eder,yarısını kendilerine ayırmalarını, yarısını da İslâm devletine teslim etmelerinisöylerdi.Yahudiler, Hz. Peygamber'e (s.a.v) gelip onun tesbit ve taksim konusundaki aşırıtitizliğinden şikâyet ettiler. Bir ara da kendisine rüşvet teklif ettiler. Bununüzerine Abdullah (r.a) onları toplayarak şöyle dedi:"Ey Allah'ın düşmanları, bana haram mı yedirmek istiyorsunuz? Vallahi ben, banainsanların en sevimlisi olan bir peygamberin yanından geldim. Siz ise bu küfürhalinizle varlıklar içinde hiç sevmediğim kimselersiniz. Bununla birlikte, sizeolan kızgınlığım ve Hz. Peygamber'e (s.a.v) olan sevgim beni, size kar şıadaletsiz davranmaya sevketmez. Ben, anlaşmaya göre hakkınız ne ise onu sizeveririm."Bunu işiten yahudiler, "İşte gökleri ve yerleri ayakta tutan adalet budur" dediler.(İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 4/199; Kandehlevî, Ha-yâtü's-Sahâbe, 2/164.)Yüce Allah müminlere yeryüzünde hakkı ayakta tutma görevi vermiştir. Sadecehakkı korumak için hâkim ve şahit olmamızı emretmiştir. Mümin, dost-düşmanayrımı yapmadan, kim haklı ise ona hakkını vermekle yükümlüdür. Kendi zararınada olsa hakkı söylemekle görevlidir.Kim hakkı korursa Cenâb-ı Hak da onu korur.Herkesin niyetine ve işine şahit olarak yüce Allah yeter.O'nun güzel isimlerinden biri de Hakk'tır.
Terbiye Islah
Dinimiz rahmet dinidir; peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) bütün âlemlere rahmetolarak gönderilmiştir; kitabımız Kur'an bir hidayet, nur, huzur, şifa ve terbiyekitabıdır; ancak insan nefsini terbiye ederken, bozulmuş fıtratını düzeltirken,kötü huylarını iyisi ile değiştirirken hiç rahatı bozulmayacak, canı yanmayacak,nefsi sıkılmayacak demek yanlıştır. Dinimiz ne emretmişse sonuçta hepsi insan ve insanlık için bir rahmet, şifa vehuzur sebebidir. İnkâr kiriyle kararmış kalpler anlamasa, ilâhî aşkı tatmamış veterbiye olmamış nefisler kabul etmese de durum budur. Bu din, akılla ortaya konup düzenlenmiş bir sistem değil,bütün akıllan yaratan yüce Allah'ın terbiyesidir. Kulu yaratan onun derdini vedermanını bilmez mi ? Sonra, dinimizde, inkâr ve isyan kirlerinden temizlenmiş akılların kabuledemeyeceği hiçbir şey yoktur. Gizli-açık, büyük-küçük bütün günahlar kalbi kirleten, aklı karartan ve manevîhisleri öldüren birer hastalıktır. Bu hastalıkların insan bünyesinden temizlenmesine terbiye denir. Bu temizlik yapılırken, tedavi gereği, nefse acıveren bazı uygulamalar da gerekebilir. Sonuç sıhhat ve afiyet olunca, birkaç gün acı ilâç içmeye itiraz edilir mi? Ayağı kangren olmuş bir kimsenin ayağının kesilmesine acımak aynı hastalığınbütün vücuduna yayılmasını beklemek değil midir? Bu tavır hasta için bir merhamet midir yoksa cinayet midir?
Dinimizde haksız yere dövmek haram olduğu gibi, elindeki alet, silâh, sopa,bıçak ve demir türü bir şeyle insanları korkutmak bile yasaktır. Bir kimseyi haksız yere eliyle incitmek haram olduğu gibi, diliyle üzmek,hakaret etmek, küçültmek, alaya almak, arkasından gıybetini yapmak da haramdır. Hatta karşısındaki insana gözüyle sert bakarak tedirgin ve rahatsızetmek bile yasaktır. Allah'ın dininde insan bu kadar muhterem, şerefli ve koruma altındadır. Rahmetdini budur; bu dinde normal şartlarda kimseye zahmet vermek yoktur. Dinimizde, ölen kimseye bile hürmet edilir; hakaret edilmez. Bizimle savaşan vesavaş meydanında öldürülen düşmanımızın bile ölüsüne karşı zulüm, hakaret türü bir şey yapılmaz. Vücudu kesilip doğranmaz, ateşte süründürülüp intikam alınmaz. Cihaddan gaye, insanların saadet yolunu tıkayan engelleri ortadan kaldırmaktır. Bu arada, insanlık bünyesini inkâr ve zulümle kemiren zalimler, yüce Allah'ın emrettiği şekildetedavi edilir, temizlenir, cemiyet canilerden kurtarılır. Bu nefse göre değil,ilâhî emre göre yapılırsa hayır olur; yoksa anarşi olur. Anarşi çıkarmak iseharamdır. Dinimizde insanlar gibi hayvanlar da haksız yere incitilemez, dövülemez. Kesilecek hayvanın bile incitilmeden en rahat şekilde kesilmesigerekir. Âlemlere rahmet Peygamber Efendimiz (s.a.v), yüzüne damgayapılmış bir hayvan görünce: "Bunları yapmaktan sakının. "Hayvanların yüzüne damga vuran ve insanların yüzüne vurarak döven kimseleri lanetlediğim size ulaşmadı mı"? (diye insanları uyarmıştır.(Ebu Davud Cihad 52)
İslâm dininde suçlara verilen bütün cezalar, mahir bir doktor tarafından ölümcül bir hastalığın tedavisi için hazırlanmış ilâç gibidir. İnsanın iç bünyesini eniyi bilen yüce Allah, onların kötü sıfatlarını tedavi etmek ve haram işlere meyillerini engellemek için bu cezaları belirlemiştir. Bu cezalar bütün insanlığın ıslah ve huzuru için en kesin çözümdür. Hem kötüişleri yapanlar hem de yapmayanlar için bir rahmettir, ilâhî cezalar, usulünce uygulandığında yapanı günah kirinden temizler, yapmayanı günaha meyilden korur. Suçlara uygulanan cezadaki faydaya bakılmalıdır. Efendimiz (s.a.v),işlenen kötü bir işe belirlenen cezanın verilmesinin bütün insanlık için nederece faydalı olduğunu şöyle belirtmiştir: "Yeryüzünde bir haddi (Allah'ın belirlediği cezayı) uygulamak, insanlık için, kurak topraklarına kırk gece yağmur yağmasından daha hayırlıdır."(Nesâî, Kat'u's-Sârik, 7; ibn Mâce, Hudûd, 3)Yüce Allah'ın, "Ey akıl sahiplen, kısasta (yapılan bir kötü işin karşılığını vermede sizi içinhayat vardır" (Bakara 179). âyeti, ilâhî cezaların insanlık için nasıl bir rahmet olduğunu en veciz şekilde ifade etmektedir. Mesela Yüce Allah, temiz, iffetli bir kadına zina etti diye iftira eden ve bunu ispat edemeyen erkeklere iftira cezası olarak seksen sopa vurulmasını emretmiştir(Nûr,4)Yine, zina eden bekâr bir erkek ve kadına 100 sopa vurulması emredilmiştir.(Nûr, 2) Aslında ağır gözüken bu cezada büyük hayır vardır. Çünkü başına bu cezanın geleceğini kesin olarak bilen kimseler, iffetlerini ayaklar altına alıp o kötü işe bulaşmazlar. Böylece hem kendileri hem de karşısındaki kimse âfetten kurtulur; aileler yıkılmaktan, iffet ve namuslar kirletilmekten korunmuş olur. Böyle bir cezanın varlığı bile, azgın nefisleri engelleyebilir. Adaleti uygulayacak ve halkın huzurunu sağlayacak hâkimlerin takdirine ve sorumluluğuna bırakılmış cezalar da vardır. Bunlara dinimizde "ta'zîr cezası" denir. Bunların içinde azarlama, korkutma, gerektiğinde dayak, dövme ve hapis gibi tedavi türleri vardır. Ancak şu da var ki, Allah Resulü, hiçbir zaman bir kadını veya hizmetçiyi dövmemiştir. Üstelik, saadetli hanesindeki aile fertleri her zaman da huzur içinde olmamışlardır. Bazan rahmet Peygamber'ini (s.a.v) üzecek, kızdıracak, sükût buyurup bir kenara çekilmeyi gerektirecek haller olmuştur. Bütün bunların içinde dille uyarıdan başka, el veya sopa ile bir dövme olayı olmamıştır. Efendimiz (s.a.v) nefsi için kimseden intikam almamıştır. Allah'ın emrettiği yerlerin dışında kimseye lanet okumamıştır.
Kanaat İktisat
Kanaat ve iktisat iki büyük hazinedir. Bu hazinelere fakirlerden çok zenginler muhtaçtır. Kanaat, kararını bilmek, eldeki ile yetinmek, hacetin dışındaki şeylere göz dikmemek, aza rıza, çoğa vefa göstermek, az mala sahipken korkmamak, çok mal içinde şımarmamaktır. İktisat ise her işte dengeli olmak, ölçülü davranmak, orta yolu tutmak, güce göre yük almak, israftan kaçmak, aşırılıktan sakınmaktır. İktisadın zıddı israftır. İsraf ihtiyacın dışında harcama yapmaktır. Müsrif dengesiz insandır, kendisinin ve malının gerçek değerini bilmeyen kimsedir. Bilmediği için her şeyini çok basit değer ve zevkler için zayi eder. Müsriflik şeytanın ahlâkıdır. Müsrifler şeytanların kardeşi ve yoldaşıdır. israf sadece malda olmaz. Maddî ve manevî bütün cevherlerini boşa harcayarak, diliyle, gözüyle, düşünceleriyle, sevgisiyle, vakit ve nakitleriyle haddi aşan, haram işlere bulaşan herkes müsriftir. Yalan söyleyen bir dil, sözü israf etmiş olur. insanlara haset ve hakaretle bakan bir göz, nazarlarını israf etmiş olur. Haram iş ve eğlencelerde geçen ömür, israf edilmiş olur. Hile ve hıyanet planları yapan akıl, israf edilmiş olur. Şeytanî şehvetlerde harcanan sevgi, israf edilmiş olur. Kısaca, haramda kullanılan her şey israf edilmiş olur. insanlar israf deyince genelde çöpe ekmek atmayı veya yemek dökmeyi düşünürler. Evet bunlar israftır, fakat asıl israf, vücuda alınan gıdaları zulüm ve kötülük yolunda kullanmaktır. Aldığı gıdaları haram yolda harcayan bir kimse, gıdasını çöplüklerden alsa bile israf etmiş olur. Kanaatin zıddı duyumsuzluktur. Doyumsuzluk, midenin değil kalbin hastalığıdır. Doymak bilmeyen mide değil, nefistir. Ne yiyeceğim, korkusunu çeken mide değil kalptir. İsraf ve doyumsuzluk hastalığından kurtulmayan hiç kimse hür olamaz, huzur bulamaz, korkudan kurtulamaz. Çünkü kanaat etmeyen insanın gözü dünya ile doymaz. Bu kimse önce mala ulaşma derdiyle yanar. Sonra mal için şeref ve haysiyetine varana kadar pek çok şeyini satar. Eğer aradığı mala ulaşırsa, bu defa onu nasıl koruyacağım derdi içini sarar. Kanaat etmeyen insanın malı arttıkça derdi de artar. Bu dertten kurtulmanın iki çaresi vardır: Kanaat veya kara toprak! Kanaat eden kimse az ile yetinip çalışmaktan kaçan kimse değildir. Kanaat işte değil aşta olur. İş herkesi, aş ise nefsimizi ilgilendirir. Kana atkâr insan çok yemek için çok çalışmaz. Daha fazla keyif edeyim, diye mal toplamaz. O çok çalışır ama az harcar. Az ile yetinir, yetinmesini bilir. Fazlasını çevresine verir, fazlası yoksa endişelenmez. Mümin Allah yolunda hizmet etmek için çok çalışır. Bir insanın nefsi için haddinden fazla harcama yapmasına cömertlik denmez. Cömert, nefsi için aza kanaat eden fakat başkalarına hayır ve hizmette sınır tanımayan, Allah yolunda vermekten usanmayan insandır. Cömertler, Efendimiz'in (s.a.v), "Gerçek mümin, cennete girene kadar hayra doymaz" (Tirmizî, İlim, 19). diye tarif ettiği bahtiyarlardır.
Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) maddî hayatımızın en temel iki prensibini şöyle belirtir:"İktisat eden geçim sıkıntısı çekmez."(Ahmed, Müsned, 1/447; Taberânî, el-Kebîr, nr. 10118; Heysemî, Mecmau'z- Zevâid, 10/ 252) "Kanaatin peşine düşün; şüphesiz kanaat hiç tükenmeyen bir maldır." (Taberânî, el-Evsat, nr. 6918; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 10/256) Efendimiz'in (s.a.v) her devirde insanlığın dertlerine deva olan şu mühim uyarılarını hatırlayalım: "Zenginlik mal çokluğu ile değildir. Asıl zenginlik gönlün zengin olmasıdır."(Buhârî, Rikak, 15; Müslim, Zekât, 120; Tirmizî, Zühd, 40). "Allah'ın taksimine razı ol ki insanların en zengini olasın."(Tirmizî, Zühd, 2) "Kimin derdi âhiret olursa Allah onun kalbine zenginlik koyar. Onun dağınık işlerini toplar, dünya ona kolay gelir. Kimin de bütün derdi dünya olursa Allah onun gözünün önünden fakirliği hiç ayırmaz, işlerini dağıtır. Bu kişinin düzeni olmaz. dünya da ancak kendisine takdir edildiği kadar gelir." (Tirmizî, Kıyamet, 30; ibn Mâce, Zühd, 2; ibn Hibbân, el-ihsân, nr. 680) Tarih şahittir ki israf edenler iktisat ve kanaat edenler kadar hayattan zevk alamazlar. Gönlü doyumsuz olan kimse, dünyada hangi tadı tatsa hangi nimete ulaşsa onunla yetinmez, fazlasını ister. Helâl nimetler ve zevkler herkese yeterken müsrif kişi harama dalar. Onun nefsini haramlar bile doyurmaz. Bu haramlar onu bunalıma sürükler. Bundan sonra intiharları düşünmeye başlar. Alkol ve uyuşturucu maddelerden medet bekler. En seviyesiz işlere el atar. Farklı tatlar arar. Fakat bulamaz. Buna insanlık krizi denir. Bu krizde insan paradan kıymetsiz, eşyadan değersiz bir hale düşer. Böylesi bir ortamda din ihmal edilir. Mal tercih edilir. Şehvet için şeref satılır. Yüz kuruşluk işler için yüzsüzlerin önünde yüzsuyu dökülür. Eğer bu hale düşen insanımız iktisattaki izzeti, kanaatteki şerefi bilseydi, sırtıyla odun taşıyarak geçimini sağlamayı tercih ederdi. Bu yolla belki çok mal kazanamazdı ama insanlığını korurdu. Aklı başında bir insana şu hadisi şerif çok şey ifade eder: "Kim emniyet ve afiyet içinde sabaha çıkar ve günlük yiyeceğine de sahip olursa sanki bütün dünya kendisinin gibidir." (Tirmizî, Zühd, 34; İbn Mâce, Zühd, 9; Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, nr. 300) Bir zamanlar cömertliği ile dillere destan olan Hâtem-i Tâî, misafirleri ne büyükbir ziyafet vermiş, kırk tane büyük baş hayvan kesmişti. Ayrıca herkese güzel vekıymetli hediyeler dağıtmıştı. Aynı gün şehrin dışına gezmeye çıkmıştı. Yolda bir ihtiyar gördü. Sırtına odun yüklemiş, iki büklüm olmuş gidiyordu. Odunların bir kısmı dikenli olduğundan ihtiyarın el ve yüzünde çizik halinde kanamalar görünüyordu. Hâtem ihtiyarı durdurdu ve, "Be adam, sen Hâtem-i Tâî'yi tanımaz mısın? O şu anda herkese ziyafet ve hediyeler veriyor. Sen de git, ihtiyacını al, beş kuruşluk diken ile uğraşma" dedi. O kanaatkar ihtiyar, Hâtem'in ismini duymuştu, fakat onu hiç görmemişti. Kendisine dönerek, "Ben bu dikenli yükümü izzet ve şerefimle taşıyorum. Onu taşırken yüzümden ter dökülüyor, fakat kimseye yüzümün suyu dökülmüyor. Ben saadeti gidip de midem için Hâtemi Tâî'nin minneti altına girmem, hürriyetimi kimseye vermem" dedi. Bir gün bir mecliste Hâtem-i Tâî'ye şunu sordular: "Bu dünyada senden daha cömert ve şerefli bir insan gördün mü?" Cevabı şu oldu: "O sırtıyla odun taşıyan ve bana minnet etmeyen ihtiyar, benden daha şerefli, daha mert ve daha yüksek bir kimsedir."(Sa'dî-i Şîrâzî, Gülistan, s. 127; Said Nursî, Lemalar, s. 142)
İsrafın sonu israf hırsı doğurur, hırstan da üç netice çıkar: Birincisi: Hırslı ve mal düşkünü kimse kanaatsiz olur. Kanaatsizlik insanın çalışma şevkini kırar. Şükür yerine şikâyet ettirir, insanı tembelliğe atar. Helâl kazancı terkettirir, haram yollardan zahmetsiz mal aratır. Bu yolda insan izzet ve şerefini feda eder. İsrafa dalan milletlerde tüketenler çoğalır, üretenler ise azalır. O vakit toplumun ayakta durmasını temin eden sanat ve hizmetler durur veya durma noktasına gelir. İkincisi: Hırsın sonucu pişmanlık ve perişanlıktır. Kâinatta mal hırsı ile huzur bulmuş, rahat etmiş hiçbir insan veya hayvan yoktur. Kimin derdi âhiret olursa Allah onun kalbine zenginlik koyar. Onun dağınık işlerini toplar, dünya ona kolayca gelir. Üçüncüsü: Mal hırsı ihlâsı yok edip insanı riyakâr, gösteriş düşkünü ve bencil yapar. Bu sonuçların en önemlisi de budur. Çünkü bu hırs içinde Allah'a güzel kulluk yapılamaz. Kalp huzur içinde yüce Rabb'ine yönelemez. İnsan kula, kulluk yapar hale gelir. Bu tam bir felâkettir. Kanaat ve iktisat nefsi susturmak, kalbi rahatlatmak içindir. Bu da huzurla ibadet için lâzımdır. Hedef keyif değil kulluktur. Demek ki rahatlık çok malda değil, az mala kanaat etmektedir. Şu hadis-i şerif insan fıtratını ortaya koymaktadır: "İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa, bir üçüncüsünü daha ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur. Allah tövbe edenlerin tövbesini kabul eder."(Buhârî, Rikak, 10; Müslim, Zekât, 116-118; Tirmizî, Zühd, 27) Allah Teâlâ, tövbe edip kendisine yönelen kullarının kalbini kendi sevgisi ile zenginleştirir. Allah ile zengin olan gönül, hür olur. Bu gönül geni şlik halinde şükürle, sıkıntı anında sabır ve niyazla Rabb'ine yönelir, rahat eder. Hz. İsâ (a.s), bir adama uğradı. Adam gözleri kör, alaca ten hastalığına yakalanmış, iki tarafı felç olmuş kötürüm bir halde yatıyordu. Bütün bu dertler içinde adam, "Çok insanları içine düşürdüğü hastalıktan beni kurtaran Allah'a hamdolsun" diyordu. Hz. İsâ (a.s) adama, "Ey adam, Allah seni hangi hastalıktan kurtardı ki şükrediyorsun?" diye sordu. Adam, "Ey Allah'ın peygamberi! Yüce Allah bana kendisini tanıttı, kalbime iman, marifet ve sevgisini koydu; bu durumda ben ne kadar zenginim ve kalbinde iman nuru olmayan bütün insanlardan daha hayırlı bir haldeyim" dedi. Hz. isâ, adama, "Doğru söyledin, elini bana uzat" dedi. Adam elini ona uzattı, Hz. İsâ (a.s) adamın elini tuttu, dua etti, adamın bütün hastalıkları iyi oldu, bedeni ve yüzü güzelleşti. Bundan sonra bu adam Hz. İsa'nın (a.s) yakın arkadaşı oldu, onunla birlikte ibadet yaptı. (Gazâlî, ihya, 5/75) Arifler der ki: "Bir insanı yüce Allah sever ve himaye ederse, âlem ona dü şman olsa bir zararı dokunmaz. Bir insana bütün âlem dost olsa da yüce Allah dü şman olsa âlemin dostluğunun ona bir faydası olmaz."
Bir insana dünyada verilen en büyük nimet iman ve afiyet nimetidir. En önemlisi imandır. Her mümin bu iman cevherini koruma derdine düşmeli, bunu her şeyin üstünde görmelidir. Çünkü iman cennetin bileti ve ebedî saadetin garantisidir, imansız insan, sadece et ve kemikten ibarettir. Efendimiz (s.a.v), insanların dünya nimetle rine akışlarına ve onu kullanışlarına göre dört gruba ayrıldıklarını ve herkesin gönlüne göre sonuç aldığını şöyle haber vermiştir: "Üç şey var ki onların gerçek olduğuna yemin ederim. Size ayrıca bir söz söyleyeceğim, onu da iyi belleyin. Üzerine yemin edece ğim üç şey şunlardır: 1. Vereceği sadakadan dolayı hiç kimsenin malı noksanlaşmaz. 2. Kendisine zulmedilen bir kul, sabrettiğinde, Allah muhakkak onun izzetini artırır. 3. Dilencilik yapan bir kimseyi Allah, fakirlikten kurtarmaz. Şimdi, söyleyeceğimi iyi belleyin. Dünyada dört grup insan vardır: Birinci gruptaki kula, Allah mal ve ilim verdi. O da malı tasarruf ederken ilme göre hareket edip Allah'tan korktu, yakın akrabasını gözetti ve malında Allah'ın bir hakkı olduğunu bildi. Bu, derecelerin en üstünüdür. İkinci gruptaki kula, Allah ilim verdi fakat mal vermedi. O da gerçekten samimi bir niyetle, 'Eğer benim de malım olsaydı şu falanca gibi hayır yolunda amel ederdim' dedi. Bunların ikisinin sevabı eşittir. Üçüncü gruptaki kula, Allah mal verdi ancak ilim vermedi. O da malını cahilce kullandı. Onu harcarken Allah'tan korkmadı, yakın akrabasının hukukunu gözetmedi ve malında Allah'ın hakkı olduğunu bilmedi. Bu hal, derecelerin en kötüsüdür. Dördüncü gruptaki kula, Allah mal da ilim de vermedi. O ise, 'Eğer benim de malım olsaydı şu falanca gibi harcardım' diyerek üçüncü gruptakine özendi. Bu ikisinin günahı eşittir."(Tirmizî, Zühd, 17; Mansûr Ali Nâsıf, et-Tâc, I, 56.) İşte dünya budur; herkesin hizmetine sunulmuştur. Birine rahmet sebebi, diğerine azap vesilesi olmaktadır. Suç dünyanın değil, onu kullananlarındır. Bu nasıl oluyor, deme hakkımız yoktur. Yüce Mevlâ'nın şu hükmüne kulak verelim: "Kim şu geçici dünyayı isterse dilediğimiz kimselere istediğimiz kadarını bu dünyada geçici olarak veririz. Ama sonra, cehennemi ona mesken yaparız. Kınanmış ve zelil bir halde oraya girer. Her kim de âhireti ister ve mümin olarak orası için çalışırsa, çalışmaları kabul edilip güzelce karşılığı verilir. İşte bu şekilde her birine Rabb'inin ihsanından veririz. Rabb'inin ihsanı kısıtlanmış değildir." (İsrâ 17/18-20)
Arifler Allah'tan sadece O'nun rızâsını isterler. Bir ömür boyu kapısında kabul beklerler. Bu uğurda canlarını verirler. Bunun için dünya ve âhireti feda ederler. Allah için ne yapsalar az görürler; az oldu, derler. Sonra edeple ellerini açar, "Allahım! Seni hakkıyla övemedik, sena edemeyiz de. Sen kendini nasıl yüce bilirsen öylece yücesin" diye yalvarırlar. İnsan hedefini Allah'ın rızâsı yapıp, kalbini terbiye ve tezkiye ederek işlerini zikir, şükür, hizmet ve edebe çevirince eline geçen her türlü nimet, rahmete dönüşür. Her kazancı helâl olur. Bu güzel niyetiyle her yaptığı iş, sevap olur. Herkes önce şu dünyada neyin peşinde ve kimin işinde olduğunu tesbit etmeli. Gönlünün kıblesini iyi belirlemeli. Kalp Cenâb-ı Hakk'a ba ğlanırsa göz her şeyde O'nu arar. O'nu arayan bulur. Bulan da kurtulur.
Zikir Tövbe Dua Vesile Mürşid
Günümüzde insanların çoğu bunalım içindedir. Bunun tek sebebi, fakirlik,işsizlik, yalnızlık, bekârlık, hastalık veya ihtiyarlık değildir. Böyleolmayanların da huzuru yoktur; endişe, korku ve sitres bunalıma dönüşmüştür. Asılsebep huzurun yanlış yerde aranması ve kalp hastalığıdır. Buna hedef sapması dadiyebiliriz. İnsanın kalbi günahlarla kirlenir, zayıflar, hasta olur. Hatta günahta devam veısrar edilirse kalp manen ölür. O zaman insan et ve kemikten olur. Bu durumda onu hiçbir şey tatmin etmez, kendisine daimî huzur veremez.Her zevki anlık olur; kısa sürede biter. Her biti ş kalbe bir endişe atar, hasretbırakır, gelecek korkusu salar. Halbuki insan yüce aşk için yaratılmıştır. Bütün kabiliyetler ona bunun içinverilmiştir. İnsanın hakikati olan kalbin huzuru yüce Allah iledir. O'nundışında hiçbir şey kalbi daimî bir huzura, sükûna, sevgiye ve emniyeteulaştıramaz, acısını dindiremez, korkusunu gideremez; çünkü kalbin sahibi yüceAllah şu kesin hükmü haber vermiştir:"Uyanın ve şunu anlayın! Kalpler ancak Allah'ın zikri ile huzur bulur."(Ra'd, 28 )Bunun için insanların ve cemiyetin huzurunu sadece yemek, içmek ve eğlencedearamak yanlıştır; bu beyhude bir çırpınıştır. Bunun için bir insanı, aileyi vecemiyeti ayakta tutan manevî ilâçlardan bazılarını hatırlatacağız. Bunlar zikir,dua, rıza, sabır, kanaat, sadaka, cömertlik, hayır ve hizmet gibi kalbe ilâhîrahmeti çekecek ve insanı manen destekleyecek amellerdir.
Bütün ariflerin tecrübe ve tesbitine göre, kalbin temizlenmesi ve nefsinterbiyesi için en etkili ilâç Allah Teâlâ'yı zikirdir.Zikir, gizli veya açık şekilde kalp ve dil ile Allah Teâlâ'nın adını anmak, O'nuhatırda tutmak ve O'nunla huzur halini bulmaktır.Zikir, kalbin yüce Rabb'ini anması, O'na bağlanması, her an O'nun rahmeti içindeyaşadığını farketmesidir.Zikir, kulun, her haliyle Allah'a itaat içinde olmasıdır.Zikir, kalbin Allah ile irtibatı ve manevî gıdasıdır.Büyük arif Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (k.s), sadık müridi Şeyhülislâm MekkizâdeMustafa Âsim Efendi'ye yazdığı bir mektupta zikrin önemini kısaca şöyle ifadeetmiştir:"Düzgün bir itikada sahip olup hak mezheplerden birine uyarak farzları yerinegetirdikten sonra, ibadetlerin en yücesi ve en faziletlisi gizli zikre devametmektir.Zikir esnasında insan, Allah Teâlâ'nın kendisini gördüğünü, işittiğini ve hiçbirşeyin O'ndan gizli kalmadığını bilmelidir. Bu bilme, taklitle değil, tahkikleelde edilen bir ilim olmalıdır. Buna yakîn ilmi denir.Yakîne ulaşmak için insanın Allah'tan gayri her şeyden yüz çevirip ihlâs, edepve sevgiyle sünnete sarılması gerekir. Bunun en güzel yolu, irşadla görevliAllah dostlarından birinin terbiyesi ve tasarrufu altına girmektir.Gücünüzün yettiği kadar, gizli zikre özen Gösteriniz, büyük sâdâtların himmet vetasarruflarını üzerinize çekmeye çalışınız. Sahip olduğunuz yüksek rütbeler sizleribunlardan alıkoymasın. Bu büyüklerden alacağınız azıcık nisbet bile sizlere çokşey kazandırır."(Mevlânâ Hâlid, Mektubat, 10.Mektup)Günümüzde, zikir deyince, farz bir amel değil, nafile bir ibadet akla geliyor.Bazı insanlar, beş vakit namazını kılan, Kur'an'ı okuyan, ilimle uğraşan,haramlardan kaçan müminlerin, zaten zikir yaptığını; ayrıca bir zikre ihtiyacıolmadığını düşünüyor.Evet, bu sayılan ibadet ve ameller bir çeşit zikirdir, fakat kalbe ilâç olacak,nefsi uslandıracak zikir, hepsinden ayrı bir ameldir. Allah dostları, kalbinilâcı olan zikri günlük "vird" haline getirmişlerdir. Bu sayede zikir, onlarıntüm benliklerini sarmış, bütün vakitlerine yayılmış ve hayatlarının ayrılmaz birparçası olmuştur.Böyle bir zikir sayesinde kalp, sanki yüce Allah'ı görür gibi ibadet etmeyebaşlar. O'nu göremese de O'nun sürekli kendisini gördüğünü bilir. Buna, daimî,kalbî, zatî, sultanî zikir denir. Hadislerde anlatılan "ihsan" makamı budur.
Allah dostları için yüce Allah'ı zikir, kalbin huzurudur, sevincidir, ilâcıdır.Zikirsiz kalbin nuru söner, kararır ve -Allah korusun- sonuçta kalp ölür. Buhalden yüce Allah'a sığınırız. Zikir, farzdır. Usul ve şekli insan fıtratına göre değişik olsa da her mümindenistenen şey, sürekli yüce Rabb'ini hatırlaması, O'nu sevmesi, övmesi ve herhalde itaat içinde olmasıdır.Zikrin aslı, kalbin yüce Rabb'ini hatırlaması ve bütün azaların edeple itaatiçinde bulunmasıdır.Her işinde ihlâstan ayrılmayan ve helâle-harama dikkat ederek yaşayan kimsedaimî zikir içindedir.Zikri emreden birçok âyet ve hadis mevcuttur. Zikrin faydaları, sevabı vefazileti konusunda bu kadar âyet ve hadisin gelmesi onun mümin için bir hayatsebebi olduğunu gösteriyor. Zikirle kalplerini ihya eden Allah dostları, zikrinnimetlerini ve faydalarını bizzat müşahede ettikleri için onu bütün insanlaraşiddetle tavsiye etmişlerdir. Şimdi âyet ve hadislerde zikir hakkında verilenmüjdeleri özetlemeye çalışacağız: Zikir, kulu yüceRabb'i ile beraber eder. Kul yüce Rabb'ini zikrettiği sürece Rabb'i de kulunu zikreder."Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim".(Bakara, 152) âyeti bunu ifade eder. Arifler, bir insanın Allah'ı zikretmesinin bundan başka faydası olmasa dahi, zikrin şeref ve faziletini anlatmaya, insanı zikre koşturmaya bu müjde yeter demişlerdir. Efendimiz (s.a.v), "Cennet bahçelerine uğradığınız zaman oradan bolca istifade edin, içine girin, yiyin içini" buyurdular. Ashap, "Bu cennet bahçeleri neresidir?" diye sorduklarında, Efendimiz (s.a.v), "Zikir halkalarıdır" (Tirmizî, Daavât, 82; Ahmed, Müsned, 3/150.) buyurdu. Zikir bahçelerinde ilâhî aşk, muhabbet, rahmet, sekinet, nur, ihlâs, edep, tövbe, göz yaşı, sevgi, feyiz, meleklerin teşrifi, istiğfarı ve hayır duası gibi manevî meyveler mevcuttur.
Zikir vuslat yoludur. Zikir, kulu yüce Rabb'ine yaklaştırır. Zikir, insanınmarifetini ve muhabbetini artırır, manevî derecesini yükseltir. İhlâsla yapılanzikir kul ile Rabb'i arasındaki bütün perdeleri kaldırır, engelleri aştırır.Efendimiz'in belirttiği gibi, zikirdeki bu özellik hiçbir ameldeyoktur. (Tirmizî, Daavât, 6; ibn Mâce, Edeb, 53; Ahmed, Müsned 1/190)Zikir kalbin cilâsıdır, onu manevî kirlerden temizler, içindeki gafleti yokeder. Kalp zikrin nurları ile aydınlanır ve parlar. Bu nur insanın bütünvücuduna yayılır, her organ ondan bir pay alır, nurlanır, Vücut Allahsevgisiyle tatlanır. Zikir nurları içinde kaybolan kimsenin yüzü güzel, sözütatlı olur. Bakışı feyiz akıtır, gülüşü huzur verir. Her hali hayrı yansıtır. Bukimse yeryüzünde Allah Teâlâ'nın canlı şahididir. Kendisine bakana Allah'ızikrettirir, hayrı sevdirir.Zikir manevî zevk kapılarını açar. Zikir sayesinde kul Allah Teâlâ ile özelsohbet ve muhabbet eder. Cenâb-ı Hak, kendisini zikredenin en yakın dostu vesohbet arkadaşı olur, kalbini şenlendirir, onu doyumsuz ve benzersiz zevklereulaştırır. Büyük ariflerden ibrahim b. Edhem (rah) bu zevki şöyle tarif eder:"Yüce Rabbim kendisini seven ve çokça zikreden dostlarının kalbine öyle bir zevkkoymuştur ki, eğer dünya sultanları bunun ne kadar tatlı olduğunu bilselerdi onuele geçirmek için bütün ordularıyla ariflerin kalbine hücum ederlerdi. AncakAllah dostları bunu gizlerler, sultanlar da bundan habersizdirler."Zikir kalbi şenlendirir, kalpten gamı, kederi, stresi giderir. Âlemlerin Rabbiile huzur bulmuş kalpten boş sıkıntılar ve yersiz korkular çeker gider. Kalbizikir ile şenlenmiş bir kul hiçbir zamanyalnızlık korkusu yaşamaz, ne olacağım sıkıntısı çekmez, rızık endişesinedüşmez. Zindana atılsa saraydaki gibi rahat eder.Zikir kalpteki imanı kuvvetlendirir, kalbe manevî hayat ve neşe verir, kalptenşek ve şüpheyi giderir; böylece insan inandığı şeyleri tereddütsüz kabul eder,Allah'a teslimiyeti tam olur, yakîni artar, ihlâsı elde eder.O zaman ibadetler tatlı ve kolay olur. Kul taklitten kurtulur. Balık için su neise, kalp için de zikir odur. Zikirsiz kalp ölür. Kalbi ölü bir insandan hayırlı ve tatlı işler çıkmaz.Zikir kalbi şeytanın vesvese, hile ve hâkimiyetinden kurtarır. Allah Teâlâ şeytanı "hannas" sıfatıyla tanıtmıştır.(Nâs 114/4) Hannas, sinsi, korkak, boş bulunca dalan, karşı durunca kaçan demektir.Şeytan kalbi boş bulunca dalar, kalp zikre geçince hemen kaçar. Zikir devamettiği sürece şeytan kalbe yol bulamaz. Kalbe girmek ister fakat zikrin nuru onuyakar. Böylece insan en büyük düşmanından kurtulmuş olur.Şeytanı yakan zikir ihlâsla edep üzere yapılan ve gafletten uzak olan zikirdir.İçinde Allah rızâsı ve edep bulmayan zikir, kalpten şeytanı değil, ilâhî rahmeti uzaklaştırır. Şeytanı kalbimizden, işimizden, evimizden, ailemizden, çocuklarımızdan, soframızdan uzaklaştırmak istiyorsak, bunun tek yolu ihlâsla zikirdir. Zikir kötülüklere karşı en sağlam bir kaledir, insanı haramlardan kurtarır. Zikirle meşgul olan bir kalp ve dil, gıybet, yalan, laf taşıma, fitne yayma gibi haram ve boş işlere vakit bulamaz. Bir çeşit ibadet, hizmet ve zikir ile meşgul olmayan kimsenin boş işlerden korunması mümkün değildir. Kalbe gelen günah arzularını zikirle söndürme ve hayra yönlendirme imkânı vardır. Zikir ile desteklenen kalp iyiyi kötüyü farkeder.
Zikir bütün zamanlarda ve mekânlarda yapılabilir. Zikrin dışındaki her ibadetin belirlenmiş bir zamanı ve şekli varken, zikir için herhangi bir zaman ve mekân sınırlaması yoktur. Bazı yer ve zamanlarda dil ile zikir yapılamazsa da kalple zikre hiçbir mani yoktur. Zikir kalbin kapılarını açar. Allah Teâlâ'yı çokça zikreden kul, zikrin nuru ile kendisini tanır, kalbini, ruhunu ve diğer manevî cevherlerini keşfeder. Onları çalıştırır, geliştirir ve kullanır. Onlarla yepyeni ilimler elde eder, kalp gözü açılır, dünyanın ve âhiretin gerçek yönünü görür. Cenâb-ı Hakk'ın kâinattaki tecellilerini ve sanatını seyreder. Böylece yüce Allah'a imanı ve muhabbeti artar. Ona hayran olur, sevgi ve tazimle teslim olur.. Zikir insana rahmet kapılarını açar. Kul yüce Rabb'ini zikrettiği sürece O'nun nazarı ve rahmeti altında bulunur. Allah Teâlâ kendisini genişlik anında çokça zikreden kullarını dar ve zor anında yalnız bırakmaz, dua ve isteğini boş çevirmez. Böyle kullarını özel olarak destekler. Zikir kula semanın kapılarını açar. Zikir meclislerine ilâhî rahmet, nur ve feyiz iner. Melekler zikredenlerin meclisine gelir, onların affı için Allah'a yalvarırlar. Zikreden kimseyi Allah Teâlâ kendi katındaki melekler arasında zikreder, melekler onu tanır ve kendisiyle dost olurlar. Böylece kulun göklerde ismi anılır, cismi tanınır, hatırı sayılır. Zikir insana cennet kapılarını açar. Allah Teâlâ'yı çokça zikreden mümin erkek ve kadınlara yüce Rabbimiz mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.(Ahzâb, 35) Bu mükâfat cennet ve cemâlullahtır. Zikir mahşer günü zafer biletidir. Dünyada çok zikredenler âhirette çok gülerler. Allah Teâlâ mahşerde zikir ehlini özel himayesine alır, rahmetgölgesinde gölgelendirir. Efendimizin (s.a.v) müjdelediği gibi,Cenâb-ı Hakk'ı çokça zikreden erkek ve kadınların hesabı kolay olur.(Müslim, Zikir, 4; Tirmizî, Daavât, 128, Ahmed, Müsned, 2/323)Zikir insanı en büyük felâket olan cehennem ateşinden korur. Efendimiz (s.a.v), insanı ateşten kurtaracak en güzel amelin zikir olduğunu müjdelemiştir.(Tirmizî, nr. 3377; ibn Mâce, nr. 3790.) Allah Teâlâ, müminleri kalplerine yerleşen kelime-i tevhid ve zikir üzere dünyada ve âhirette sabit tutacağını haber vermiştir. (İbrahim, 27) Kulun yüce Rabb'ini zikretmesi öyle büyük bir sermayedir ki, ömründe bir kere olsun samimi olarak "lâ ilahe illallah" diyen kimse, bu zikrin bereketine ebedî ateşte kalmayıp cennete girecektir. (Buhârî, imân, 34; Müslim, imân, 325; Tirmizî, Sıfâtu Cehennem, 9; Ahmed, Müsned, 5/236; ibn Hibbân, Sahîh, nr. 200)Zikre ait bu müjdeler herkes içindir. Erkek-kadın, genç-ihtiyar, fakir-zengin herkes bu nimetlere davet edilmiştir. Kul kalbi ve dili ile ne kadar zikir çeker ve buna devam ederse o derece ilâhî ikram ve müjdelere ulaşır.
Allah dostları iman ve namazdan sonra en fazla zikrin üzerinde durmuşlardır. Çünkü onlar zikirle elde edilecek nimetleri bizzat tatmışlar, onun kalp hastalıklarına kesin ilâç olduğunu görmüşler ve zikri herkese tavsiye etmişlerdir. insan ve cin şeytanlarının hile, vesvese ve kötülüklerinden korunmanın en güzel yolu sürekli zikir halinde olmaktır. Zikir kalesine giren kimse emniyette olur. Bunun için günlük vird, ders ve hizmetlerine edebince devam eden kimseye büyü, sihir, vesvese gibi şeyler zarar vermez. Kısaca, Allah Teâlâ'yı zikir kalbin hayatıdır, tadıdır, ilâcıdır, gıdasıdır, cilâsıdır. Zikirsiz kalp zayıflar, hastalanır, kararır, kapanır, katılaşır, sonunda ölür. Bu halden yüce Allah'a sığınırız. (Zikrin fazileti, çeşitleri, şekilleri ile ilgili geniş bilgi ve deliller için bk. Münzirî, et-Tergîb, 2/365-509 (Beyrut 1996); Abdülkadir İsâ, el-Hakaik ani't-Tasavvuf, s. 130-234) Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdülhakim Hüseynî (k.s), zikrin hedefini şöyle belirtir: "Nakşibendîlik'te temel esas, zikrederek kalbi ıslah etmektir. Nakşibendî yolunun bütün terbiyesi kalbin gafletten uyanıp zikirle çalışması içindir. Çalışmaya başlayan kalp tıpkı saat gibidir; sahibi başka işlerle meşgul olsa da o, zikir halinde çalışmasına devam eder. Bundan dolayı insanın her ânı ibadetle geçer." Gavs-ı Sânî Seyyid Abdülbaki (k.s), hazretleri de bir sohbetinde şöyle buyurdular: "Kalbin gıdası zikirdir. Günahlar ise şeytanın gıdasıdır. Kalbini diriltmek ve beslemek isteyen kimse yüce Allah'ın zikrini çok yapmalıdır. Günah işleyenler, kalplerini zayıflatıp şeytanı kuvvetlendirmiş olurlar. Şeytanı kuvvetli olanın dini zayıf olur. Onun için haramlardan uzak durmalıdır." Efendimiz (s.a.v) kalp ile yapılan gizli zikrin faziletini şöyleanlatmıştır: "Hafaza meleklerinin işitmediği gizli zikir, açık zikirden yetmiş derece daha üstündür. Kıyamet günü olduğunda Allah Teâlâ bütün halkı hesap için toplar. Amelleri yazan melekler, yazdıkları ne varsa getirir ortaya koyarlar. Allah Teâlâ onlara, 'Bakın hele, kul için yazmadığınız bir şey kaldı mı?' diye sorar. Melekler de, 'Rabbimiz! Biz bu kulun bildiğimiz ve gördüğümüz her şeyini yazdık' derler. O zaman Allah Teâlâ o kula, 'Senin bizim yanımızda gizli/özel muhafaza edilmiş bir dosyan/defterin var. Onu melekler bilmezler. Onu ben yazdım, karşılığını da ben vereceğim. O senin yapmış olduğun gizli zikirdir' "buyurur.(Ebû Ya'lâ, Müsned, nr. 4738; İbn Hacer, el-Metâlibü'l-Âliye, nr. 3421; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 10/81)İşte Allah dostları bu özel deftere amel yazdırmak için çalışırlar. Gizli zikrin en güzel sonucu, kulun kalbinin Rabb'i ile huzur bulması, O'na âşık olması ve ismini yüce Allah'ın özel defterine yazdırmasıdır. Bu, sadıkların işidir. Sıddıkların yoludur. Nakşibendî büyüklerinin meşrebidir. Âşıkların mesleğidir. Sâdâtların verdiği ders budur.
İnsanın başına şu dört durumdan biri gelir: Nimet, mihnet, musibet, mâsiyet.Nimete ulaşınca şükretmelidir. Mihnet ve sıkıntıya düşünce sabretmelidir.Mâsiyeti yani günahı tövbe ve istiğfar ile temizlemelidir. Bunları yapan kul,her halde Allah'a yaklaşmış ve başına gelen her şeyden hayırlı bir sonuç almışolur. Aksi durumda, acı-tatlı her şey zarar sebebi olur.Aslında kula sıhhat gibi, hastalık da kalbini Allah'a bağlamak için verilmiştir.Zenginlik gibi fakirlik de cennete girme sebebi yapılmıştır. Galibiyet gibimağlubiyet de kula marifet ve edep kazandırsın diye takdir edilmiştir. Bütünbunların bir hesabı ve hedefi vardır. Olaylara gönlün bakışı önemlidir. Yaniişleri tatlandıran veya acılaştıran gönüldür. Allah ile hoş olmuş güzel gönüllerher şeyde bir güzellik arar; ağzına acı konsa onu bal niyetiyle yutar. Günah ilekararmış ve tadını kaçırmış gönüller ise cennete girse kusur arar; ta tövbe edipAllah diyene kadar.Velîlerden İbrahim b. Edhem (k.s) yaya olarak Allah'ın evi Kabe'yi ziyaretegidiyordu. Yoldaatlı bir zatla karşılaştı. Adam, "Ey ihtiyar, nereye gidiyorsun?" diye sordu.İbrahim b. Edhem (k.s), "Allah'ın evini ziyarete gidiyorum" dedi. Adam,"Bir bineğin yok, o kadar yolu böyle nasıl gideceksin?" diye sordu. İbrahim b.Ethem,"Benim birçok bineğim vardır; onlara binerek yoluma giderim" dedi. Adam, "Nedironlar, hani neredeler?" diye sorunca, hazret şu cevabı verdi:"Başıma bir sıkıntı gelince sabır bineğine binerim. Bir nimete kavuşunca şükürbineğine binerim. Bir musibetle karşılaşınca rıza bineğine binerim. Nefsim benikötü bir şeye çağırınca, ömrümün kalan süresinin geçen süresinden daha azolduğunu düşünüp ondan vazgeçerim." Bunları duyan adam,"Ey efendi, vallahi asıl binekli olan sensin, yaya kalan benim. Yürü, yolun açıkolsun!" dedi. (Bursevî, Rûhu'l-Beyân, 2/157) Neyin hayır neyin şer olduğunu tesbit için aklı hakem yapamayız. Onun tesbitiyüce Yaratıcı'ya aittir. Yüce Yaratıcı'nın güzel dediği şeyler güzeldir; kötüdiye tarif ettiği şeyler kötüdür. Bu işte akla, vahye tâbi olmak düşer. Yoksason hükmü akıllar vermeye kalkarsa bir aklın ak dediğine diğeri kara der;insanlık birbirini yer. Bir de musibet ile mâsiyeti karıştırmamak gerekir. Musibet, bizim irademizdışında başa gelen sıkıntı ve felâketlerdir. Mâsiyet ise, sakının diye yasaklanan fikir veişlerdir. Bunlara kısaca haram denir. İşte dünyada kötü olan şeyler bunlardır.Başımıza gelen bir musibetten sorumlu değiliz; fakat işlediğimiz haramlardansorumluyuz. Bir kazada bütün ailesini kaybeden kimse mesul değildir; ama ailesini yalanaalıştıran, günaha bulaştıran kimse mesuldür.Kötü işler, güzel niyetle iyi olmaz. Fakat iyi işler kötü niyetle iyi olmaktançıkar. Meselâ, -zaruret hali hariç- hangi niyetle içilirse içilsin içki içmekhelâl olmaz, güzel bulunmaz. Fakat kötü niyetle -meselâ sırf müşteri toplamakiçin- kılınan namaz, kötü bir fiile dönüşür; kula sevap yerine azap getirir.Başa gelen sıkıntılara isyan edilirse şerre dönüşür; fakat sabredilirse kulun yüzünü güldürecek bir nimet olur. Her sıkıntı aslında bir rahatlı ğısnonuçtahabercisidir. Her kaybediş yeni bir kazancın başlangıcı olabilir. Çünkü yüceAllah, her zorluğun peşinde muhakkak bir kolaylığın olduğunu müjdeliyor.(İnşirah 94/5-6) Nefsimizin kötü ve sevimsiz gördüğü nice işlerin, aslında hayırlı olduğunubildiriyor. (Bakara 2/216)Kul kendisine düşeni yaptıktan sonra ilâhî tecelliye, şükür,sabır, rıza veya istiğfarla mukabele etmelidir.Yüce Allah, şer gibi gözüken nice işlerin için de pek çok hayır saklamıştır.Acele ile feryat ve isyan etmeden, işin sonu beklenirse bu hayırlar görülür.Asıl şer, sonu kötü biten ve insanı ilâhî azaba iten iştir. Sonu rahmete çıkanbir şeye kötü denmez.
Dua, ilâhî huzura sunulan bir dilekçedir.Dua, kulun gönlünü ve derdini yüce Rabb'ine açmasıdır. Dua her halde yapılacak özel bir ibadettir. Dua, arzedildiği makama uygun olunca muhakkak kabul edilir. Dua başlı başına bir ibadet olduğu için onun da birtakım usul ve edepleri vardır. Arifler, usul olmadan vüsûl olmaz, edebi korumayana dost perdeyi açmaz, demişlerdir. Duanın kıblesi arş-ı âzamdır. Arş-ı âzam, Allah Teâlâ'nın azametini ve saltanatını temsil eder. Arş-ı âzam, kâinatın kalbidir, ilâhî hükümlerin icra makamıdır. Arş, duaların yükseldiği ve kabul edildiği yerdir. Her kul için semada arşa açılmış kapılar vardır: Tövbe kapısı, dua kapısı, rahmet kapısı, rızık kapısı, amellerin arz kapısı gibi. Bu kapılar, insan ölene kadar kapanmaz, yeter ki insan onlardan içeri girmesini bilsin. Şimdi, dualarımızı arşa yükseltecek ve ilâhî huzurda kabulüne vesile olacak usul ve edepleri özetleyeceğiz: Duayı süslemeli ve ilâhî huzura sunulmaya hazır hale getirmelidir. Bunun için dua yaparken mümkünse abdestli olmalıdır. Yüz kıble tarafına çevrilmelidir. Elleri semaya doğru açmalıdır. Duadan önce Allah Teâlâ'ya hamdetmeli, O'nu güzel isimleriyle yüceltmelidir. Duanın önüne Allah'ın habibi Resûlullah Efendimizin (s.a.v) güzel ismini eklemeli, ona salât ve selâm ile duayı süslemelidir. Sonra kusurlarımız için istiğfar edip boyun bükerek yüce Rabbimiz'in rahmetine ne kadar muhtaç olduğumuzu halimizle dile getirmeli ve peşinden duaya geçmelidir. Âyet ve hadislerin öğrettiği özlü duaları tercih etmelidir. Duayı Allah Teâlâ'ya hamdederek ve Efendimiz'e salavat getirerek bitirmelidir. Duadan sonra elleri yüze sürmelidir. Dua için mübarek zaman ve mekânları güzel bir fırsat bilmelidir. Bütün vakitlerde dua edilebilir. Dua için en güzel zaman ihtiyaç ânıdır. İçine düşülen herhangi bir sıkıntı, musibet, hastalık, darlık, kuraklık,kıtlık, yalnızlık, korku, stres, manevî bunalım, gönül darlığı, kalp katılığı, şiddetli vesvese ve günahlara meyil anları dua kapısını çalma zamanlarıdır. Ayrıca farz namazlardan sonra, gecenin son üçte biri içinde, seher vakitlerinde yapılan dualar, ilâhî huzura hemen yükselen dualardır. Zulme uğranıp kalbin mahzun olduğu anlarda ve Allah için yolculuk yaparken yapılan dualar en makbul dualardır. Maddî veya manevî bir sıkıntıya düşünce iki rek'at hacet namazı kılıp peşinden dua ve istiğfar etmek sıkıntının kalkması için en güzel bir vesiledir. Bunlar duanın arşa yükselmesi ve kabul görmesi için zahiren dikkat edilecek vazife ve edeplerdir. Bir de işin özünü oluşturan edepler vardır. Bunlar duanın ruhu durumunda olup kalple ilgilidir. Bu edepleri şu şekilde özetleyebiliriz: İnsan önce, duasız kulluğun ve ilâhî dostluğun olmayacağını bilmelidir. Dua ibadetlerin özüdür. Bütün ibadetler yüce Allah'a kullu ğun bir ifadesidir. Dua bu kulluğu en güzel şekilde ifade ve ispat eder. Çünkü insanın her an ihtiyaç içinde olduğunu bilmesi ve muhtaç olduğu her şeyi sebepli veya sebepsiz olarak yaratacak yüce Yaratıcı'ya yönelmesi en büyük kulluktur. Bunu bilmek ve O'na yönelmek farzdır.
Dua, ümit, sevgi ve gönül hoşluğu içinde yapılmalıdır. Çünkü kendisinden bir şey istediğimiz yüce Allah, bizim hakiki dostumuz ve sahibimizdir. O bize gönlümüz kadar yakındır. Kalbimiz O'na yöneldiğinde ve dilimizden derdimiz döküldüğünde bizi dinlemekte ve, "Ne istiyorsun kulum?" diye karşılık vermektedir.Bize kendisinden istemeyi O emretmiştir. "Benden isteyin ki size vereyim" demiştir. Duadan kaçanları kınamıştır. Güzel kulluk ve samimi dua edenlere cenneti müjdelemiş, kibirlenip dua ve ibadetten kaçanlara cehennemi hazırlamıştır.(Mü'min 40/60) Efendimizin (s.a.v) belirttiği gibi yüce Rabbimiz öyle zengindir ki, kendisinden istendikçe hoşnut olur. Kendisinden bir şey istemeyene kızar, kapısını çalmayana gazap eder. Kapısı herkese açıktır. Bütün kullara her istediklerini verse hazinesinden hiçbir şey eksilmez. Yüce Allah, affedilmek isteyeni affeder, hidayet isteyeni hidayete ulaştırır, sıhhat ve afiyet isteyeni rahatlığa kavuşturur, rızık isteyeni genişliğe çıkarır, ateşten korunmak isteyeni cehennemden uzaklaştırır. Sevgi ve rızasını isteyeni rahmetiyle destekler, cennet yoluna sevkeder. Bu hacet kapısı herkese her gün açıktır.
Yüce Allah her gün, "Ey kullarım" diye seslenmektedir.(Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 129; Müslim, Birr, nr. 1994-1995; Hâkim, Müstedrek, 4/241) Bu davete gönül açalım, kulak verelim. Kısaca kendisinden isteyeni seven, her istenene gücü yeten yüce Rabbimiz'den bir şey isterken sevinçli, ümitli ve mütevazi olmalıyız. Bir arifin dediği gibi, eğer Allah Teâlâ kullarına vermek istemeseydi, "Benden isteyiniz" diye emir vermezdi. Duada samimi ve ısrarlı olmalıdır. "Bir kere istedim verilmedi" demek yanlıştır. Allah Te-âlâ'dan bir şey istemek başlı başına bir ibadettir. Her ibadete en azından on sevap verilir. Resûlullah (s.a.v),"İnsan, ben Allah'tan istedim de bana isteğim verilmedi, demediği ve istemeye devam ettiği müddetçe istediği kendisine verilir"( Müslim, Birr, nr. 2735;Tirmizi,nr. 3602-3603) buyurmuştur. Efendimizin (s.a.v) şu müjdesi duaya sarılmak için yeterlidir:"Allah Teâlâ, yeryüzünde dua eden hiçbir müslûmanın isteğini boş çevirmez, muhakkak bir karşılık verir ya kulun isteği şeyi verir, ya onun yerine kendisinden bir kötülüğü defeder ya da isteğinin karşılığını âhirete saklar."(Tirmizi, nr. 3568; Hâkim, Müstedrek, 4/241)Ayrıca kul şunu bilmelidir ki Cenâb-ı Hak devamlı kendisine yalvaran kullarını çok sevmektedir. Onun için bazan kulunun iniltili sesini dinlemek için istediği şeyi geciktirmektedir. Çünkü bu samimi yalvarmalar en güzel bir zikir çeşididir. Bu hal ayrıca kulun acizliğini ispat etmekte ve nefsi yüce Rabb'ine yöneltmektedir. Demek ki kul Rabb'inden bir şey ister, Rabb'i onu dinler ancak verilecek şeyi yüce Rabb'i tercih eder. Bu bir hastanın durumuna benzer. Hasta doktoruna seslenir, ondan bir şeyler ister. Şefkatli doktor bu sesi işitir, fakat bazan hastanın istediğini değil, başka bir şeyi verir. Çünkü hastanın iyiligi ondadır. Kısaca, "Ey Rabbim!" diyen hiçbir kul eli boş dönmez. Duada en önemli nokta kul kimden ne istediğini bilmelidir. Dilin ucuyla değil, gönülden dua etmelidir. Zira kalp ile yüce Yaratıcı arasında gafletten başka bir perde yoktur.
"Dua, kulun Allah Teâlâ'dan dünya veya âhireti ile ilgili bir şey istemesidir.Herkes isteğini kendi dili ve kalbi ile Allah'a arzedebilir, çünkü yüce Allah,"Benden isteyin, isteğinizi vereyim" buyuruyor. Duada birilerini aracı yapmak şart mıdır? Bu iş, Allah'ı bırakıp başkalarına yönelmek ve sonuçta şirke düşmek olmaz mı? Her şey Allah'ın irade ve yaratmasıyla olduğuna göre, bir kimse peygamber veya velî de olsa başkasına ne verebilir? Velîleri vesile etmenin dindeki yeri ve duadaki gereği nedir?"Elbette her kulun kalbinden geçen düşüncelerini Allah Teâlâ bilir ve dilinden dökülen duasını işitir. Ancak Cenâb-ı Hak her işittiğini kabul etmez, kulun heristediğini vermez. Vesile, bir şeyi Allah'a işittirmek için değil, kabul ettirmek için yapılır.Vesile, bir dostun diliyle derdimizi yüce Allah'a açmaktır. Vesile, bir dost ile birlikte yüce Allah'a yalvarmaktır. Vesile kuldan bir şeyi yaratmasını değil, o şeyi Allah'a arzetmesini Vesile, kalbimizi gafil, gönlümüzü hasta, nefsimizi cahil, halimizi harap görüp dua mihrabından bir adım geri çekilerek; oraya kalbi uyanık, gönlü yanık, sesitanıdık, nefsi terbiye olmuş, hali güzel bir dostu geçirmektir. Sonra onun arkasında durup onun kalbi ve diliyle yüce Allah'a ihtiyacımızı arzetmektir. Vesile Allah'ın şahitlerini ve âşıklarını aracı yapıp Allah'a gitmektir. Yani vesile Allah Teâlâ'dan bir şey isterken ben değil, biz demektir. Allah'tan bir şeyi topluca istemektir. İsterken tevazu gösterip nefsi geri çekmek, dostu ileri sürmektir. Niyeti Allah'a gitmek olan kimseye bütün ibadetler, taatler, hayırlar, hizmetler, nimetler ve kâinat bir vesileden ibarettir. İhtiyacımızı Allah'a arzederken sâlih bir kimseyi iki şekilde vesile edebiliriz: Birincisi, Allah dostuna, bizim adımıza Allah'tan bir şey istemesini veya günahlarımızın affı için Allah'a istiğfar etmesini istirham ederiz. O sâlih insan da isterse elini açar ve, "Allahım! Şu kuluna isteğini ver, onu affet, cehennemden koru, cennetine koy!" şeklinde hayır dua eder. Böyle bir dua talebinde bulunmakta hiçbir sakınca yoktur. Bunu sâlih ve kâmil bir kimseden isteyebileceğimiz gibi herhangi bir müminden de isteyebiliriz. Dinimizde birbirine hayır dua etmek, Allah'tan diğer mümin kardeşinin affınıistemek teşvik edilmiştir. Bu davranış her iki taraf için de hayırlı ve kazançlıdır. Hatta, başkası için dua ve istiğfar etmek muttaki insanların en önde gelen ahlâkıdır. Bu ahlâk Allah Teâlâ'nın emri ve Hz. Peygamber'in (s.a.v) sünnetidir. Sâlih insanları vesile etmenin ikinci şekli şöyledir: Allah Teâlâ'dan bir şey isterken, "Yâ Rabbi, şu sâlih kulunun (peygamberin veya velînin) hürmetine ve senin katındaki dostluğunun hatırına şu ihtiyacımı gider, beni affet!" denebilir. Burada vesile yapılan sâlih kuldan istenen hiçbir şey yoktur. Her şey âlemlerinyüce Rabb'inden isteniyor, ancak dilekçemizin başına Allah'a hamd, Resûlü'ne salât ettikten sonra, Hak katında kabul görmüş bir dostun ismi ekleniyor. Kul bununla şöyle demek istiyor: "Yâ Rabbi! Ben senin rahmetine muhtacım, kapına geldim; ancak senin yücehuzurunda bir şey istemeye yüzüm yok. Çünkü benim kusurum ve gafletim çok. Sen bana benim halime göre değil; şu dostunun güzel halinin muamele yap. Onun hatırına benim şu işimi hayırla sonuçlandır, sıkıntımı gider, günahımı affet."
Dua kulun, hüküm yüce Allah'ındır. Vesileye itiraz edenler ve onu şirk gösterenler Fatiha süresindeki şu âyeti sıksık sözlerine delil gösterirler:"Allahım! Ancak sana kulluk eder, sadece senden yardım isteriz."Hemen şunu belirtelim ki bu âyet, vesileyi inkâr edenlerin değil, onu kabul vetatbik edenlerin delili olmaktadır. Çünkü bu sûreyi herkes tek başına okuduğundada "Allahım! Sadece senden yardım isteriz" demektedir. Yani, âyette Allah'tanbir şey isterken ben değil, biz şeklinde dua edilmesi öğretilmektedir. Bununmânasını ve hikmetini müfessirler şöyle açıklıyorlar:Bu âyette kula edep ve tevazu öğretiliyor. Mümin ilâhî huzurda derdini açarken nefsini o huzurda tek başına söz söylemeye ehil görmüyor, kendisini diğer müminlerin içine katıp onların slih ve kâmil olanlarını kendisine destek yapıyor, kalpler ve gönüller birleşip ortak bir dille, "Yâ Rabbi, senden isteriz, senden istiyoruz" deniyor.İşte hak olan ve tasavvufta uygulanan vesile bundan başka bir şey değildir. Yani vesile, beni, benliği bırakıp, her mümini kendi parçası görerek birbirine dua etmek ve topluca sadece Allah'tan istemektir. Bu şirke değil, yalnızca duaların kabulüne ve şükre vesiledir. Eğer âyette geçen, "Sadece senden isteriz" ifadesinin asıl mânasını düşünmeden ve hiçbir ayırım yapmadan, "Her şey sadece Allah'tan istenir, kim Allah'tan başkasından bir şey isterse şirke düşer!" diyen kimse, kendisi başta olmak üzere, herkesi şirkin içine itmiş olmaktadır. Çünkü istenecek şeylerin içine ekmek, yemek, ilâç, para, ilim, akıl, yardım gibi günlük hayatta birbirimizden istediğimiz şeyler de girmektedir. "Kimse kimseden bir şey istemesin, kimin ne ihtiyacı varsa sadece Allah'tan istesin, çarşı-pazarlar, okullar, hastahaneler, eczaneler paydos edilsin, yoksa bir kimseye, 'Bana şunu ver, bunu ver' diyen herkes şirke düşecek!" diyen kimseye denebilecek en dostça söz şudur: Allah sana birazcık akıl fikir versin. Allah bu dini ve milleti senin şerrinden korusun!
Allah Teâlâ dünyayı sebepler âlemi olarak yaratmıştır. Bu âlemde her insana farklı kabiliyet, fazilet, mal, mülk ve yetkiler vermiştir. Bununla kimin nasıl davranacağını ortaya koymak istemektedir ve herkesi verdiği nimetin şükründen hesaba çekecektir. Eldeki her nimetin şükrü, o nimetin aslında Allah Teâlâ'ya ait olduğunu bilip onu Allah yolunda kullanmakla olur. Fakir zenginden, cahil âlimden, hasta doktordan, zayıf güçlüden, gafil ariften bir şey isterken, aslında Allah'a ait bir nimeti istediğini bilmelidir. İsteyen de veren de verilen de yüce Allah'ın mülküdür, hepsi kendilerine verilen lâhî görevi yapmakla Allah Teâlâ peygamberlerine güzelce tâbi olan velî kullarına bir çok manevî nimet, yetki ve imkân vermiştir. Onların kalbini nur, irfan, ilim, feyiz ve sevgisiyle doldurmuştur. Onları maneviyat âleminin sultanı yapıp, ellerine manevî hazinelerin anahtarlarını vermiştir. Kim onlardan bir şey isterse Allah'ın kendilerine emanet ettiği nimetlerden istemiş olmaktadır. Asıl veren Allah'tır, velî sadece manevî nasipleri sahiplerine ulaştırmakla görevlidir.Büyük velî Şah-ı Nakşibend (k.s) Allah dostlarının işini şöyle özetlemiştir: "Bizler, Allah Teâlâ'ya ulaşmada bir vasıtayız. Bizden kesilip asıl maksada, Cenâb-ı Hakk'a bağlanmak gerekir. Gerçek mürşidlerin yolu budur.Allah Teâlâ'ya vâsıl olan arifler, diğer insanlara bu işte rehberlik ederler. Onlar bu yolun çocuklarını önce hakikat beşiğine yatırıp sıkıca bağlarlar. Vuslata kadar onları terbiye sütü ile beslerler. Cenâb-ı Hakk'a vuslat hâsıl olunca, özel bir şekilde bu takip ve terbiye işini keserler. Böylece müridlerini Allah Teâlâ'nın huzurunda kabul görmüş, mahrem daireye girmiş biri yaparlar, sonra aradan çekilirler. Artık bundan sonra müridler, arada bir vasıta olmaksızın Allah Teâlâ'dan ilim vefeyiz alacak hale gelirler, buna güç yetirebilirler. İşte bu hale ulaşmak bir mürşid ile mümkündür. Böyle bir hali elde eden kimse, sonsuz bir ömür bulsa ve bütün ömrünü bu nimete şükür için harcasa yine de bu nimetin şükrünü yerine getirmiş olamaz. Hakk'a yakın olmak lâzım, halkadeğil."(Ahmed Sıddıkî, Şah-ı Nakşibend, s. 115) Hak dostu, aşk rehberi Hz. Mevlânâ (k.s) zananında şöyle bir olay yaşanmıştır. Fakih Sirâceddin Tatarî Konya'ya gelerek Hz. Mevlânâ'ya (k.s) tâbi ve teslim olmuş, ondan edep ve ilâhî aşk dersleri alıyordu. Bir gün Hz. Mevlânâ (k.s), ona iltifat buyurup, "Sirâceddin, hazır ol bu gece seni yanıma alacağım, özel sohbetimdebulunacaksın" dedi. Fakih Sirâceddin buna çok sevindi. Bunu çok istiyordu. Sevincinden elindeki bütün giyecek ve yiyeceklerini fakirlere dağıttı. Bugün benim bayramımdır, diye sevincinden uçuyordu. Gece olunca Hz. Mevlânâ'nın (k.s) geleceği yeri düzenledi, istirahat buyurur diye özel bir yer hazırladı. Çünkü hazretin gündüz meşguliyeti ve gece ibadetleri çok idi. Yoruluyordu. Hazret akşam teşrif etti. Sirâceddin'e, "Sen git, dinlen" dedi. Fakih Sirâceddin emirdir diye yatağına uzandı, fakat hiç uyumadı. Uyku nerede? Başı yastıkta, gözü kapıda öylece bekledi. Hz. Mevlânâ (k.s), öbür odada ibadet, zikir, murakabe gibi gece ibadetleriyle meşguldü. Sabah yaklaştı, fakat hazret hâlâ ibadet halindeydi. Fakih Sirâceddin baktı ki şafak sökmek üzere, gece bitiyor, fırsat gidiyor. Dayanamadı elinde olmadan, "Ey efendim, köleniz sizi beklemekten öldü" diye bağırdı. Hz. Mevlânâ (k.s) odaya teşrif etti, selâm verdi ve ona şunları söyledi:"Sirâceddin, eğer biz uyursak, bu kadar uyuyan ümmete ve talebelerimize kim ilâçolur. Ben Allah'a söz verdim ve şunu üzerime aldım: Bize gelen ve tâbi olan kimselerin Allah'tan affını isteyeceğim. Onların nefislerini terbiye ile uğraşacağım, kâmil olmalarını sağlayacağım. Allah'ın izniyle hepsini iman ve edeple süsleyip ateşten kurtaracağım, cennete girmelerine ve cennette yüksek makamlar almalarına vesile olacağım. Hazret sonraşu mânada bir şiir okudu: 'Ey doğru dürüst bir hayır işlememiş ve hayırdan yana iflâs etmiş olan kimse! Halin ne olursa olsun sen yine bize gel, katıl ve razı ol. Biz se nin gibi yüz binlerin işini gördük, yükünü taşıdık, senin de işini görürüz, yükünü taşırız." Fakih Si râceddin (rah) der ki: "Sonra mescide gittik. Ben bu sözleri ve müjdeleri Hz. Mevlânâ'ya tâbi olmuş, terbiye eşiğine baş koymuş müridlerine anlattım; hepsi sevinçlerinden şükür secdesine kapandılar, ağladılar." (Ahnmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, 1/488-489 (istanbul 2001))işte bütün Allah dostları, gavs ve kutub diye bilinen velîlerin görevi budur.Allah için halka hizmet ve himmet.
Ölenlere Karşı Vazifeler
Kocası vefat eden kadının da dört ay on gün yas tutması ve iddet beklemesi gerekir. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurur: "Sizden biri öldüğünde geride bıraktığı eşleri dört ay on gün (evlerinde, evlenmeden) beklesinler." (Bakara 2/234) Kadın bu süre içinde süslenmez, güzel kokular sürünmez, kimseye evlenme teklifinde bulunmaz, kendisine evlenme teklifinde bulunulmaz, bu niyetle süslenip dikkat çekmeye çalışmaz. Hastalık, korku, yalnızlık, ihtiyarlık, geçim için çalışmak gibi bir zaruret yoksa evin dışına çıkmaz. Zeyneb binti Ebû Seleme (r.a) anlatıyor: " Efendimizin (s.a.v) eşlerinden biri olan Ümmü Habîbe'nin (r.ah) babası Ebü Süfyân b. Harb vefat etmişti. Baş sağlığı için Ümmü Habîbe'nin (r.ah) yanına gittim. Ümmü Habîbe (r.ah) içinde kına ve çeşitli maddeler bulunan bir koku istedi. İlk önce o kokuyu bir kızın başına sürdü. Sonra da kendi yanaklarına sürdükten sonra dedi ki:"Allah'a yemin ederim ki benim koku sürmeye ihtiyacım yok, ancak ben Resûl-i Ekrem'in (s.a.v), 'Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir kadına, kocasından başka vefat eden hiçbir kimse için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Kocası içinse dört ay on gün yas tutar' buyurduğunu duydum; bu yüzden koku sürünüyorum." (Buhârî, Cenâiz, 30; Müslim, Talâk, 58; İbn Hibbân, Sa-hfh, nr. 4304) Kadın ayrıca, vefat eden kocasının affı için Allah'a yalvarmalı, hayır dua yapmalı, gücü yeterse onun adına sadaka vermeli, çocuklarına sahip çıkmalı, terbiyeleri ile meşgul olmalı, kocasını hayırla anmalı, arkasından kusurlarını kimseye anlatmamalı, vefalı olmalı, saygı göstermeli ve böylece yüce Allah'ın rızâ ve rahmetini istemelidir.
Vefat eden bir müminin üzerinden kulluk mükellefiyeti düşer, fakat dünya ile bütün irtibatı kesilmez. Öyle yollar vardır ki mümin o vesilelerle kabrinde rahmet ve nura ulaşır. Allah için birbirini sevenler dünyada olduğu gibi kabirde ve mahşerde de birbirlerine yardımcı olurlar. Vefat edenler için yapılacak en güzel iş, onu güzel halleriyle anmaktır. Onun için hayır dua ve istiğfar etmek ve onun adına hayırlı işler yapmaktır "Vefat eden yakınlarım ve dostlarım için ne yapabilirim?" diyenlere, Efendimiz (s.a.v) şu amelleri tavsiye etmiştir: "İnsanoğlu öldüğü zaman ameli kesilir, an cak şu üç yolla kendisine sevap gelmeye devam eder:1. Sadaka-i câriye 2. İstifade edilen ilim. 3. Kendisine dua eden sâlih evlât. "(Buhârî, Edebül-Müfred, nr. 38; Müslim, Vasiyyet, 14; Ebû Davud, Vesâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)Diğer bir hadiste, sadaka-i câriye sayılan bazı güzel işler şöyle sıralanmıştır: "Hiç şüphesiz şu şeylerin sevabı mümin öldükten sonra kendisine gelmeye devam eder: 1.Öğrenip başkalarına yaydığı faydalı ilim. 2.Arkasından kendisine istiğfar eden sâlih evlât. 3.Vârislerine bıraktığı (okunup amel edilen) mushaf. 4. Bina ettiği mescid veya yolcular için yaptırdığı kervansaray. 5.Diktiği ağaç. 6.Akıttığı nehir veya açtığı su kuyusu. 7. Sıhhat ve afiyet içinde iken malından ayırıp verdiği sadaka."(Birbirini tamamlayan rivayetler için bk. İbn Mâce, Mukaddime, 20; İbn Huzeyme, Sahîh, nr. 2490; Heysemî, Mec-mau'z-Zevâid, 1/167) Selemeoğulları kabilesinden bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.v) gelerek, "Yâ Resûlallah! Vefatlarından sonra anne ve babam için yapacağım bir iyilik varmıdır?" diye sordu, Resûlullah (s.a.v) ona şöyle buyurdu: "Evet, onlar için yapacağın iyilik, kendilerine dua ve istiğfar etmen, onların arkadaşlarına ikramda bulunmandır." (Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 3 5; Ebû Davud, Edeb, 118 ibn Mâce, Edeb, 2)"Allah Teâlâ, ölümünden sonra bir kulun derecesini yükseltir. Kul, 'Yâ Rabbi, bunun sebebi nedir?' diye sorar; Allah Teâlâ, 'Dünyada çocuğun senin için dua ve istiğfar etti (Bu sebeple dereceni yükselttik)' buyurur."(Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 36; ibn Mâce, Edeb, 1; Ah-med, Müsned, 2/509; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 7/79; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 10/210) Hz. Enes (r.a) anlatıyor: Sa'd b. Ubâde, Hz. Peygamber'e (s.a.v) gelerek, "Yâ Resûlallah! Annem vefat etti, herhangi bir vasiyette de bulunmadı. Ben onun adına sadaka versem bunun kendisine bir faydası olur mu?" diye sordu, Resûlullah "(s.a.v )onun için su dağıt" buyurdu.(Taberânî, el-Evsat, nr. 8057; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 3/138) Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.v) gelerek, "Babam vefat etti, bir miktar mal bıraktı; herhangi bir vasiyette bulunmadı. Ben onun adına sadaka verirsem onun günahlarına kefaret olur mu?" diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v), "Evet, olur"buyurdu. (Müslim, Vasiyyet, 11; Nesâî, Vesâyâ, 8)Aynı şekilde bir kadın, ölen annesi için vereceği sadakanın bir sevabı olupolmadığını sorunca, Efendimiz (s.a.v),"Evet, sevabı olur, onun adına sadaka ver" buyurdu.(Müslim, Zekât, 16; Ebû Davud, Vesâyâ, 15) Efendimiz (s.a.v) ölenin mümin olması şartıyla, onun adına köle azat etmenin, sadaka vermenin, hacca gitmenin sevabının kendisine ulaşacağını beyan etmiştir.(Ebû Davud, Vesâyâ, 16) Şafiî âlimlerinden İmam Nevevî (rah) bir önceki hadisin şerhinde demiştir ki: "Bu hadiste, ölünün arkasından verilen sadakanın ölüye fayda vereceği ve sevabının ona ulaşacağı hakkında bir delil vardır. Âlimlerin üzerinde ittifak ettiği görüş de budur. Yine âlimler duanın ölüye ulaşacağı, borçları ödendiğinde kendisinden düşeceği, gitmediği haccı varsa onun adına gidildiğinde geçerli olacağı konusunda da ittifak etmişlerdir."(Nevevî, Müslim Şerhi, 7/ 91) Okunan Kur'an'ın ölüye ulaşması konusunda âlimler arasında farklı görüşte olanlar vardır. İlk devir Şafiî ve Mâlikî âlimlerinden bir grubun dışında, diğer mezhep müctehidleri ve daha sonra gelen Şafiî ve Mâlikî âlimleri okunan Kur'an'ın sevabının bir mislinin de bu sevabın bağışlandığı ölülere ulaşacağı konusunda görüş birliği etmişlerdir. Ümmetin genel uygulaması da böyledir.(İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, 3/151-153; Zühaylî, el-Fık-hü'l-islâmî, 2/ 550-552)
Âlimlerimizin çoğunluğu okunan Kur'an'ın sevabının ölüye ulaşacağını kabul ve ispat etmişler, bu konuda geniş açıklamalar yapmışlar ve pek çok örnek vermişlerdir.Şunu unutmamak gerekir ki cenaze namazı, bu hususta en büyük delildir. Çünkü bu namazın aslı dua ve istiğfardır. Bu duadan maksat, ölüye fayda vermek, imanına şahitlik yapmak ve üzerine ilâhî rahmeti çekerek kabrindeki suallerde kendisine yardımcı olmaktır. Kabir ziyaretlerinde yapılan dua ve istiğfar, okunan Kur'an ve salavat ile de aynı şey istenmektedir. Nitekim, Hz. Resûlullah (s.a.v), bir cenazeyi definden sonra orada bulunan ashabına, "Kardeşiniz için istiğfar edin. Allah Teâlâ'dan onu (kelime-i şehâdet üzere) sabit kılmasını isteyin, çünkü şu anda ona sual sorulmaktadır" (Ebû Davud, Cenâiz, 74; Hâkim, Müstedrek, 1/370) buyurarak müminlere kabirde yardımcı olunmasını istemiştir. İmam Kurtubî'nin (rah) belirttiği gibi ölüye okunacak Kur'an, bir dua ve sadaka çeşididir. Sadakanın pek çok çeşit ve şekli vardır. Hadis-i şeriflerde namaza, her türlü zikir ve teşbihlere de sadaka ismi verilmiştir. (Kurtubî, et-Tezkire, s. 75.)Vefat eden anne baba ve müminler adına yapılacak hayrın, verilecek sadakanın belirli bir günü ve vakti yoktur. Vefatından sonra kıyamete kadar kendisi için yapılacak her türlü dua ve istiğfar, bütün sadaka ve hayırlar, kendisine hediye edilecek Kur'an ve salavatlar kabrinde ona fayda verir. Bunlarla ölenin ya manevî derecesi yükseltilir yahut bir günahı affedilir. Böylece kabirdeki huzuru ve nimetleri artar. Ancak duaların ve hayırların daha fazla kabul edileceği an ve aylarda bu hediyeler çoğaltılmalıdır. Cuma günü ve geceleri, seher vakitleri, ramazan ayı, mübarek geceler, bayramgünleri, Kabe'yi ziyaret ânı, Arafat'ta vakfe zamanı, Hz. Resûlullah'ı (s.a.v) ziyaret zamanları, sâlihlerle sohbet ve zikir vakitleri ve kalbin ihlâslı oldu ğu her an, dua, istiğfar ve hayırların en makbul olduğu zamanlardır. Bu vakitleri ganimet bilmeli ve vefat eden dostlara özellikle o zamanlarda manevî hediyeler göndermelidir. Ölüye Kur'ân-ı Hakîm'den hangi âyet ve sûre okunup bağışlansa faydalı olur. Ancak bazı sûrelerin okunması Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından özellikle tavsiye edilmiş, diğer bazı sûrelerin de okunması sâlihlerin tecrübesiyle tercih edilmiştir. Efendimiz (s.a.v), "Ölülerinize Yâsîn sûresini okuyunuz"(Ebû Davud, Cenâiz, 19; Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, nr. 1 0913, 10914; İbn Mâce, Cenâiz, 4)buyurmuştur. Âlimler, Yâsîn sûresinin ölen kimsenin hem vefatı anında hem de kabri başında okunabileceğini söylemişlerdir. (Süyûtî, Şerhu's-Sudûr, s. 404.)Bazı sûre ve âyetler var ki Efendimiz (s.a.v) onlar üzerinde çok durmuş ve okunmalarını tavsiye buyurmuştur.Bunlar içinde Kur'ân-ı Hakîm'in esası ve anası diye tanıtılan Fatiha sûresi,kabir azabına mani olan Mülk sûresi, Kur'an'ın üçte birine denk görülen İhlâs sûresi, her türlü şerre karşı birer siper vazifesi gören Felak ve Nâs sûreleri, Kur'an'ın en büyük âyeti olan Âyetü'l-kürsî(Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn, 254, 259, 264; Tirmizî, Fezâ-İlü'l-Kur'ân, 1,2, 9, 11, 12)gibi fazileti öne çıkarılan sûre ve âyetler üzerinde sahabe, tabiîn ve büyük âlimler çok durmuşlar, diriler ve ölüler için bunları tavsiye etmişlerdir. Ashaptan Abdullah b. Ömer (r.a), vefat edenin kabri başında Bakara sûresinin ilk beş âyetini ve sonunu (Âmenerresûlü'yü) okumayı müstehap görmüştür.(Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 4/ 56)Bir konuda müstehap hükmünü vermek ancak bir delille (Kitap veya sünnetle) mümkündür. Abdullah b. Ömer'in (r.a) bu hükmü, sünnetten gördüğü bir uygulamaya göre verdiğini söyleyebiliriz. Nitekim İmam Taberânî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Hz. Resûlullah (s.a.v), ölünün kabri başında bunların okunmasını tavsiye etmiştir.(Taberânî, el-Kebîr, nr. 13613; Heysemî, Mecmau'z-Ze-vâid, 3/44)Bu konuyu biraz açmamızın sebebi, zamanımızdaki maddeci anlayışın her şeyi akıl ve madde ölçüleriyle değerlendirip, ölümü, ölüm ötesini, ölenlere yapılacak hizmetleri ve bizden önce giden büyüklere karşı gereken hürmetleri unutturmaya çalışmasından dolayıdır. Ne mutlu, kendisi ölüp gittiğinde, geride onu unutmayan, en tatlı anlardaki ve kıymetli zamanlardaki dualarına onu da katan, arada bir onun için de göz yaşı akıtan vefalı dostlar bırakan mümine!..
Kadınların Hayır Faaliyetleri
Hayır ve sadaka sadece mal ve para ile olmaz, insanı cömert edecek bir değil binlerce yol vardır. Müslüman bir kadın da bu şerefli ahlâktan nasibini almalı ve cömertlerin safına katılmalıdır. Miras, mehir, hediye ve ticaret yoluyla geliri olan ve elindeki miktar zenginlik nisabına ulaşan müslüman bir kadın, bu maldan zekât ve sadaka-ı fitir vermek, kurban kesmek ve gücü yetiyorsa hacca gitmekle mükelleftir. Bunları yaptıktan sonra sıra fazilet olan infak şekillerine gelir ki müslüman kadın, bu konuda serbesttir. Şahsî malını istediği hayır yollarında harcayabilir. Bu konuda kocasının izni de şart değildir. Ancak kocası fakirse ona bağışlaması, malını çocuklarına harcaması, en yakın akraba veya kapı komşularından vermeye başlaması daha faziletlidir. Şahsî malı olmayan ve ancak kocasının getirdiğini harcama durumunda olan müslüman bir kadın, kocasının malından ve evin iç işlerinden sorumludur. Evin dışındaki harcamalarında ise kadın, genel veya özel izin almalıdır: Genel izin, her müslümanın yapması tavsiye ve teşvik edilen hayır türlerini içerir. Meselâ biraz ekmek ve su isteyeni boş çevirmemek, ödünç bir şey isteyen komşulara yardımcı olmak, eve gelen misafire ikramda bulunmak, fakir ve muhtaç komşulara bir parça yiyecek göndermek gibi şeyler, genel iznin içine girer. İslâmî örfe göre bunlara genel olarak izin verilmiştir. Bunlar eli dar da olsa her müslümanın yapabileceği hayır çeşitleridir. Bu hususlarda cimrilik etmemelidir. Özel izin ise bunların dışındaki hayırlarda gerekir. Kocanın izni olmadan o tür hayırları yapmamalıdır. Ancak koca, elinden ne geliyorsa yap, diye bir izin vermişse o zaman serbesttir. Kadın veya hizmetçi tarafından evin reisinin malından yapılan her türlü hayrın bir sevabı onu yapana, bir sevabı da bu malı kazanan kocaya yazılır. Bu konuda Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Bir kadın, kocasının malından ve yiyeceğinden haddi aşmadan hayır yolunda infak ederse kendisine bir sevap yazılır. O malı kazanan kocaya da bir sevap yazılır. Hizmetçinin hayır yolundaki harcamaları da böyledir. Birinin sevabı diğerinin sevabına noksanlık getirmez."(Buhârî, Büyü', 12; Müslim, Zekât, 80-81) Hz. Ebû Bekir'in (r.a) kızı Esma (r.ah) arılatıyor: "Hz. Peygamber'e (s.a.v) geldim ve, 'Yâ Resûlallah! Benim herhangi bir malım yok, ancak kocam Zübeyr'in eve getirdikleri var. Benim onlardan hayır yapmamda bir sakınca var mıdır?' diye sordum. Efendimiz (s.a.v), 'Gücünün yettiği kadar (kendi malından ve rızasıyla kocanın malından)(Nevevî, Müslim Şerhi, 7/120) hayır yap. Elini sıkı tutma ki Allah da sana karşı rahmetini kısmasın' (Buhârî, Zekât, 22; Müslim, Zekât, 89) buyurdu." Resûlullah (s.a.v) buyurmuştur ki:"Ey müslüman kadınlar! Bir komşu, diğer komşusu için yapabileceği hiçbir hayrı küçük görmesin; bir koyun bacağıyla da olsa ikramda bulunsun."(Buhârî, Edeb, 30; Müslim, Zekât, 90)Hz. Âişe validemiz (r.ah) Hz. Resûlullah'a (s.a.v), iyilik ve ikrama hangi komşudan başlayacağını sorunca, Efendimiz (s.a.v) şu cevabı verdi: "Kapısı sana en yakın olan komşudan başla."(Buhârî, Edeb, 32)Efendimizin (s.a.v) sadaka ile ilgili şu müjdelerini bir kere daha hatırlayalım: "Sadaka, dünyada belâlara, âhirette ise cehennem azabına karşı bir siperdir." "Sadaka, Allah Teâlâ'nın gazabını söndürür, kötü ölüme engel olur." Kıyamette herkes, hesap görülene kadar, sadakasının gölgesi altında olacaktır." Hadis-i şerif cehennem ehlinin ekseriyetinin durmadan lanet okuyan, devamlı şikâyette bulunan ve kocalarının iyiliğini inkâr eden kadınlar olduğunu bildiriyor.(Buhârî, Hayız, 6; Müslim, İmân, 132; Nesâî, Zekât, 82; ibn Mâce, Fiten, 19)
Allah Resulü kadınlar için azaptan kurtuluş yolunu şöyle tarif etmiştir: "Ey kadınlar! Takılarınızdan da olsa çokça sadaka verin ve fazlaca istiğfar edin."(248 Buhârî, Zekât, 48; Müslim, Zekât, 45-46, imân, 132; Tir-mizî, Zekât, 12)Efendimizin (s.a.v) yanına bir kadın geldi. Yanında da kızı bulunuyordu. Kızın elinde ise kalınca iki bilezik vardı. Efendimiz (s.a.v), "Onların zekâtını veriyor musun?" diye sordu, kadın, "Hayır" dedi. Resûlullah (s.a.v), "Allah'ın kıyamet günü senin eline ateşten iki bilezik takması hoşuna gider mi?"diye sordu, Kadın, "Hayır, sevmem" dedi ve hemen bileğinden bilezikleri çıkarıp Resûlullah'ın (s.a.v) önüne bıraktı ve, "Bunlar Allah ve Resulü yolunda sadakadır" dedi. (Ebû Davud, Zekât, 4; İmam Tirmizî'nin rivayeti ise şöyledir: Resûlullah (s.a.v) aynı soruyu iki kadına sordu, onlar da aynı cevabı verince, Efendimiz (s.a.v), "Öyleyse onların zekâtını verin" buyurdu. Tirmizî, Zekât, 12))Farz olan zekâtı vermek cömertlik değildir, ancak cimrilikten kurtulmaktır. Efendimizin (s.a.v) belirttiği gibi, "Müminin elindeki malda, zekâtın dışında, yerine getirmesi gereken başka haklar da vardır." (Tirmizî, Zekât, 27; İbn Mâce, Zekât, 3)Müslüman bir koca hanımını, çocuklarını ve elinin altında bulunan kimseleri cimrilik ahlâkından kurtarmalı, onları başkalarına iyilik yapmaya teşviketmelidir. Bir dilim ekmek, bir çeşit meyve, bir bardak su, bir parça tatlı ile de olsa arkadaş veya komşulara ikram etmeye alıştırmalıdır. Müslüman annenin cömertliği ve iyilik severliği evdeki çocuklar için güzel bir örnek olacaktır. Baba daha çok dışarıda bulunduğu için, komşularla iyi geçinme, onlara iyilik etme konusunda çocuklara ders verecek annedir.Müslüman bir kadının farz ibadetlerden sonra en büyük vazifesi, kocası ile iyi geçinmesi, diline sahip olması, kimseyi çekiştirmemesi, komşularına eziyetetmemesi ve hiç kimseyi alaya al-mamasıdır.. Bir defasında Efendimiz'e (s.a.v) bir kadından bahsedildi. Bu kadınıngeceleri namaz kıldığı, gündüzleri oruç tuttuğu, fakat diliyle komşularınıüzdüğü haber verildi. Peygamber "Onda hayır yoktur. (Tövbe etmeden ölürse) ateştedir"buyurdu. Başka bir kadından daha bahsettiler. Onun sadece beş vakit namazı kıldığını, ancak ramazan orucunu tuttuğunu, takılarından da bir miktar sadaka verdiğini, bundan başka bir ibadetinin olmadığını, fakat diliyle (ve eliyle) hiç kimseye eziyet vermediğini söylediler. Efendimiz (s.a.v) bu kadın hakkında,"O, cennettedir" buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 4/166.Zehebî de bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir)
Öyle zamanlar olur ki Hak yolunda erkek-kadın herkesin bir fedakârlık yapması lâzım gelir. O zaman elde avuçta ne varsa ortaya koyma zamanıdır. İslâmî hizmetler her devirde, Allah rızâsına âşık ve fedakâr insanların omuzlarında yürümüştür. Nice fedakâr ve cefakâr müslüman kadınlar bileğindeki bilezikleri, kulağındaki küpeleri, parmağındaki yüzükleri Allah yolundaki hizmetlere tasadduk etmiş ve süslenme hakkını cennete saklamıştır. Çeyizini, kendi eliyle ördüğü birkaç danteli, üç-beş çorabı, dokuduğu bir-iki kilimi satıp Allah yolundaki hizmetlere katkıda bulunmaya çalışan kadınların sayısı hiç de az değildir. Hz. Ömer (r.a) devrinde edep ve edipliği ile meşhur şaire kadın Hz. Hansa (r.ah) gibi, Allah yolunda cihad ve hizmet eden İslâm ordusuna birkaç evlâdını birden gönderip, "Eğer cihaddan geri durursanız yahut savaştan ve ölümden kaçarsanız sütümü ve emeklerimi size helâl etmem" diyen ve ciğerparelerini Allah yolunda feda eden nice anneler mevcuttur.
Müslüman kadın evindeki çocuklarına vereceği edep ve ilmin bir çeşit sadaka olduğunu bilmelidir. Kızına güzel edep, hayırlı ilim ve faydalı sanat öğreten bir anne, ölümden sonrası için en güzel sadakasını bırakmıştır. Müslüman kadının, evin içindeki fertlere ve özellikle ihtiyar dede ve nineye Allah rızâsı için yapacağı hizmetler, birer sadakadır. Müslüman kadın, yemeğinin suyunu biraz fazla koymalı, bir fakir veya yetime veyahut gelecek bir misafire ondan ikram etmeyi düşünmelidir. Bu niyet bile onun kalbindeki cömertlik ve hayır duygularını canlı tutacaktır. Müslüman kadın, iyilik ve hizmetlerini gösteriş, heyecan ve birilerine şirin gözükme düşüncesiyle yaparsa Allah katında emeği zayi olur. Hizmetlere sadece Allah rızâsı için katılmalı ve gücünün yettiğini üstlenmelidir. Adının duyulmasını değil, o işin hakkıyla görülmesini hedefe almalıdır. Hayırda seçme ve hizmette sınır olmaz. Her hayrın ayrı bir fazileti ve değişik bir lezzeti vardır. Bunun için az da olsa her hayırdan bir hissemizin olmasına çalışmalıyız. Bir yetimi sevmek veya fakiri sevindirmek nasıl büyük bir faziletse darda kalmış birine yardımcı olmak, karnı aç olan bir yolcuyu doyurmak, ilim için bir müessese kurmak,evlenecek bir fakire ön ayak olmak da o derece faziletli ve lezzetlidir. Allah Teâlâ'nın rızâsı taatlerde, gazabı günahlarda, dostları insanların arasında gizlidir. Hangi hayrımızın affımıza vesile olacağını şekilde, hangi günahımızın bizi azaba götüreceğini kestiremeyiz. Yine, hangikalbi kırarsak Allah'ın gazabına uğrayacağımızı da farkedemeyiz. En emniyetlisi, hiçbir hayrı küçümsemeli; hiçbir kötülüğü basite almamalı ve haksız yere hiçbir insanı incitmemelidir. Allah rızâsı için yapacağımız birçok hayır çeşidi ile herkesin gönlünü ve hayırduasını alabiliriz. "Sen bir hayır yap at denize, balık bilmezse Hâlık bilir" sözü kime yapılırsa yapılsın, hiçbir hayrın zayi olmayacağını anlatmak için söylenmiştir. Cennetin her kapısı ayrı bir hayır ehline tahsis edilmiştir; onun bütün kapılarından çağrılmak isteyen kimse, o kapılara has iyiliklere talip olmalıdır. Ne mutlu o kimseye ki güzel ahlâkı ve cömertliği ile dünyada gönüllerdeki sevgi cennetine girmiştir ve bunun hediyesi olarak âhirette de ebedî saadet yurdu olan gerçek Cennete davet edilmiştir.Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: "Kim Allah yolunda en kıymetli mallarından infak ederse, cennetin kapılarından davet edilir. Cennetin sekiz kapısı vardır. Namaz ehlinden olan bir kimse, namaz kapısından çağrılır. Cihad ehlinden olan bir kimse, cihad kapısından çağrılır. Sadaka ehlinden olan bir kimse, sadaka kapısından çağrılır. Oruç ehlinden olan kimse, reyyân kapısından çağrılır." Hz. Ebû Bekir (r.a), : "Yâ Resûlallah! Söylediklerinizin hepsini yapan bir kimsenin durumu nedir? Bütün bu kapılardan çağrılacak kimse var mıdır?" diye sordu. Resûlullah (s.a.v), "Evet, vardır. Öyle ümit ediyorum ki onlardan biri de sen olursun"buyurdu. (Buhârî, Savm, 4; Müslim, Zekât, 85)
Hayrın sonu hayra çıkar. Güzel niyetle yapılan her hayrın ayrı bir kerameti vardır. Nedir o keramet denirse, âlemin efendisi Hz. Resûlullah'ı (s.a.v) dinleyelim: "İsrailoğulları zamanında"(Ahmed, Müsned, 2/350) bir adam, "Ben bu gece malımdan bir sadaka vereceğim" dedi ve sadakasını alıp evinden çıktı. Sadakayı (bilmeden) bir fahişe kadının eline koydu. Sabah olunca durum farkedildi; insanlar, "Bu gece bir fahişeye sadaka verilmiş" diyerek konuşmaya başladılar. Adam, "Allahım! Bu fahişeye verdiğim sadakadan dolayı sana hamdolsun" dedi. Adam tekrar, "Muhakkak bir sadaka vereceğim" diyerek evinden çıktı. Bu defa sadakayı bir zenginin eline koydu. Sabah olunca durum anlaşıldı, insanlar, "Bu gece bir zengine sadaka verilmiş" diye rek konuşmaya başladılar. Adam, "Allahım! Bu zengine verdiğim sadakadan dolayı sana hamdolsun" dedi. Adam tekrar, "Bu gece de bir sadaka vereceğim" diyerek evinden çıktı. Bu defa sadakayı bir hırsızın eline koydu. Sabah olunca durum anlaşıldı ve insanlar,"Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş" diyerek konuşmaya başladılar. Adam, "Allahım! Şu fahişeye, zengine ve hırsıza verdiğim sadakadan dolayı sana hamdolsun" dedi. Rüyasında(Nesai, Zekat 47. İmam Sindî hâşiyesinde) kendisine bir melek gelerek, "Senin vermiş olduğun sadaka Allah katında kabul edildi. Fahişeye verdiğin sadakanın bereketine, umulur ki o, iffetli bir kadın olur. Şu sadaka verdiğin zengin de, bundan ibret alır da, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden başkalarına infak eder. Kendisine verdiğin sadakanın bereketine şu hırsız da, belki hırsızlıktan elini çeker" dedi. (Buhârî, Savm, 14; Müslim, Zekât, 78; Nesai, Zekat 47; Ahmed, Müsned, 2/350) Efendimiz (s.a.v) bu şahsın örnek halini anlatarak, onun samimi niyet ve itilâsını takdir etmiştir. Demek ki iyi niyetle verilen bir sadaka, zahiren yerini bulmasa da sahibine sevap getirmektedir. Ahlâkı kötü insanlara Allah rızâsı için yapılan iyilik ve ikramlar, onun ıslahına vesile olabilir.
Hayır yaparken her zaman şahıs seçmek doğru değildir. Kapımıza gelen kimseninşekline aldanmayalım. Öyle insanlar vardır ki halk kendisine hiçbir kıymet vermezken o, Allah Teâlâ'nın velî kullarından biridir. Onun için atalarımız, "Her geceni Kadir, her geleni Hızır bil!" demişlerdir. Şu hadis-i şerif bu sözü tasdik eder: "Allah kıyamet gününde, 'Ey âdemoğlu! Ben hasta oldum da sen beni niçin ziyaret etmedin?' diye sorar. Âdemoğlu, 'Yâ Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi'sin, ben seni nasıl ziyaret edebilirim?' der. Allah Teâlâ,'Falan kulumun hasta olduğunu bildiğin halde niçin onu ziyaret etmedin? Eğer onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulacaktın' der ve yine sorar: 'Ey insanoğlu Senden yiyecek istedim, beni niçin doyurmadın?' Kul, 'Yâ Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde ben seni nasıl doyururum?' diye sorar. Allah Teâlâ, 'Hatırlasana, falan kulum senden yiyecek istedi, sen onu doyurmadın. Bilmiyor musun, eğer onu doyursaydın, (yaptığın hayrı) benim katımda bulacaktın (Onun ihtiyacını görüp sevindirmekle beni memnun etmiş olacaktın)' diye cevap verir. Ve tekrar, 'Ey âdemoğlu! Senden su istedim bana su vermedin' der. Kul, 'Yâ Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde ben sana nasıl su verebilirim?' diye sorar. Allah Teâlâ, 'Hatırlasana, filan kulum senden su istedi, sen vermedin. Eğer ona su verseydin bunu benim indimde bulurdun' cevabını verir."(Müslim, Birr, 43) Bir gün Hz. Âişe validemize (r.ah) bir dilenci geldi, bir şeyler istedi. Annemizüzerini yokladı, elbisesinin cebinde sadece bir adet kuru üzüm buldu. Onudilenciye uzattı. Dilenci verilenin bir üzüm tanesi olduğunu farkedince,almaktan çekinir gibi davrandı. Kendine göre, annemizin bu kadar küçük bir şeyisadaka vermesini hoş bulmadı. Etrafındakiler de durumu biraz yadırgadılar. Âişevalidemiz (r.ah), elindeki üzüm tanesini uzatıp,"Al onu; eğer kabul edilirse onun içinde, yüce Allah'ın sayıp âhirette amel terazisine koyacağı nice zerreler var" dedi.(Süyuti, ed-Dürru’l- Mensur.8/597;Sühreverdi,Avarif,s.515)Hz. Âişe annemiz (rah) bu sözüyle, Zilzâl süresindeki, "Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yaparsa onu görür" âyetine i şaret etmiştir.Allah rızâsı için yapılan bir işe küçük ve az denmez. Hayır yaparken kullardan utanmak ve hayırdan geri kalmak yanlıştır. İhlâs, amelde kullara değil, yüce Mevlâ'ya bakmaktır. Yüce Mevlâ'nın rızâsı hayırlar içinde gizlidir. Az çok demeden elden gelen hayrı yapmalıdır. O, kulundan razı olursa, kulun ameline göre değil, kendi rahmetine göre ikram eder. O'nun kulundan azıcık razı olması her şeyin üzerindedir. Yüce Rabbimiz cennete ve cemâle giden yolda cümlemizi muvaffak etsin.Son sözümüz, din uğrunda sabredip ceneti kazanan ve meleklerin selamı ile karşılanan mü’minlerin yaptığı şu dua olsun: Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak (dünya ve ahirette yüzü mü güldürecek) eşler ve zürriyetler ihsan et. Bizi takva sahiplerine rehber ve önder kıl. (Furkan,74) Hamdolsun âlemlerin Rabbi yüce Allaha.
( Alıntı S. Muhammed Saki Elhüseyni Aile Sadeti Alıntı)