İçereği Atla

Antik Mezopotamya İnançları; Sâbiîlik

23 Haziran 2025 yazan
Antik Mezopotamya İnançları; Sâbiîlik
ercan dede
| henüz yorum yok

Kur’an’ın üç ayetinde (Bakara 62, Maide 67, Hac 17) diğer bazı dini gruplarla birlikte Sâbiîlerden de isim olarak bahsedilir. Ancak bu ayetlerde Sabiilerin kim oldukları, nerede yaşadıkları ve hangi özelliklere sahip oldukları gibi konulara değinilmez. Çeşitli hadis metinlerinde de Sabii teriminin kullanıldığı bilinmektedir. Ancak bu metinler incelendiğinde bu terimin bir cemaat ismi olmaktan öte, “dönek” anlamına bir sıfat olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Sâbiî isminin Kur’an’da kullanılıyor olması bu dini grubun, Kur’an’ın nazil olduğu dönem Arap toplumunca biliniyor olduğuna işaret etmektedir.

Tedvin dönemi olarak adlandırılan dönemde Sâbiîlerin kim olduklarına dair çeşitli spekülasyonların İslâmi eserlerde yer aldığı bilinmektedir. Bunun en önemli nedeni Halife Me’mun döneminin sonlarından itibaren Harranlı yıldız ve gezegen tapıcılarının zimmilik statüsünü devam ettirebilmek amacıyla “es-Sâbiî el-Harranî” ismini adapte etmeleridir. Harranlı politeist ve paganların yaklaşık Miladi 922 yılından itibaren bu şekilde Sâbiî ismini adapte etmeleri, İslâm dünyasında Sâbiîlerin kim oldukları konusunda bir karmaşaya da neden olmuştur. Bu tarih sonrası İbn Nedim ve Biruni gibi çeşitli Müslüman yazarlar Sabiilerin Vasıt (ya da Bataklık) Sâbiîleri ve Harran Sâbiîleri şeklinde ikiye ayrıldıklarını; bunlardan birinci grubun gerçek Sâbiîler olduğunu ve diğer gruptan her anlamda farklı olduklarını belirtmişlerdir. Ancak ilerleyen tarihsel süreçte Harran Sâbiîleri olarak adlandırılan grup içerisinden birçok filozof ve bilim adamı Bağdad ve Basra gibi merkezlerde meşhur olmuş ve bunlar aracılığıyla Harraniler Sâbiî ismi altında hep ön plana çıkmıştır. Bu da doğal olarak Müslüman yazarların eserlerinde onların ön plana çıkmasına neden olmuştur.

Sâbiîler kendi dinlerine mensup olan sıradan cemaat üyelerini Mandayye (Mandenler, bilenler ya da arifler) diye adlandırırken, cemaat içerisinde ilmi ve otoritesiyle ayrıcalıklı yere sahip olan kimselerle atalarını ise Nasurayye (Nasuralar, doğru inancı koruyup gözetenler) olarak adlandırırlar. Bu arada onlarla ilgili kullanılan Sâbiî (Subbâ, Subbî, Sâbiûn) ve Sâbiîlik terimleri, Sâbiîlerin kendilerince kullanılan bir isim olmaktan ziyade, Arap komşularınca nehirde boy abdesti almak ayininden hareketle onlar için kullanılmaktadır. Sabilerce kutsal metin ve ibadet dili olarak kullanılan ve Aramicenin diyalektlerinden biri olan Mandencede bilgi, hikmet anlamına gelen “manda” teriminden türetilen Mandayuta, Sâbiîliği ifade eden ve Sâbiîler arasında yaygın olarak kullanılan bir terimdir. Bu terimden hareketle Batılı araştırıcılar Sabiîliği Mandeizm olarak isimlendirirler. Sami dillerdeki Nasara (İbranca ve Mandence nasara, Akadca nasâru, Arapça nazara, “korudu, gözetti, muhafaza etti”) fiil kökünden gelen Nasaruta ise, Sâbiî literatürü içerisinde erken dönemlere ait metinlerde Sâbiîlik için kullanılan ve Nasuraizm anlamına gelen bir isimdir.

Sâbiîler, genellikle güney Irak’ta Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık bölgelerle Basra ile Bağdat gibi büyük şehirlerde ve İran’da Karun nehri boyunca yer alan yerleşim birimlerinde yaşarlar. Ayrıca başta İsveç, Danimarka, ABD, Avustralya ve Kanada olmak üzere birçok Batı ülkesinde yaşamlarını sürdüren irili ufaklı Sabii cemaatleri bulunmaktadır. Sabiilerin dünya genelindeki nüfuslarının 80 ila 100 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Genellikle Kur’an meallerinde Sâbiîlerden bahseden ayetler ele alınırken dipnotlarda bunların yıldız ve gezegenlere tapınanlar olduklarına dair bir not düşülür. Gerçekte bu Sâbiîlerin bir özelliği değildir. Bu yanlış anlama çeşitli İslâmi kaynaklarda yer alan ve Harranlı yıldız ve gezegen tapıcılarının siyasi bir nedenle Sâbiî ismini almalarıyla ilişkili olan spekülasyonlardan kaynaklanmaktadır.

Tarihsel Süreç

Her ne kadar Sâbiîler, kendi dinlerinin Hz. Adem’le birlikte başlayan bir “ilk-din” oldu- ğunu iddia etseler de Sâbiîliğin tarihçesi gerçekte günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce başlar. Sâbiîlik MÖ son iki yüzyıl içerisinde Filistin-Ürdün bölgesinde mevcut olan heterodoks Yahudi akımları içerisinde filizlenmiştir. Sâbiîler tarafından “büyük bir önder” ve “bir ışık peygamberi” olarak adlandırılan Hz. Yahya da büyük ihtimalle Nasuralar cemaatiyle ilişki içerisindeydi. Hz. İsa’nın çağdaşı olan Yahya, Yahudi toplumunun bir üyesi olarak doğmuştu. Ancak sonradan bir peygamber olarak Yahudiliğe karşı çıkmış ve Kudüs dışında kendi cemaatini kurmuştu. Yahya’nın faaliyetleri resmi Yahudilik taraftarlarını telaşlandırmıştı. Birçok eziyet ve işkenceden sonra Hz. Yahya, başı kesilmek suretiyle idam edildi ve taraftarları sıkı takibat ve katliama tabi tutuldu. Bu katliam olayına Sâbiîler kutsal kitaplarında geniş yer verirler. Ginza’nın ifadesine göre Yahudiler, başta 365 ileri gelen olmak üzere binlerce Nasurayı (Sâbiîlerin atalarını) katlettiler. Katliamdan kurtulanlar ise, zamanın Arsakid kralı himayesinde kuzey Mezopotamya’ya doğru kaçtılar. Sâbiî kutsal kitapları bunların sayısının 60.000 civarında olduğunu vurgular. Bir müddet sonra Nasuralar/Sâbiîler buradan güney Mezopotamya’ya göç ederek buraya yerleştiler. Mecusiliğin İran’da resmi din olarak kabul edildiği MS 3. yy’ın ilk yarısına kadar Sâbiîler bu bölgede altın çağlarını yaşadılar. 7. yy’da Irak’ın Müslümanlarca fethedilmesi üzerine, diğer yöre halkı gibi Sâbiîler de zimmi statüsüyle İslâm hakimiyeti altına girdiler.

Sâbiîler, değişik inanç ve kültür mensubu çeşitli halklarla komşuluk ilişkileri içerisinde yaşadılar. Doğal olarak zamanla bu geleneklerden çeşitli alanlarda etkilendiler. Kendi asli Yahudi kültürleri yanı sıra İran dinlerinden (ölü ile ilgili bazı törenler, ayin yemekleri ve yıldızlarla ilgili çeşitli tasavvurlar konusunda olduğu gibi), Babil-Asur dininden (sihir ve büyü formülleri ve benzeri) ve Hıristiyanlıktan (Pazar gününün kutsallığı gibi) çeşitli unsurları adapte ettiler. Bu arada Filistin’deki katliam ve takibat nedeniyle Yahudilere karşı birçok polemik geliştirdiler ve zamanla Yahudilikten iyice uzaklaştılar.

Kutsal Metinleri

Sâbiîlerin kutsal kitapları yazılı metinler ve sır metinleri şeklinde iki ana grupta toplanabilir. Yazılı metinler de kendi aralarında temel kutsal kitaplar, esoterik (gizli) özelliğe sahip metinler, divan, şerh ve tefsirler, astrolojik metinler ve büyü ve sihir yazmaları şeklinde çeşitli gruplara ayrılabilir. Sâbiî kutsal kitapları arasında en önemli yeri oluşturan temel kitaplar Ginza, Draşya d Yahya ve Kolasta’dır. İki ana kısma (Sağ Ginza ve Sol Ginza) ayrılan ve “hazine” anlamına gelen Ginza yaklaşık 600 sayfadan oluşur. “Adem’in Kitabı” diye de adlandırılan bu kutsal kitap, çeşitli dualar, teoloji, mitoloji, ölüm ve ölüm sonrası hayat ve benzeri konuları ihtiva eder. Draşya d Yahya (Yahya’nın Öğretileri) ise adından da anlaşılacağı gibi, büyük ölçüde Yahya’yı ve öğretilerini konu alan bir kitaptır. Kolasta (Kolleksiyon ya da Övgü) ise gusül, ayin yemekleri ve benzeri ibadetlerle ilgili dua ve uygulamaları konu alan bir günlük ibadet kitabıdır.

Yalnızca rahipler ve rahip adaylarınca kullanılmasına izin verilen esoterik kitaplar ço- ğunlukla teolojik konularla çeşitli mitolojik tasavvurları ele almaktadır. Astrolojik metinler ise gelecekle ilgili kehanette bulunma, eksorsizm (kötü ruhları ve cinleri kovma) ve doğum, ölüm, yeni yıl ve evlenme gibi durumlarda ilgili kişinin ve günün ad, saat ve tarihiyle ilgili -ebced hesabına benzer yolla- çeşitli astrolojik hesaplar yaparak ilgili olayları yorumlama konusunda bilgiler veren metinlerdir.

Sâbiîler kutsal kitaplarının, -özellikle temel kitaplarla yalnızca rahiplerin okumalarına izin verilen esoterik metinlerin- yaratılışta yüce Tanrı tarafından ilk insan Adem’e vahy olunduğuna inanırlar. Sâbiî literatürü üzerinde yapılan çalışmalar, bu literatürden en azından bir kısmının MS 2. ya da 3. yüzyılda derlendiğini ortaya koymaktadır.

Kutsal metinlerin yazılı olduğu dil Aramcanın doğu lehçelerinden birisi olan Mandencedir. Günlük hayatta Arapça konuşan Sâbiîler, bu dili anlamadan sadece ibadet dili olarak kullanırlar. Bu dili okuyup yazabilme ayrıcalığı ise yalnızca rahiplere aittir. Bununla birlikte günümüzde Sabiîler –örneğin İran’daki cemaat- kendi dillerini okuma yazma düzeyinde öğrenme/öğretme ve günlük bir dil olarak kullanma konusunda bazı çabalar içerisindedirler. Bu amaçla Mandence eğitim veren bazı okullar kurulmuştur.

Temel İnanç Esasları

Baştan sona Sâbiî öğretilerine metafizik ve içinde yaşanılan evren düzleminde kabul edilen bir düalizm egemendir. Yalnızca ahlaki düzlemde bir düalizmden farklı olan bu anlayış Gnostik Düalizm olarak da nitelenebilir. Bu dualizme göre bir tarafta ışık ve nur alemi, di- ğer tarafta ise karanlık alemi bulunur. Işık aleminin başında “Yüce Hayat”, “Kudretli Ruh” ve “Yüceliğin Efendisi” gibi isimler de verilen Malka d Nhura (Işık Kralı) bulunur. Işık aleminde yüce varlık Malka d Nhura’nın etrafında sayısız nurani varlık bulunur. Uthria (zenginler) ve Malkia (krallar) diye adlandırılan bu varlıkların görevi, Malka d Nhura’yı takdis ve tesbih etmektir. Işık alemi ve bu alemin varlıkları kötülükten tamamıyla mü- nezzehtirler. Bu alem yokluk, eksiklik, fanilik ve yanlışlık gibi sıfatlardan da tamamıyla uzaktır. Sâbiî kutsal kitaplarında, yönlerden kuzeyde olduğuna inanılan Işık aleminin dü- zen, varlık ve verimliliği sembolize eden Hayat (Hayye) prensibinden oluştuğu ifade edilir. Böylelikle hayat prensibi bütün Sâbiî teolojisine baştan sona hakimdir.

Düalizmin diğer kanadını oluşturan karanlık alemi de ışık alemi gibi benzer bir yapılanmaya sahiptir. Işık aleminin hayat prensibinden oluşmasına karşılık, karanlık alemi yokluk, eksiklik ve düzensizliği sembolize eden kaos ya da “Kara Su”dan oluşmuştur. Yönlerden güneyde olduğuna inanılan alemin başında zaman zaman Ur ya da “Büyük Canavar” diye de adlandırılan Malka d Hşuka (Karanlık Kralı) bulunur. Malka d Hşuka, karanlık alemindeki sayısız kötü varlığın yaratıcısı ve yayıcısı olarak nitelenir. Birçok olağanüstü nitelik ve güçlere sahip olan bu varlık, kötü ve karanlık vasıfların tümüne sahiptir. Malka d Hşuka’nın etrafında sayısız kötü varlık, devler, şeytanlar, kötü ruhlar, canavarlar ve benzeri varlıklar bulunur. Bu varlıklara ilaveten karanlık alemi içerisinde bir de düşmüş ışık varlıkları vardır. Bunlar kötü varlıklarla işbirliği ya da ezeli bir takdirin (kaderin) bir tezahürü olarak karanlık alemine atılmış varlıklardır. Bunların başında Ruha isimli bir dişi figür gelir. Ruha, özellikle alemin ve insanın yaratılışı mitolojisinde kötü varlıkları harekete geçirmesi konusunda Malka d Hşuka’yı kışkırtan bir varlık olarak nitelenir. Ayrıca ışık alemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma aracı varlıklar olan Yuşamin, Abatur ve Ptahil (maddi alem ve insanın yaratıcısı) gibi figürler de karanlık alemine atılmış varlıklar arasındadır.

Karanlık alemi, yapısı gereği kaos ve düzensizlik halinde Kara Su’dan oluşmuştur; hayat ve verimlilik unsurları taşımadığından düzenli hiçbir şey var edemez. Dolayısıyla Karanlık Kralı, ışık alemi varlıklarını ele geçirip tutsak etme planları kurmaktadır. Durumdan haberdar olan Işık Kralı ise buna karşı çeşitli tedbirler almaktadır. Nitekim, ışık elçisi Manda d Hayye’yi özel görevle gizlice karanlık alemine gönderir. Manda d Hayye, yanındaki kutsal silahlarıyla Karanlık Kralı’nı yakalar ve zincire vurur. Ancak sonradan ışık aleminde yaşayan bazı ışık varlıkları, kendilerinin dışındaki alemleri ve varlıkları merak ederek ışık alemiyle karanlık alemi arasındaki perdeleri aralar ve Kara Su’ya (karanlık alemine) bakarlar. İşte onların bu merakı ışık aleminden düşüşün ya da atılışın başlangıcı olur. Işık aleminden atılan varlıklardan her biri sonradan hatalarını anlayıp, tekrar ışık alemine dönmek isterlerse de onların bu isteği ilahi kader gereği kabul edilmez. Ancak maddi alemin (kainatın) varlığına son verildiğinde bunlar günahlarından temizlenerek tekrar ışık alemine kabul edileceklerdir.

Evrenin yaratılışı açısından özellikle Yuşamin, Abatur ve Ptahil’in düşüşleri çok önemlidir. İkinci Hayat, Üçüncü Hayat ve Dördüncü Hayat olarak da adlandırılan bu üç varlık, ışık alemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma temas kurma ve aracılık yapma görevini üstlenirler. Bir başka açıdan bu üç varlık, yaratılışla ilgili karanlık alemine düşüşün üç aşamasını oluştururlar. Bir diğer ifadeyle Yuşamin ve Abatur’un durumunda karanlık alemine düşüş tam olarak gerçekleşmez; ancak Ptahil ile düşüş tamamlanmış olur. Ptahil kendisinde bulunan ışık parçacıklarıyla kara sular içinde kendisine ait bir dünya yaratmaya çalışır; ancak bunda başarılı olamaz. Daha önceden karanlık alemine atılmış olan ve Ptahil’in bu çalışmalarını gören Ruha, Karanlık Kralı büyük canavar Ur’la işbirliği yapar, onun zincirlerini çözer ve ikisi birlikte Ptahil’e dost görünerek onu maddi alemi yaratma işinde teşvik ederler. Zira, niyetleri Ptahil’in yaratacağı dünyaya sonradan hakim olmaktır. İlk girişiminde başarılı olamayan Ptahil, Işık Kralı’na yardım etmesi için yalvarır. Bu arada ileriye dönük planlarını gerçekleştirme yönünde dişi figür Ruha ile Karanlık Kralı birleşirler ve bundan kötü varlıklar olan 7 gezegenle 12 burç doğar. Ptahil’in yalvarmaları karşı- sında Işık Kralı ona hayat nurunu verir ve Ptahil bununla kara sularda dünyayı yaratır. Bu dünyanın maddi yönleri kara sudan, hayat ve verimlilik taşıyan yönleri ise hayat nurundan oluşur. Bu yaratılış tamamlandığında kötü güçler kara suyla birleşen hayat nurunun (ışık varlığının) kaçmaması için bu dünyanın etrafına kendi çocukları olan 7 gezegen ve 12 burcu yerleştirirler. Böylelikle Ptahil’in dünyası tamamıyla gözetim altına alınmış olur.

Demiurg Ptahil, hiç olmazsa dünyada kendisine vekalet edecek bir varlık oluşturmak ister ve insanı yaratmayı planlar. Ancak, kötü güçler yine onu kandırmayı başarırlar ve onunla bu konuda da işbirliği yaparlar. Böylelikle insanın maddi yönünü oluşturan ceset, Ptahil tarafından yaratılır. Ancak bu yaratma işi başarısızlıkla sonuçlanır; zira yaratılan varlık hayat unsurundan yoksun, dolayısıyla cansızdır. Ona can vermek için kötü güçler türlü yollar denerler, fakat bir türlü başarılı olamazlar. Sonunda Ptahil, yüce Işık Tanrısına yalvarır ve kendisine yardım etmesini ister. Bu seslenişe cevap olarak Işık Kralı, insanın ruhunu ışık aleminden yeryüzüne indirir ve bir ışık elçisi (Manda d Hayye) aracılığıyla cansız bedene yerleştirir.

Adem, inanan bir insandır. Zira yüce Tanrı insanı kötü varlıkların eline bırakmamış; ruhun bedene konuluş anından itibaren onu eğitmesi için Manda d Hayye’yi ve onu korumaları için de üç ilahi muhafızı (Hibil, Şitil ve Anuş’u) yeryüzüne indirmiştir. Böylelikle ilahi yolu tanıyan ilk insan yüce Işık Kralı’na itaat eden bir varlık haline gelmiştir. Ayrıca Adem’in yeryüzünde yalnız kalmaması amacıyla Havva da yaratılmıştır.

Sâbiîlere göre kurtuluş yalnızca ruh için geçerlidir; zira beden bu süfli dünyaya aittir. Ruhun kurtuluşu ise beden hapishanesinden ve dünyadan kurtulmasına bağlıdır. Kurtuluş için ruhun gerekli olan şeyleri yapması, yani doğru inanç ve ibadetlere bağlanması gerekir. Ancak bu bile kurtuluş için yeterli değildir. Zira Sâbiî düşüncesine göre kurtulu- şun tek yolu ilahi kurtarıcı bilgiye (buna manda, yani “hikmet” ya da “kutsal bilgi” denir) sahip olmaktır. Bu bilgi ise kazanılan veya öğrenilen bir bilgi değil, bahşedilen verilen bir bilgidir. Bu kurtarıcı bilgiye sahip olmak için insanın yapması gereken şey, bu bilgiyi alabileceği uygun ortamı hazırlamaktır. İşte bu da doğru iman ve ibadetlerle mümkündür. Doğru inanç ve ibadetleri izleyen bir ruha kurtarıcı bilgi ilahi kurtarıcı (redeemer) tarafından iletilir. Bu bilgiye sahip olan ruh, bu süfli alemden tamamıyla temizlenerek ilahi nur alemine, yüce Işık Kralı’nın katına yükselir. Böylelikle kurtuluş gerçekleşmiş olur.

Sâbiîler, ilk insanın yaratılışından kıyamete kadar dünyanın yaşını 480.000 yıl olarak hesaplarlar. Bu süre 4 döneme ayrılır. Sâbiîlere göre dördüncü dönemin son 2000 yılı, yani Nuh’tan 6000 yıl sonra Kudüs’ün kuruluşuyla başlayarak dünyanın sonuna kadar devam edecek olan süre ahir zamanı temsil eder. Ahir zaman kötülük, zulüm, fitne ve savaşların gittikçe arttığı bir dönemdir. Mehdi Praşay Ziva (“son savaşçı” ya da “son kral”) ortaya çı- kar ve yeryüzüne hakim olur. Mehdinin döneminde bütün ahlaki kötülüklere son verilir; savaşlar, fitneler ve zulüm kaybolur. Yeryüzü hayatı sonunda genel bir kıyametin olaca- ğına inanırlar. İnsanlar öldüğünde ruhları dünyayı çevreleyen ve bir bakıma gözetim evi görevini ifa eden 7 gezegenden sırasıyla geçerek Abatur’un terazisine ulaşır ve oradan ışık alemine doğru yükselirler. Ölen kişi eğer inanan bir kimseyse bunun ruhu şimşek hızıyla bu gözetim evlerini geçer ve ışık alemindeki cennete (Mşunai Kuşta’ya) ulaşır. Ancak ölen kişi inanmayan ya da günahkar olan bir kimseyse bunun ruhu bu gözetim evlerinde takılır ve işkenceye tabi tutulur. İşte genel hesapta kıyametle birlikte yeryüzünden kurtarılan gü- nahkar ruhlarla daha önceden yeryüzünden ayrılmakla birlikte günahkarlıkları nedeniyle gözetim evlerinde alıkonup eza ve işkence çeken ruhlar, Abatur’un terazisinde tartılarak yargılanacak ve günahlarını çekmek üzere bir çeşit cehennem olan Suf Denizi’ne atılacaktır. Günahları sona erdiğinde bu ruhlar da tekrar ışık alemine alınacaktır.

Sâbiîliğin insan anlayışında ruh, beden ve nefs ayrımına dayalı parçacı bir insan tasavvuru yer almaktadır. Bu tasavvurda insanın gerçek benliğini ruh oluşturmaktadır ve dolayısıyla kurtuluşun amacı da ruhun tutsak olduğu beden ve yeryüzü hapishanesinden kurtulmasıdır.

Temel İbadetleri

Sâbiîler ibadetlerini evlerinde ve belirli durumlarda Mandi adı verilen bir yapının önünde bulunan havuzda ve havuz kenarında yaparlar. Mandi, genellikle bir nehir kenarında kuzeye doğru yapılmış, güney tarafında bir kapı bulunan penceresiz, küçük ve basık bir kulübeden ibarettir. Bu yapının güneyinde nehirden bir kanalla açılan ve diğer bir kanalla nehre tekrar bağlanan küçük bir havuz bulunur.

Sâbiî ibadetleri arasında en önemli olanı boy abdesti ya da vaftizdir. Masbuta, tamaşa ve rişama şeklinde üç çeşit dini yıkanma/temizlenme ayini vardır. Boy abdesti ya da tam vaftiz olarak da adlandırılan masbuta, rahip gözetiminde bir akarsuya dalıp çıkmak şeklinde yapılmaktadır. Bu yıkanma ibadetinin her Sâbiî tarafından haftada en az bir kere Pazar günü yapılması zorunludur. Tamaşa ise dini kirlenmeler sonrası bir Sâbiînin rahibe gereksinim duymaksızın kendi başına nehre üç kez dalıp çıkması şeklinde yaptığı gusüldür. Üçüncü dini yıkanma/temizlenme türü olan rişama ise İslâmdaki normal abdeste benzer bir ibadettir. Dini yıkanma ibadetinin mutlaka bir akarsuda ya da akarsudan açılan kanallarda yapılması gerektiğine inanırlar. Onlar, akarsuları ilahi ışık alemiyle ilişkili olarak görür ve onları Mia d Hayye (hayat suyu) diye adlandırırlar.

Sâbiîlikte ayin yemekleri törenleri de önemli yer tutar. Bunlardan en önemli olanı masiqta adı verilen törendir. Bu tören ölen bir kişinin ruhunun gözetim evlerinden (7 gezegenden) hızla geçerek ışık alemine ulaşması için yapılır. Rahip gözetiminde çeşitli özel yemekler hazırlanır ve bunlar vaftiz, dua ve benzeri ayinler eşliğinde yenilir. Ölüm olayı dışında ata ruhlarını anma, rahipliğe giriş töreni ve mabedin temizlenmesi gibi sebeplerle de ayin yeme- ği merasimleri düzenlenir. Kuzeye dönerek yapılan günlük dua ayini vardır. Sâbiîler günün belirli saatlerinde (Ginza’ya göre 3 kez gündüz, 2 kez gece) yüce Işık Kralı’na dua ederler. Ayin yemeklerine hazırlık aşamasında güvercin ve koç kurban ederler. Bu kurbanlar ayrı bir ibadet şekli olmaktan ziyade ayin yemeği törenlerinin bir parçasıdır. Kurban hayvanı ancak bir rahip tarafından kesilebilir. Rahip kurban sırasında kuzeye döner.

Sâbiî geleneği yılın çeşitli gün ve saatlerini uğursuz (mbattal) olarak adlandırır ve Sâbiîler o zamanlarda iş yapmamaya, dışarı çıkmamaya gayret ederler. Öte yandan belirli günlerde de bayram yaparlar. Bayramlar arasında en önemli olanı bir çeşit bahar bayramı olarak kutladıkları beş günlük Panja ya da Parvania bayramıdır.

Sabii Din Adamları ve Mabet

Sâbiîlikte teorik olarak vücutça kusursuz ve sağlam olan ve soyunda bir zındıklık ya da dinden dönme olayı olmayan herkes rahip olabilir. Ancak pratikte rahiplik babadan oğula geçen bir meslek şeklinde algılanmaktadır. Rahip olacak kişinin evli olması ideal olarak görülen bir durumdur. Rahiplikteki en üst tabakaya “Riş ama” adı verilir. Bu görev yalnızca dini anlamda değil siyasal anlamda da Sâbiî toplumunun liderliğini ifade etmektedir. Ganzibra’lık ise yöresel baş rahiplik görevine tekabül etmektedir. Normal rahiplere Tarmida, yardımcı rahiplere ise Aşganda adı verilmektedir. Sâbiî cemaati içerisinde Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir dine kabul töreni yoktur. Sâbiî bir ailede doğan herkes cemaatin doğal üyesi kabul edilir. Kutsal kitaplarda açık bir ifadeye rastlanmamakla birlikte dışarıdan bir kimsenin (Sâbiî bir anne babadan doğmuş olmayan bir kişinin) Sâbiî olması mümkün değildir. Her Sâbiînin bir dünyalık ismi, bir de gizli dini ismi olmak üzere iki ismi vardır. Dini isimler çocuğun doğumunda rahiplerce çeşitli astrolojik hesaplamalar yapılarak tespit edilir.

 

Giriş to leave a comment