İçereği Atla

Dinin Mahiyeti

22 Haziran 2025 yazan
Dinin Mahiyeti
ercan dede
| henüz yorum yok

İnsanoğlunun yeryüzünde var olduğu andan itibaren dinin de her zaman ve her yerde mevcut olduğu bir gerçektir. Zira araştırmalar göstermektedir ki, yaşayan ya da yaşamayan her uygarlıkla ilgili bir inancın izlerine mutlaka rastlanılmaktadır. Yani tarih boyunca inançsız insan olsa dahi inançsız bir toplum mevcut olmamış, her toplumun mutlaka kendine özgü bir inancı olmuştur. Burada ise daha  ziyade günümüzde az ya da çok mensubu bulunan dinler ele alınacaktır. Hint dinlerinden yaşayanlar Hinduizm, Caynizm, Budizm, Sihizm isimlerini taşımaktadır ve özellikle uzakdoğuda doğmuş, yayılmış ve yaşamaya devam etmiktedirler. Uzak Doğunun nüfus yoğunluğu da göz önünde bulundurulduğunda yüzmilyonlarca mensubunun olduğunu söyleyebiliriz. Yine aynı bölge dinlerinden olan Çin ve Japon dinleri Taoizm, Knfüçyanizm, Şintoizm, Zen Budizmi gibi isimlerle anılmaktadır ki, bunlar bazen bir felsefe ve bazen de din olarak değerlendirilmektedir. Din olarak değerlendirilmesinin en önemli sebebi Tanrı, Kurucu-Peygamber, Kutsal Kitap, vahiy-ilham vb. hususlara yer vermesinden kaynaklanmaktadır. Din bilimcileri dinleri tasnif ederken milli ve evrensel dinler terimlerini kullanırlar ki, bu saydıklarımızdan Budizm hariç diğerlerinin tamamı kendi toplumlarıyla sınırlı milli dinler kategorisinde kabul edilmektedirler. Evrensel dinler sınıfında yer alan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm yaklaşık olarak dünya nüfusunun yarısı tarafından kabul edilen dinlerdir. Yahudilik en eskisi olmasına rağmen sadece anne yoluyla çoğaldığı ve ihtida kabul etmediği için nüfusu bütün dünyada 20 ila 25 milyon kadardır. Hıristiyanlarla Müslümanların nüfusları ise neredeyse eşittir ve her birininki yaklaşık 1,5 (birbuçuk) milyar civarındadır. İki dinin mensuplarının toplam nüfusu üç milyarı aşmaktadır.


Dinin ne olduğu, tarih boyu insan yaşamındaki yeri ve karmaşık yapısı öteden beri bir sorun olarak insanın karşısındadır. Dinin tarih boyu insanla birlikte varlığını sürdürdüğü, bir başka ifadeyle insanın olduğu her zaman diliminde ve her yerde var olduğu bir gerçektir. Öyle ki inanılan varlık ve değerlere yönelik zaman zaman birbirinden çok farklı yapı- lar da gösterse insanlar mutlaka bir inanç içerisinde olmuşlar ve bu inanca dayalı tutum sergilemişlerdir. Bununla birlikte, özellikle 19. yüzyıldan itibaren çeşitli alanlarda yaygın kabul gören pozitivist teoriler doğrultusunda metafizik değerlere ve dine yönelik sorgulamalar insanlık tarihinde dinin yerine ve dinin kökenine yönelik pozitivist değerlendirmeleri de beraberinde getirmiştir. Buna göre din, tarihte insanlığın geçirdiği tekâmüle paralel tarzda bir tekâmül geçirmiş; ruhçuluk ve tabiata tapınma ile iç içe olan mitolojik dönemi metafiziğe dayalı kavram ve değerler izlemiştir. Dolayısıyla ruhçuluk, atalar kültü ve büyü, geleneksel din ve tanrı düşüncesinin temelinde bulunmaktadır; tanrı inancında ise çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa doğru bir gelişim söz konusudur. Bu bağlamda Hegel, insanlık tarihinde “din çağı” öncesi bir “sihir ve büyü dönemi” olması gerektiği üzerinde durmuş; Frazer ise insanlığın erken dönem tarihinde, büyü ve sihir gücüyle insanlığın doğayı kontrol altına alabileceğinin düşünüldüğü bir zaman diliminin varlığından söz etmiştir. Ona göre insanlığın bu çabası doğrudan etkili olmayınca, insanlar bu defa kendilerinden daha üstün saydıkları ruhlara, tanrılaştırılmış atalara ve diğer tanrısal varlıklara yönelmeye başlamışlardır. Kutsal ve tanrı düşüncesi açısından ise ata ruhlarına tapınma ve çoktanrıcılık insanlığın erken dönem din tecrübesinin tezahürleri olarak yaşanmıştır. Bu pozitivist bakış açısına göre doğal olarak din insanlık tarihinde zaman içerisinde ortaya çıkan bir değerdir; dolayısıyla insanlık tarihinde dini inanç ve değerlerin olmadığı bir dönemin de olması gerekir. Nitekim bu bakış açısı doğrultusunda bazı antropologlar ve din tarihçileri eserlerinde Okyanusya’da yaşayan kimi “dinsiz” kabilelerden bahsetmişlerdir.


Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılan araştırma ve incelemeler, dinle ilgili pozitivist teorilerin ve değerlendirmelerin gerçekte masa başı değerlendirmeler oldu- ğunu ortaya koymuştur. Zira gerek dünya genelinde yaşayan topluluklara yönelik yapılan saha araştırmaları gerekse eski toplumlara yönelik arkeolojik araştırmalar, her dönemde insanların bir şekilde bir dinsel inanca sahip olduğunu ortaya koymuştur. Dünya genelinde eski ve çağdaş dinsel gelenekler üzerinde yapılan sayısız araştırma, her dönemde ve her toplumda bir din anlayışının mevcut olduğunu ve dinin, Ninian Smart’ın haklı olarak vurguladığı gibi, tarih boyu insan yaşamının ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca Mircea Eliade gibi araştırıcıların yaptıkları çalışmalarda, kimi antropologlarca “ilkeller” olarak tanımlanan yerlilerin inançlarının hiç de evrimci pozitivist teorilerin iddia ettiği gibi iptidai olmadığı, tam tersine gelişmiş olarak tanımlanan dinsel geleneklerde var olan özelliklerin bu geleneklerde de mevcut olduğu ortaya konulmuştur. Bütün bunlar dikkate alındığında dinin ya da din duygusunun kökeni veya kaynağı tartışmalarına daha yerinde bir bakış açısı getirmek mümkün olur. Dini duygu ve düşünceler insanla birlikte var olan bir durum olduğuna göre bunların kaynağını insana ilişkin duygu ve düşüncelerin kaynağıyla birlikte düşünmek gerekir.


DİNİN ANLAM VE DEĞERİ


Genel olarak insanın çeşitli duygu ve düşünceleriyle tutum, tavır ve davranışlarının ifadesi olan dinin ne olduğu ya da nasıl tarif edileceği öteden beri bir tartışma konusudur. Halk arasındaki yaygın kullanımında din kavramı genellikle kutsal terimiyle birlikte ele alınır. Öyle ki din, zihinlerde öncelikle kutsal terimini çağrıştırmakta; kutsal alana yönelik duygu ve düşüncelerle tavır ve davranışları ifade etmektedir. Nitekim halk arasında yaygın olarak dinin Allah’tan kaynaklanan ilahi bir yapı ya da kurum olduğu ve çeşitli kutsal değerlerin ifadesi olduğu düşünülmektedir. Bu bağlamda, din terimi sınırlı bir çerçevede kullanılmakta, örneğin kendilerini yeni ya da müstakil bir din olarak tanımlasalar da çe- şitli kişi ya da gruplarca tasarlanan veya sosyal gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan bazı akımlar din kapsamında görülmemektedir. Peki, kutsal nedir? Birçok araştırıcı kutsalın çeşitli tariflerini yaparlar. Bu tariflerde üzerinde ittifak edilen temel özellikler arasında kutsalın sıra dışılığı, olağanüstülüğü ya da diğer şeylerden farklı bir değer taşıması, bambaşkalığı, bu evrenin dışından bir anlam taşıması gibi hususlar dikkati çekmektedir.


Arapça bir kökene sahip olan ve genel olarak belirli inanç sistemlerini ifade etme doğ- rultusunda sınırlı bir anlamda kullanılan din teriminin Arap dilindeki kullanımına baktı- ğımızda çeşitli anlamlara geldiğini görürüz. Örneğin Kur’an’da din terimi, “yol, hayat tarzı, hesap günü, kanun, hüküm” ve benzeri anlamlarda kullanılmaktadır. Buna göre din, insanın her türlü inancını, düşüncesini, tavır ve davranışlarını ifade eden, insanın yaşam tarzı ya da yaşamında izlediği yol anlamına gelmektedir. Diğer taraftan Kur’an din terimini özel anlamda İslâm için de kullanmakta ve “Allah katında din (ed-din) İslâm’dır” demektedir. Bir diğer ifadesinde ise “Kim İslâm’dan başka bir din seçerse bu ondan kabul edilmeyecektir” diyerek İslâm’ın dışındaki dinlere de dikkat çekmektedir. Kur’an’ın bu kullanımı dikkate alındığında, Allah’ın inanan insanlara öngördüğü dinin İslâm olarak belirtildiği, ancak bunun dışındaki dinlerin mevcudiyetinin de prensip olarak kabul edildiği aşikârdır. Kur’an’ın bu özel kullanımı yine Kur’an’da din terimine yüklenen genel anlamlarla bir arada düşünüldüğünde, dinin, insanın bütün yaşamında takip ettiği temel yol, hayat tarzı şeklinde değerlendirildiği ve insana benimseyip takip etmesi için esasları Allah tarafından belirlenen bir hayat tarzı olan İslâmın öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Erken dönem Müslüman âlimler de eserlerinde dini, Kur’an’daki bu anlama uygun şekilde kullanmakta ve insanın düşünsel olduğu kadar bireysel ve sosyal yaşamını tanzim eden her tür hayat anlayışını din olarak ele alıp değerlendirmektedirler. Başta milel ve nihal türü eserler kaleme alan yazarlar olmak üzere, dinler tarihine ilişkin eser veren İslâm âlimlerinin çalışmalarında insanın düşünce ve inanç sistemini ve her türlü tavır ve davranış kalıplarını belirleyen tüm yaşam modelleri birer dinsel gelenek olarak ele alınıp incelenmektedir. Abdulkahir el-Bağdâdî’nin, el-fark beyne’l-fırâk başlıklı çalışması buna bir örnek olarak verilebilir. Çeşitli Batı dillerinde religio ya da religion terimleriyle ifade edilen dinin nasıl anlaşılması konusunda Batıda da çeşitli görüş ayrılıkları mevcuttur. Dinle ilgili genelde yaygın olan kanaat, dinin, “insanın tanrı, metafizik âlem ya da kutsala yönelik duygu, düşünce ve davranışlarını ifade eden sistem” olduğu yönündedir. Batıda, Aydınlanma döneminden itibaren çeşitli din bilimleri teorisyenlerince dile getirilen tanımlamalar, din kavramını niteleme konusunda yerinde bir ifadeyle “efradını câmî ağyarını mânî” bir tarif değildir. Öncelikle dinin “ne”liğine ilişkin bu tarif, Batı kültür dünyasında, insanlığın tanrı, ahiret, metafizik âlem ve kutsala yönelik kült ve ritüellerinden oluşan sistemleri ifade etme açısından yapılmaktadır. Çeşitli Batılı bilim adamları dini tarif ederken örnek olarak ele aldıkları dinsel sistemler ve ilgilendikleri bilim dalları doğrultusunda bir din tanımlaması yapmışlardır. Ayrıca yaptıkları tanımlamalarda içinde bulundukları toplumun temsil ettiği dinsel geleneğin karakteristik özellikleri de önemli rol oynamıştır. Bu çerçevede din tarifinde kimi bilim adamları tanrı kavramını, kimi ruhsal tecrübeyi, kimi aşkınlıkla ilişkiyi, kimi araştırıcılar da tapınma ve inancı ön plana çıkarmaktadırlar. Bütün bu din tanımlamalarında, tarih boyunca tüm insanlığın temsil ettiği dinsel yapıyı kapsayıcı bir yaklaşımdan ziyade sınırlı bir din tarifinin ön plana çıkarıldığı görülmektedir.


Dinin ne’liğine dair yapılan tariflerinin birçoğu, dinler tarihinin konusuna giren yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm dinsel gelenekleri kapsamı içerisine alma konusunda yetersizdir. Zira dinler tarihinde, tanrı ya da aşkın varlık düşüncesine yer vermeyen hatta materyalist bir görüntüyü ön plana çıkaran inanç sistemlerinin varlığı da bilinmektedir.


Günümüzde bazı bilim adamları haklı olarak, dinin ne olduğu konusundaki geleneksel batı kaynaklı tanımlamaların yetersizliğini vurgulamakta ve daha kapsamlı bir din tarifine ihtiyaç duyulduğunun altını çizmektedir. Gerek günümüzde gerekse başlangıcından itibaren tarihi süreç içerisinde, insanlığın din tecrübesini tanımlayabilecek kapsamlı bir din tarifi, insanla temsil ettiği dinsel gelenek arasındaki üç önemli ilişkiyi ifade edecek yapıda olmalıdır. Öncelikle her dinsel gelenekte o geleneğe bağlı olan kişinin duygularını, düşüncelerini yönlendiren ve belirli şeylerin varlığına ya da yokluğuna, doğruluğuna ya da yanlışlığına kişinin inancını ifade eden bir yapı vardır. İnancı, yalnızca bazı metafizik ya da aşkın varlıkların var olduğunu kabullenmeyle sınırlamak doğru değildir. Zira metafizik ya da aşkın âleme yönelik bir varlığın veya varlıkların mevcudiyetini kabullenme kadar bunların yokluğunu kabullenme de bir inançtır. Örneğin; İslâm’da Allah’a inanç, Allah’tan başka hiçbir üstün gücün var olmadığına inancı da içermektedir. Aynı şekilde, erken dönem Budizm’inin tanrı inancı konusunda suskun kaldığı ve tanrı inancından öte insanın yeryüzündeki var oluşuna yönelik düşüncelerin dinin temel karakteristiklerinden birisi olarak ön plana çıktığı bilinmektedir. Yine, insanın içinde yaşadığı âleme ve hayata ilişkin doğru ya da yanlış şeklindeki değerlendirmeleri de inanç kapsamındadır. Ayrıca her dinsel gelenek muhatap aldığı insanın tavır ve davranışlarını düzenleme, kişinin ya- şamını bir düzene sokma hedefini taşır. Bu doğrultuda insanlar, inanç ve düşünceleri ya da doğru ve yanlışa ilişkin değerlendirmeleri çerçevesinde kişisel tavır ve davranışlarını belirleme yoluna giderler. Son olarak dinsel gelenekler, bağlısı olan kişi ya da kişilerin diğer insanlarla ve toplumla olan ilişkilerini düzenlemeleri konusundaki tutum ve davranışlarını belirlerler. Böylelikle kişi, gerek etrafındaki insanlarla ve toplumsal yapıyla olan ilişkilerini gerekse sosyal kurumlarını inanç ve düşünceleri, tavır ve davranış kalıpları doğrultusunda belirler.


İnsanlığın yaşadığı ve yaşamakta olduğu din tecrübesiyle ilişkili olarak değindiğimiz bu hususlar doğrultusunda dinin; (i) insanın düşünce ve inanca dayalı değerlendirmelerini içeren zihinsel fonksiyonlarını, (ii) her türlü tavır ve davranışlarını ve (iii) insanın diğer insanlarla ilişkilerini ve kurumsal yönünü ifade eden sosyal yapısını belirleyen ve disiplin altına alan bir sistem olduğu söylenebilir. Bu şekilde yapılan genel bir din tarifi, insanlığın emsil ettiği tüm dinsel gelenekleri kapsayıcı bir tanımlamadır. Dinin bu genel tanımı, yalnızca düşünce sisteminde tanrı veya tanrılar, metafizik varlıklar ve ahiret gibi değerlere yer veren sistemleri değil, aynı zamanda insana belirli bir düşünce ve yaşam tarzıyla bir cemaat anlayışı sunan her geleneği kapsamı içerisine alan bir tanımdır.


Dini inanç ve tutumlarla yakından ilgili olan bir durum, insanın kendisini ve çevresini tanıyıp algılama doğrultusunda ontolojik ve teleolojik meraklarıdır. İçinde yaşadığı âlemi tanıma, kendisinin ve alemin nasıl ve neden var olduğunu, var oluşun bir amacının olup olmadığını araştırma öteden beri insanın merak konusu olmuştur. Aynı şekilde insan, gerek kendisinin gerekse etrafındaki diğer canlıların doğum-ölüm kuralına tabi olduklarını gözlemekte ve ölüm sonrasını merak etmektedir. Ölüm nedir, ölüm sonrası neyi ifade etmektedir, şu ana kadar ölen ve hatıraları yaşayanların zihninde süregelen insanlar (atalar) şu an nerededirler ve benzeri sorular, tarih boyu insanın zihnini meşgul eden hususlar olmuştur. İnsan, kendisi ve etrafındaki varlıklarla ilgili tüm bu sorulara yalnızca içinde yaşadığı maddi âlem ve tecrübe dünyası sınırlarında kalarak, daha doğrusu doğa- üstü bir aşkın varlık inancına müracaat etmeksizin tatmin edici cevaplar bulamamaktadır. En basitinden maddi âlemin nasıl var olduğu sorusunu, düşüncelerini maddi âlemle sı- nırlayarak cevaplamakta aciz kalmaktadır. Bu da insanın zorunlu olarak bu âlemin dışında olan aşkın bir varlığı kabullenmesini gerekli kılmaktadır. Zira ontolojik ve teleolojik meraklarını ve sorularını ancak bu yüce aşkın varlığı hesaba katarak tatmin edici şekilde cevaplama imkânı bulabilmektedir. Dolayısıyla dinsel inançlar insanın bu sorularına bir şekilde cevap arama süreciyle yakından ilgili olmaktadır


Dini inanç ve değerlerin insanın ahlaki yapısıyla da yakından ilgisi vardır. Ahlak ve din ilişkisine yönelik çeşitli görüşler ileri sürülmekte ve dinin ahlakın kaynağı olup olmadığı tartışılmaktadır. Ancak bütün bu tartışmalar bir tarafa din ahlaki tutum ve davranış- ların sürdürülmesinde önemli bir olgu olarak insanın karşısındadır. Bilindiği gibi, insanı, çevresinde yer alan canlı ve cansız diğer varlıklardan ayırtan önemli bir özelliği ahlaki bir varlık olmasıdır. Hukuk ve ahlak kuralları, insanın gerek kendisiyle ve diğer insanlarla gerekse tabii çevresiyle olan ilişkilerini düzenlemektedir. Peki, insan neden ahlaklı olma ihtiyacını hisseder; ya da insanı ahlaklı olmaya iten zorlayıcı sebep nedir? Varlığı yalnızca madde ile sınırlandıran, kendisini yaratan, kontrol eden ve hesaba çekecek olan yüce bir aşkın varlığa inanmayan bir kişinin diğer insanlara ve tabii çevreye karşı olan davranışlarında kendisini serbest hissetmesi ve yalnızca kendi çıkar ve menfaatlerini ön plana çıkarması kadar doğal ne olabilir? Oysa yeryüzünde düzen ve intizamın sağlanması, adalet ve huzurun tesis edilmesi, gerek bireysel gerekse toplumsal yaşamın sağlıklı temellere oturtulması ve doğal çevrenin korunup gözetilmesi açısından kişilerin, kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusundaki mutlak serbestlikten öte ahlaki kurallarla yükümlü olmaları şarttır. İşte bu noktada, tecrübe dünyasının ötesinde her şeyden üstün, her şeyi gören, bilen ve gözetleyen, davranışlarından dolayı insanı hesaba çekecek olan bir aşkın varlığa inanç ahlakın tesis edilmesi ve devamında vazgeçilmezdir.


Böylelikle din, tarih boyu metafizik âlemle insan arasındaki ilişkinin kurulmasında, insanın yaşamında yer verdiği üstün güç ya da güçlerin tanımlanıp ifade edilmesinde ve insanın sığınma ve yakarma gibi duygularına cevap vermede önemli bir rol oynamıştır. Bundan başka din, insanın vicdan duygusunu harekete geçirmek suretiyle insanı kötülükten alıkoymaya çalışmış ve iyiliği teşvik etmiştir. Bazı tali konularda iyi-kötü, günah olan ve olmayan konularında farklı tutumlar sergilemiş olsalar da dinler, genelde bakıldığında, insanın mal, can, ırz ve yaşam haklarının korunması, anne ve babaya saygı, fitne ve kötülükten uzak durulması ve benzeri temel konularda benzer yaklaşımlar içerisinde olmuşlardır. Örneğin “Nuh kanunları” olarak bilinen temel prensipler, yalnızca Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta değil, diğer birçok dinsel gelenekte de uyulması gereken önemli ilkeler olarak kabul edilmektedir. Dinler, insanın yapmaması gereken tavır ve davranışları günah kapsamında değerlendirmekte ve günahtan uzak durulması konusunda da öncelikle insanın vicdanını harekete geçirmektedir.


Yine dinler, insanın sosyal ve doğal çevreyle uyum içinde olmasına özel bir önem vermektedirler. Hemen hemen bütün dinlerde doğal çevrenin tahrip edilmesi, Tanrının dü- zenine karşı gelmekle eşdeğer olarak görülmüş ve günah sayılmıştır. Örneğin İslâm, Tevhid ilkesi doğrultusunda Allah’ın mutlak birliği ve tekliği yanında Allah’ın yarattığı insan ve âlemin birliğini de vurgulamış ve yeryüzünün tahrip edilmesini değil imar edilmesini öngörmüştür. Doğal çevreye yönelik değerlendirmeler bazı dinlerde, tanrıyla doğanın birbirine içkinliği (panteizm) düşüncesine kadar çeşitli inançlar şeklinde de ortaya çıkmıştır.


Dinin, tarih boyu üstlenmiş olduğu önemli işlevlerden bir diğeri de toplumsal yapının tesisinde ve devamında oynadığı olumlu rolüdür. İnsanın bağlı olduğu ahlak sisteminin temeli olması, hak ve adalet ilkesinin yerleştirilmesine vurgu yapması ve aile kurumuna verdiği önemle dinler, toplumun geleceğini temin etme açısından önemli bir işlev görmüş- lerdir. Hemen hemen tüm inanç sistemlerinde ahlak, inanç esasları yanında önemli bir ilke olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın diğer insanlara ve içinde yaşadığı toplumsal yapıya karşı sorumluluklarının ifadesi olan temel ahlak kuralları bütün dinsel mesajların özünü oluşturmaktadır. Örneğin Kur’an mesajında ahlak, son derece önemli bir değer olarak kar- şımıza çıkar. İnsanların söz ve davranışlarıyla bir bütün olmaları, yalandan, gösterişten, böbürlenmekten kaçınmaları, adaleti gözetmeleri, insan hak ve hukukuna riayet etmeleri, baştan sona Kur’an mesajına egemen olan temadır. İnanç düzleminde tevhid kavramına dayalı dinsel söylem, tavır ve davranış biçimi düzleminde ahlaka dayanır. Benzer şekilde Hıristiyan kutsal metni olan Yeni Ahit’te de Hz. İsa’nın diliyle insanlar ikiyüzlü olmaktan sakınmaya, adil olmaya, birbirini sevmeye, bağışlamaya ve benzeri olumlu davranış biçimlerine çağrılmaktadırlar. Ahlakın yanı sıra aile kurumuna verdikleri önemle de dinler dikkati çekmektedirler. Tarih boyu birçok dinde aile, çekirdek bir cemaat olarak düşünülmüş ve aile kurumunda dinin öngördüğü doğrular ve ahlak anlayışı çerçevesinde çocukların eğitimine özel bir önem verilmiştir. Ailenin tesisi ve çocukların yetiştirilmesi, insanın cinsel yaşamı da dâhil var oluşunun en temel nedenlerinden birisi olarak görülmüştür


DİNLER TARİHİNİN ÖNEMİ VE BİR BİLİM DALI OLARAK GELİŞİMİ


Dinler tarihi dinlerin teolojik ve kurumsal yapılarını dinlerin tarihsel tezahürlerini de dikkate alarak inceleyen bir bilim dalıdır. Dinin tarihsel tezahürünü geçmişten günümüze ele alan dinler tarihi, dinleri çeşitli yöntemlerle inceler. Bunlardan deskriptif yöntemle, dinin ya da dinlerin tarihsel tezahürü olduğu gibi tanımlanmaya çalışılır. Fenomenolojik yöntemle dini fenomenler anlaşılmaya çalışılır. Bu bağlamda dinler tarihçisi ele aldığı konuya ilişkin kendi duygu düşünce ve yaklaşımlarını elden geldiğince paranteze alır ve ele aldığı hususu o geleneğin içinden birisi imişçesine anlamaya çalışır. Analitik yöntemde ise dini fenomenler ve tezahürler irdelenmeye analiz edilmeye çalışılır. Ayrıca dinler tarihi çalışmalarında sıklıkla karşılaştırmalı yönteme dayalı çalışmalar da yapılır. Bu tarz çalışmalarda dini gelenekler birbiriyle ya da bir din farklı tarihsel tezahürleriyle mukayese edilme yoluna gidilir.


Dinler tarihi çalışmalarında ele alınan konulara ilişkin öncelikli kaynaklar arasında ilgili kutsal metinler ve diğer dinsel materyal başta gelir. Ayrıca gözlem, mülakat, anket vb yöntemlerle dinlere yönelik saha araştırmaları ile ele alınan konunun özelliğine göre arkeolojik materyal de oldukça önemlidir. Bundan başka konuya ilişkin ikincil derecede önem arz eden kaynaklara da araştırıcının başvurması gereklidir. Örneğin çeşitli konularda apolojetik ve reddiye geleneğini yansıtan literatür ile dinlerle ilgili yapılan çeşitli çalışmalar bunlar arasında zikredilebilir.


İslâm tarihinde İslâm dışı dinsel geleneklere ilgi ve alaka oldukça erken dönemlere kadar uzanır. Kur’an ve diğer temel İslâmi kaynaklarda farklı inanç sistemleri hakkında birçok bilgi ve tartışma yer almaktadır. Hatta bir bütün olarak değerlendirildiğinde Kur’an’ın yaklaşık üçte ikisi geçmiş toplumlara ilişkin kıssalardan, ehli kitap ve cahiliye dönemi Arap geleneğine yönelik tanımlama, eleştiri ve polemiklerden oluşur. Bu materyal erken dönemlerden itibaren Müslümanları öncelikle Ortadoğu’daki dinler olmak üzere İslâm dışı dini gelenekleri incelemeye teşvik etmiştir. Nitekim İslâm tarihinin erken dö- nemlerinden itibaren reddiye kabilinden birçok eser yazılmıştır. Ayrıca çeşitli İslâm dışı inanç ve gelenekleri tanımlayan bazı telif ve çeviri eserler ortaya çıkmıştır. Örneğin İbnu’lKelbi’nin Kitabu’l-Asnam’ı gibi; yine Said Feyumi’nin Tevrat’tan bazı kısımları Arapça’ya çevirmesi gibi…


Bundan başka 11. yüzyıldan itibaren Milel ve Nihal başlığı altında kaleme alınan eserler de İslâm Tarihindeki dinler tarihi çalışmaları açısından oldukça önemlidir Bu başlık altında kaleme alınan eserlerde farklı inanç ve düşünce sistemleri masaya yatırılmıştır. Milel ve Nihal başlığını taşıyan ilk eserin Aldülkahir el-Bağdadi’ye ait olduğu, ancak eserin günümüze kadar ulaşamadığı söylenmektedir. Bundan başka İbn Hazm (Kitabu’l-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvai ve’n-Nihal), Şehristani (Kitabu’l-Milel ve’n-Nihal) ve benzeri birçok kişinin bu başlıklı eserler yazdıkları bilinmektedir. Milel ve Nihal başlıklı eserler dışında, İslâm bilim geleneğinde farklı dinlere felsefi ve kültürel geleneklerin tanınmasına ve araş- tırılmasına dayalı “diyanat” ve “firak” başlıklı çalışmaların kaleme alındığı da bir gerçektir. Ayrıca, daha sonraki dönemlerde İbnu’n Nedim (Kitabu’l-Fihrist) ve Abu’r-Reyhan elBirûni (örneğin Tahkik ma li’l-Hind, Asaru’l-Bakiye ani’l-Kuruni’l-Haliye) gibi yazarlarca kaleme alınan çalışmaları da bu bağlamda zikretmek gerekir.


Milel ve Nihal geleneği, farklı inançların, Müslümanların iletişim içerisinde bulundu- ğu farklı dinsel ve kültürel grupların tanınmasını ve anlaşılmasını konu almaktadır. Bunu yaparken –özellikle Şehristani ve Birûni’de gördüğümüz gibi- elden geldiğince objektif olmaya çalışılmakta; ele alınan gelenekler yargılanmadan tanımlanmaya gayret edilmektedir. Milel ve Nihal kavramlarına İslâm âlimlerinin farklı anlamlar yükledikleri bilinmektedir. Bazı İslâm alimleri Milel terimini temel dini akımlar ve gelenekler anlamına, Nihal terimini ise alt sekteryan gruplar, hizipler ve fırkalar anlamına kullanmaktadır. Bazıları ise Milel terimini vahiy geleneğine dayanan dini akımlar için Nihal terimini ise vahiy gelene- ğine dayanmayan akımlar ve yollar için kullanmaktadır.


İslâm tarihinde önemli bir literatüre isim olarak ortaya çıkan Milel ve Nihal kavramları insanların bağlı oldukları her tür inanç ve düşünce akımlarıyla sosyal, siyasal ve ideolojik gelenekleri kapsamaktadır. Milel ve Nihal geleneği bağlamındaki çalışmalar, adeta bir kültür atlası gibi insanlığın kültürel mirasını tanıtmayı, tanımlamayı ve yer yer karşılaştırmalar yapmayı hedeflemiştir.


Kapsamı dikkate alındığında Milel ve Nihal geleneği bağlamında kaleme alınan eserler insanlığın bilim mirasına önemli katkı sağlamıştır. Nitekim bu önemi nedeniyle olsa gerek bazı günümüz yazarları, örneğin Eric Sharp, Milel ve Nihal yazarı Şehristani’yi karşılaştırmalı dinler alanında ilk özgün eser veren yazarlar arasında zikretmektedir. Şehristani’den çok daha önce farklı gelenekler üzerinde bilgiler veren eserler mevcut olmasına rağmen Şehristani’nin ön plana çıkarılması gerçekten ilginçtir. Zira örneğin biz, Milattan sonraki üçüncü yüzyıldan itibaren Hıristiyan geleneği doğrultusunda kaleme alınan ve çeşitli dinsel ve düşünsel grupların inançları hakkında bilgiler veren eserlerin var olduğunu biliyoruz. Reddiye tarzı kaleme alınan bu apolojetik eserlerde, bir yanda doğru inanç olarak görülen akidenin savunusu yapılırken, yanlış inançlar ve düşünceler alabildiğine eleştirilmektedir. Milel ve Nihal geleneğinin bunlardan en temel farkı, farklı inanç sistemlerini ele alıp tanımlarken elden geldiğinde ilginç inanç ve düşünce sistemlerinin kendi kaynaklarına ve argümanlarına yer vermesi ve ön yargılardan uzak şekilde onları tanımlamaya çalışmasıdır. Bir başka ifadeyle reddiyeci apolojetik eserlerde farklılıklar sapkın ya da zındık addedilerek ön yargılara dayalı bilgiler de kullanılarak onların reddedilmesi hedeflenirken Milel ve Nihal geleneğinde farklılıkların olduğu gibi tanıtılmasına da çalışılmaktadır.


Dinler tarihi bilim dalı Osmanlı döneminde 19. yüzyıldan itibaren eğitimin kurumlarında yer almaya başlamıştır. Önceleri “ilmu esatiril evvelin” başlığı altında sonra da tarihi edyan (dinler tarihi) adı altında dersler verilmiştir. Cumhuriyet döneminde 1933 yılına kadar varlığını sürdüren Darulfünun İlahiyat Fakültesinde Türk Dinleri ve Mezhepleri Tarihi ve Dinler Tarihi başlıkları altında dinler tarihi bilim dalına dayalı dersler okutulmuştur. Dinler tarihi ile ilgili Türkçe olarak yazılan en eski kaynak olarak kabul edilen Şemseddin Sami’nin Esatir’i 1878’de basılmıştır. Yaşadığı dönemin üretken bir yazarı olan ve daha çok lügat türü eserleriyle meşhur olan Sami, bu eserinde doğudan batıya çeşitli halkların mitolojilerini bu mitoslara ait çeşitli terim ve kavramları açıklamaya çalışarak tanımlama yoluna gider. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ise Ahmet Midhat, Mahmud Esat, Esad bey ve Mehmed Şemseddin’in Tarihi Edyan başlıklı eserleri dinler tarihi ile ilgili bu döneme ait başlıca literatür arasında sayılabilir. 1949 yılında kurulan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde de dinler tarihi derslerine yer verilmiştir. Ayrıca dinler tarihi dersleri imam hatip okulları ve Yüksek İslâm Enstitüleri müfredatına da konulmuştur.


DİNLER, MEZHEPLER VE KÜLTLER


Birçok inanç sistemi, tarihte ilk kez ortaya çıkışından ya da vazedilişinden sonra geçen dönemde zamanla çeşitli değişimler yaşamıştır. Bu değişimler, bazen o inanç sistemine bağlı olan kişilerin dinin inanç ve ibadetlerine yönelik algılamalarında oluşan farklı yorumlamalara bağlı iç etkenlerle ilişkili olmuştur. Bazen de bir inanç sisteminin diğer inanç sistemleriyle karşılaşması ve zamanla onlardan etkilenmesi tarzında dış etkenlere bağlı olarak bu değişim gerçekleşmiştir. Hangi bağlamda olursa olsun dini inanç ve değerlerin farklı anlaşılıp yorumlanması mezhepleşme hareketlerini beraberinde getirmiştir.


Dinin bir alt kolu ya da dinin kapsamı içerisinde sayılan ekoller olarak nitelenebilecek olan mezhepler, yapıları itibarıyla itikadî, fıkhî ve siyasî olmak üzere üç ana kategoride incelenebilir. İtikadî mezhepler, çeşitli inanç konularında farklı yorumlamalara bağlı olarak ortaya çıkan akımlardır. Tanrı, tanrının sıfatları, çeşitli metafizik varlıklar, ahiret ve dinde temel kaynağın ne’liği gibi konulardaki farklı değerlendirmeler itikadî mezheplerin birbirleriyle farklılık arz eden yaklaşımlarını oluşturur. Örneğin Hıristiyanlıkta Tanrı Oğlu olduğuna inanılan İsa Mesih’in şahsı konusundaki Kristolojik tartışmalar birçok mezhep hareketinin oluşumuna neden olmuştur. Benzer şekilde Yahudi geleneğinde dinde temel referansın ne olduğu (ya da sözlü geleneğin dinde kutsal kitabın yanı sıra bir referans olup olmadığı) konusu çeşitli mezhep hareketlerinin oluşumuna zenim hazırlamıştır. Diğer taraftan bazı mezhepler de dini hayatın yaşanması veya ibadet anlayışlarıyla ilgili farklı değerlendirmelerden kaynaklanmaktadır. Dini yaşamın nasıllığı konusundaki farklı bakış açıları ve dinen yapılıp yapılmaması gereken hususlar konusundaki farklılıklar bu mezheplerin oluşumunda etkili gözükmektedir. Örneğin Caynizm’in temel mezhep hareketlerinin ortaya çıkışındaki temel tartışmalardan birisinin giyim konusundaki farklı bakış açıları olduğu bilinmektedir. Son olarak, dini cemaatin siyasal otorite ile ilişkileri ya da siyasal otoritenin dine yönelik algılamaları çeşitli siyasal mezhep hareketlerinin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Din ve siyaset ilişkisi öteden beri birçok dini gelenek (özellikle de evrensel dinler) için ciddi bir sorun olmuştur. Gerek din adamları ve dinle ilgili kurumların siyasi güçlerle oluşturdukları ilişkiler gerekse siyasal güçlerin kendi politik hesapları uğruna dini grup ve anlayışlara yönelik lehte ya da aleyhte tutumları dinin/dinlerin siyasallaşması sürecini beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, örneğin Miladi dördüncü yüzyıl başlarından itibaren Roma’nın resmi dini haline gelen Hıristiyanlığın, bu dönemden itibaren siyasallaşmasından söz edilebilir. Dinin siyasallaşması, çeşitli siyasal veya ideolojik hareketlerin kendi otoriteleri açısından gerekli gördüğü din yorumlarının ortaya çıkmasını veya bununla irtibatlı gördükleri dini oluşumları desteklemelerini ve dini inanç ve değerlerin kendi siyasal çıkar ve menfaatleri doğrultusunda yorumlanmaları çabasında olmalarını ifade etmektedir. Bu süreç doğal olarak bir inanç sistemi içerisinde bir dizi siyasal ağırlıklı mezhep hareketinin oluşumunu da beraberinde getirmektedir.


Mezhep hareketleri bir başka açıdan ortodoksi ve heterodoksi ayrışması şeklinde de kendisini gösterir. Ortodoksi heterodoksi ayrımı, farklı dinsel gelenekleri değil, belirli bir gelenek içerisindeki farklılaşmayı ifade etmektedir. Öyle ki aynı gelenek içerisinde yer alan, ancak sosyal yapılanma, teolojik, tarihsel ve etnik arka plan açısından birbirinden farklılık gösteren grup ve anlayışlar, çoğunluğu oluşturup oluşturmama ya da kendisini egemen güç odakları ve siyasal anlayışlarla özdeşleştirip özdeşleştirmeme açısından farklı kategorilerde sınıflandırılıp isimlendirilmişlerdir. Bu sınıflamada -bazen istisnai durumlar olsa da- ortodoksi, genellikle egemen yaygın anlayış için kullanılmıştır. Bir baş- ka ifadeyle, kendini çoğunluğun inancını ifade eden merkezi din anlayışıyla ve egemen siyasal güçle özdeşleştiren dinsel yorum, asıl doğru öğretiyi savunduğu ve doğru ve kabul edilebilir inançların temsilcisi olduğu iddiasıyla ortodoks olarak tanımlanmıştır. Bu durumda merkezi din anlayışının dışında kalan görüş ve akımlar ise heterodoksi olarak görülmüştür. Bu anlamda heterodoksi, çoğunluğun ya da bazı durumlarda siyasal gücün doğru ve kabul edilebilir saydığı resmi öğretinin dışında kalan her türlü akımı ifade etmektedir. Dolayısıyla, çoğunluğa karşı azınlığı ve resmi din anlayışına karşı muhalefeti temsil eden akımlar heterodoksal mezhepler olarak değerlendirilmişlerdir. Heterodoksi içerisinde dine ve dinsel inanç ve değerlere getirdikleri yorum ve bakış açısıyla yaygın din anlayışının temel değerlerinden sapma temayülü gösterdikleri düşünülen ve sapkın inanç ve uygulamaları nedeniyle cezalandırılmayı hak ettiklerine inanılan akımlar ise heretik ya da sapkın akımlar olarak adlandırılmışlardır. Bu durumda heresi, yaygın kabul edilen inançlardan ya da çoğunlukça temsil edilen öğretilerden kesin bir ayrılık ve farklılaşmayı temsil etmektedir.


Tarihsel süreç içerisinde cereyan eden olaylar ve gelişmeler dikkate alındığında, inanç ve tutumlardan hangilerinin ortodoksiyi hangilerinin heterodoksi veya heresiyi temsil ettiği konusunda farklı anlayışların bulunduğu görülür. Örneğin Hıristiyanlık tarihinde bir dönemde ortodoksi kapsamında görülen bir kişi ya da öğretinin bir başka dönemde heretik olarak ilan edildiği bilinmektedir. Örneğin Origen’in öğretileri kendi zamanında ortodoks öğretiler olarak değerlendirilirken, dördüncü, beşinci ve altıncı yüzyıllarda tenkit edilmiş; acı ve şiddetli çatışmaların nedeni olmuştur. Hatta onun öğretilerinden bazıları, İskenderiye, Kıbrıs ve Kudüs’te toplanan bazı yerel konsil kararlarıyla itham edilmiştir. Benzer şekilde ilerleyen dönemlerde heresi ya da sapkınlık Papalık tarafından açıktan ya da ima yollu olarak suçlanan ve itham edilen şeyler olarak değerlendirilmiş; dolayısıyla zamanın papalarının kendi inisiyatif ve bakış açılarına göre heresinin kapsamı belirlenmiştir.


Heterodoksal akımların az ya da çok oluşunda dinlerin kaynaklarının otantizmine ilişkin yapı ile öğretilerinin mezhepleşmelere açık olup olmamasının önemli rolü vardır. Bu bağlamda evrensel dinler, birbirinden farklı özellikler göstermektedir.


Hıristiyanlığa göre İslâm’da heteredoksal akımlar daha azdır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi İslâm’ın temel kaynaklarının Hıristiyan kaynak-larına nispetle, tarihsel otantizm açısından üzerinde daha fazla uzlaşma sağlanan bir yapıya sahip olması; bir diğeri ise İslâm inanç esaslarının sade ve sıradan insanların bilinç ve anlama düzeyine hitap eden bir özellik taşımasıdır. İslâm’a karşılık Hıristiyanlıkta ise örneğin dinsel kaynakların otantizmi konusunda çok erken sayılabilecek dönemlerden itibaren çeşitli görüş ayrılıkları ortaya çıkmış ve bu ayrılıklar doktrinel ayrılıklara da zemin hazırlamıştır.


Tarih boyu dinsel geleneklerde yer alan ortodoksi-heterodoksi çekişmelerine baktığımızda, ortodoksinin kendisini, “doğru/kanonik inanç ve öğretilere sahip olan” şeklinde gördüğü ve hakikati ifade etme konusunda bir tekelcilik ya da monopoli oluşturduğu dikkati çeker. Öyle ki kendi anlayışının dışındaki her tür yorum ve anlayışın doğrunun dışında olduğunu düşünür. Yine ortodoksi, kendisini hegemonyal güçle özdeşleştirerek ya da egemen gücün siyasal, askeri veya ekonomik desteğini arkasına alarak tüm toplumda bir üstünlük tesisine yönelir. Ortodoksinin bakış açısından kendisinin dışındaki tüm bakış açıları ve anlayışlar, yalnızca teolojik veya dinsel farklılığı değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel farklılığı, karşıtlığı, değişimi ve yozlaşmayı ifade etmektedir. Doğal olarak bu anlayış, diğer din yorumlarına karşı bir dışlamayı ve çoğunlukla şiddeti de beraberinde getirmektedir.


Savaşlar, istilalar, sürgünler, göçler ve benzeri nedenlerle farklı dini geleneklerin zorunlu olarak yan yana varlıklarını devam ettirmeleri durumu, zamanla bu geleneklere bağlı insanların birbirleriyle bilinçli ya da bilinçsiz bir ilişkide bulunmaları durumunu doğurmaktadır. Bu da doğal olarak farklı din mensubu insanların dini anlama ve yaşama noktasında birbirlerinden etkilenmelerine neden olmaktadır. Bu durum zamanla yeni din yorumlarının ve mezhepleşme hareketlerinin ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, bazı durumlarda dini senkretizmin yaşanmasına ve farklı dini değerleri bir araya getirmek suretiyle oluşturulan yeni inanç sistemlerinin/dinlerin oluşumuna da neden olabilmektedir. Bu şekilde ortaya çıkan ve farklı inanç sistemlerinden inanç ve ibadet unsurları taşıyan melez dinsel gelenekler “senkretik dinler” olarak tanımlanmaktadır. Örneğin İslâm ile Hindu geleneğinden birçok unsur taşıyan Sih dini senkretik bir din olarak tanımlanabilir. Yine son dönemlerde ortaya çıkan ve Hıristiyanlıkla Yahudilikten ya da Hıristiyanlıkla Budizmden birçok unsur taşıyan Yahova Şahitleri, Moonculuk, Sayentoloji gibi hareketler senkretik akımlar olarak değerlendirilebilir.


Son olarak dinlerle müstakil bir din olmaktan öte çoğunlukla bir dini gelenek içerisinde belirli bir obje ya da değere tapınmayı ön plana çıkaran kültler arasındaki farkı da vurgulamak gerekir. Genel kullanımı açısından kült terimi belirli bir varlık ya da obje ile ilgili inançları ve ibadet anlayışlarını ifade etmede kullanılsa da özel anlamda bu terim, genellikle esoterizmi ve komün toplum/cemaat anlayışını kendilerine temel edinmiş olan akımlar için kullanılmaktadır. Kültler, içe dönük cemaat anlayışıyla ve gizemcilikleriyle diğer din mensuplarından ayrılırlar. Örneğin son dönemlerde Batı dünyasında sayıları hızla artan çeşitli Neo-Gnostik grupları bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Ayrıca müstakil bir inanç sistemi ve ibadet anlayışını geliştirip temsil etmekten öte, kurulu yaygın dinsel geleneklere ve sosyal değerlere karşı bir anarşizmi, başkaldırıyı temsil eden, bütün tutum ve tavırlarını buna göre oluşturan ve bu bağlamda bazen nefret, şiddet ve teröre yer veren hareketler de kült kapsamında sayılabilir. 20. yüzyıl ortalarından itibaren Batıda yayılan Satanizmi bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.


Dinler Tipolojisi/Tasnifi


Dinlerin çeşitli açılardan farklı tasniflere tabi tutuldukları dikkati çekmektedir. Dinle ilgili yapılan tasniflerde dinin kendisinden hareketle yapılan tasniflerle tasnifi yapan kişinin dine yönelik algılamalarının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin geçtiğimiz yüzyılda yaygın bir söylem olarak etkisini hemen her alanda hissettiren pozitivist paradigma kendi evrimci anlayışı doğrultusunda bir dinler tipolojisi yapmaya çalışmıştır. Bu bağlamda dinler “ilkel dinler” ve “gelişmiş dinler” şeklinde iki ana grupta toplanmış; dinin ilkelliği ve gelişmişliğinde ise ilgili dine mensup olan insanların sosyo-kültürel yaşamları belirleyici olmuştur.


Diğer taraftan dinin kendisi merkezli yapılan tasnifler de dikkat çekici olmuştur. Örneğin her din mensubu kendi inanç ve değerlerini merkeze koyarak bir din tasnifi yapmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda kendi inancını hak ve doğru din ya da yegâne din, diğer inanç sistemlerini ise batıl dinler olarak tanımlamıştır. Örneğin İslâm geleneğinde yapılan en yaygın din sınıflaması hak, ilahi ve semavi kavramları ekseninde olmaktadır. Buna göre hak/semavi/ilahi dinler İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlık için kullanılmakta bunların dışındakiler ise farklı bir kategoriye oturtulmaktadır. Buradaki ölçü İslâm’ın kendisi olarak görülmektedir. Bu anlayış Yahudilik ve Hıristiyanlığı da kökeni itibarıyla hak ve ilahi kategorisinde görmekte; bunların sonradan tahrif edilmiş olduğunu var saymaktadır. Bu nedenle bu dinler “muharref dinler” olarak da adlandırılmaktadır. Doğrusu bu sınıflama subjektif bir sınıflamadır ve kendi içinde de bazı sorunlar taşımaktadır. Zira Kur’an’dan hareketle konuşmak gerekirse Kur’an dinleri “Allah’ın dini İslâm” ve diğerleri şeklinde temelde ikiye ayırmakta ve bu bağlamda yalnızca İslâm’ı “hak/ilahi din” olarak değerlendirmektedir. Diğer taraftan genel olarak dinlerin hakikat anlayışları perspektifinden dü- şünüldüğünde de bu sınıflama ciddi sorunlar taşımaktadır. Zira genel anlamda kendisini hak ya da ilahi olarak görmeyen hiçbir din bulunmamaktadır.


Benzer şekilde diğer din mensupları da kendi inanç sistemlerini merkeze alarak din sınıflamaları yapmışlardır/yapmaktadırlar. Örneğin Hıristiyanlık Ortaçağ başlarından itibaren kendisini yegâne doğru din olarak görmüş ve kendisi dışındakileri pagan gelenekler olmakla itham etmiştir. Aynı şekilde Sabiilik kendisini yegâne doğru (“kuşta”) olarak gö- rürken diğerlerini yanlış ya da “kabda” kategorisinde değerlendirmiştir.


Görüldüğü gibi dinin içerisinden yapılan sınıflamalarda dinin doğru-yanlış ya da hakbatıl anlayışları etkili olmaktadır. Diğer taraftan dinler daha nesnel bir yaklaşımla temsil ettiği mesajın evrenselliği, tanrı düşüncesi, vahiy geleneğine yer verip vermemesi, merkezi kavram ve değerleri, yaşayan bir gelenek olup olmaması ya da yaşadığı coğrafi alanlar gibi çeşitli özellikleri dikkate alınarak sınıflanabilir. Ancak bu sınıflamalar da mutlak anlamda sorunsuz olmayıp zaman zaman çeşitli problemler taşımaktadır. Örneğin mesajın evrensel olup olmaması açısından dinleri evrensel dinler, milli dinler şeklinde iki ana kategoriye ayırmak mümkündür. Bu sınıflamada evrensel dinler, sahip olduğu inançları evrensel düzlemde yaymaya çalışan, dolayısıyla tüm insanlar arasında yayılmayı hedefleyen inanç sistemleridir. Milli dinler ise dinin kapsamını yalnızca bir milletle, soyla, klanla ya da kabileyle sınırlamış olan geleneklerdir. Ancak öyle milli dinler vardır ki tarih içerisinde zaman zaman dinin evrensel planda yayılmasına yer vermiş, dolayısıyla evrensel bir din karakteri göstermiştir. Örneğin Yahudilik genelde milli bir din olarak tanımlanır. Ancak Yahudilik tarihinde bazı Türk boylarının, Afrikalı siyahîlerin, Hintlilerin ve benzeri İsrailoğulları dı- şındaki halkların Yahudi oldukları bilinmektedir. Yine dinler –aşağıda tekrar değineceğimiz gibi- inanılan tanrının tekliği ya da çokluğu açısından monoteist, düalist, henoteist ve politeist dinler; tanrının bilinip kavranması açısından agnostik ve gnostik dinler ve inanı- lan tanrının evrenle ve insanla ilişkileri açısından panteist, deist dinler gibi kimi sınıflamalara ayrıştırılmaktadırlar. Bu sınıflamalar da her zaman tam olarak kapsayıcı olamamaktadır. Zira bir dinsel gelenek içerisinde tanrının varlığı, sıfatları ve benzeri konularda bazen birbirinden farklı algılamaların yan yana varlıklarını devam ettirdikleri görülebilmektedir.


Dinler inanç ve öğretilerinin merkezinde yer alan ana kavram veya değer açısından da tanımlanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda örneğin Hıristiyanlık tüm inanç ve değerlerinde Mesih inancına ağırlıklı yer vermesi nedeniyle Kristosentrik ya da “Mesih merkezli” bir dindir. Yahudilik İsrailoğullarının seçilmişliği inancını merkeze koyan etnosentrik bir din olarak, İslâm ise taviz vermez tek tanrıcığı ya da tevhid inancını merkeze alan teosentrik (veya daha yerinde bir ifadeyle tevhid merkezli) bir din olarak değerlendirilebilir.


Dinler yayıldıkları coğrafi alanlara göre de sınıflamaya tabi tutulmakta ve bu bağlamda örneğin Asya dinleri, Afrika dinleri, Avrupa dinleri ve benzeri tanımlamalar yapılmaktadır. Fakat buradaki temel sorun, bir dinin özellikle de evrensel dinlerin çoğunlukla birçok coğrafi bölgede aynı anda yaşıyor olmasıdır.


Görüldüğü gibi, hangi bakış açısı temel alınırsa alınsın dinlerin tasnifine yönelik yapı- lan/yapılacak değerlendirmeler sorunlar taşımaktadır. Bir diğer ifadeyle dört dörtlük bir din tasnifi yapmak fazla mümkün gözükmemektedir.


Çeşitli Tanrı Düşünceleri ve Dinler


Bütün dinsel inançların temelini oluşturan ve genellikle aşkın bir varlığa ya da varlıklara inanma şeklinde tezahür eden üstün güç ya da güçlere yönelik inanışlar dinlerin en temel özelliklerindendir. İnsanın aşkın bir varlığa/ varlıklara inancının temelleri çeşitli açılardan açıklanabilir. Örneğin insanın, yaşadığı çevrede birilerine sığınma, yardım dileme ya da yakarma duyguları taşıyan bir varlık olması da doğaüstü aşkın bir varlığa inanıp bağlanma duygusuyla yakından ilişkilidir. Her ne kadar akıl ve yetenekleriyle yaşadığı çevrede otoriter bir yapı kurmuş olsa da insan, sıklıkla karşılaştığı sorunlarla acziyet içerisine düşer; güçlü bir elin içinde bulunduğu çaresizlik ortamından kendisini çekip çıkarmasını, himaye etmesini ister. Yaptığı yanlışlıklar nedeniyle içine düştüğü vicdan azabını hafifletecek, pişmanlığını duyarak kendisini affedecek bir gücü arzular. İnsanın bütün bu duygularını yalnızca içinde bulunduğu maddi âlem çerçevesinde kalarak tatmin etmesi mümkün de- ğildir. Zira her insan yaşamında maddi hiçbir güç ve kuvvetin güç yetiremeyeceği, yardımcı olamayacağı olaylarla ya da duygu yükleriyle yüz yüze gelebilir. Bütün bu durumlar, içinde yaşadığı maddi âlem gibi sınırlı olmayan bir üstün güce, madde âlemine, duygu ve düşüncelere ve her şeye egemen olan bir aşkın varlığa insanın inanıp yönelmesini zorunlu kılmaktadır. Nitekim Kur’an, Tevhide inanmayan insanlardan bahsederken zaman zaman onların çaresiz kaldıklarında Allah’a yönelip ondan yardım dilediklerine ancak feraha çıktıklarında yeniden inkâr ve şirk ortamına döndüklerine dikkat çeker. Böylelikle Kur’an, inanan ya da inanmayan bütün insanların, gücünde sınır olmayan yüce bir varlığın himayesine sığınmak ve onun yardımını dilemek duygularını taşıdığını vurgulamaktadır.


Üstün güç/güçler metafizik bağlamdaki ilahi bir varlık ya da varlıklar olabileceği gibi, yaşanılan evrene ait herhangi bir obje, nesne, şahıs ya da evrensel düzlemde etkili oldu- ğuna inanılan bir ilke de olabilir. Dinlerin inanç ve ibadet sistemlerinde yer verilen üstün güç ya da güçler genellikle tanrı veya tanrılar şeklinde karşımıza çıkar. Bununla birlikte yarı tanrısal ve ruhsal varlıklar, ata ruhları ve benzeri doğaüstü unsurlar da üstün varlıklar olarak tazim edilebilir. Ayrıca Çin dinsel geleneklerinde yer verilen Yin-Yang prensibi ve Hint dinlerinde önemli yer tutan Karma (Dharma) doktrini gibi tanrısal güce sahip bir evrensel sistem de her şeyi kuşatan üstün bir güç olarak karşımıza çıkabilir.


Teizm tanrı ya da tanrıların doğaüstü üstün güçler olarak algılandığı geleneklerdir. Bunlardan monoteist ya da tek tanrıcı dinler insanların yaşamlarında yer verdikleri ya da verebilecekleri diğer üstün güçleri reddederek bir tek üstün gücün, yani bir Tanrı’nın varlığının kabul edilmesini ön plana çıkarmışlardır. Örneğin İslâm’da dinin temel öğretisi “Allah’ın tek ilah olarak kabul edilmesi” mesajı ile ifade edilmektedir. Bu mesaj, Allah’ın tek ilah olarak kabul edilmesi ve bu konuda ona hiçbir şeyin denk tutulmamasıdır. İslâm, insanlarca Allah’ın dışında ya da Allah’la birlikte başka unsurların da üstün güç edinilmesini uygun görmemekte ve insanın yaşamında yalnızca Allah’ı ilah olarak kabul etmesini şart koşmaktadır. Benzer şekilde Yahudilikte de Tanrı’dan (Yahve’den) başka tanrılar edinmemek ve puta tapmamak Musa’ya verilen 10 temel emirden birisi (ve en önemlisi) olarak görülür.


Dinlerde üstün güç olarak inanılan tanrısal varlık bazı dinlerde ise düalist ya da politeist bir bağlamda düşünülür. Düalist ya da iki tanrıcı dinler genellikle iyi ve kötü düalitesi çerçevesinde bir iyilik bir de kötülük tanrısının varlığını kabullenirler; ancak kötülükten sakınmak amacıyla iyilik tanrısına tapınmayı esas alırlar. Çoktanrıcı geleneklerde ise insan yaşamından iyi ve kötü nitelikleri temsil eden bazen sayısız oranda tanrısal varlığın mevcudiyetine inanılır; hatta böylesi inanç sistemlerinde bunların yanında çeşitli doğal varlıklar, gök cisimleri, hatta krallar ve yöneticiler gibi insanlar da üstün varlıklar kategorisindeki yerlerini alırlar. Nitekim Eski Mısır, Roma, Babil ve eski İran geleneklerinde kraliyet hanedanlarının –çoğunlukla yaşamları esnasında- bir şekilde tanrısallıkla ilişkilendirilmiş oldukları bilinmektedir. Bazı dinlerde ise çoktanrıcılık kabul edilmekle birlikte, bunlardan yalnızca birisi üstün güç olarak kabul edilip tazim edilir. Böylesi geleneklerin tanrı inancı Henoteizm kavramıyla ifade edilir.


Çeşitli dinler tanrı evren ilişkisi ya da tanrı insan ilişkisi açısından birbirinden farklılık gösterirler. Örneğin başta İslâm ve Yahudilik olmak üzere birçok dinde tanrı yaratıcı bir güç olmanın yanında evreni ve insanı yöneten ve yönlendiren bir üstün varlık olarak da düşünülür. Bu bağlamda vahiy ve peygamberlik inançlarına yer verilir. Ancak bazı inanç sistemlerinde tanrı, yalnızca yaratan, var eden bir güç ya da bir ilk neden/müsebbib olarak görülür. Bu bağlamda tanrı var etme sonrası, aşkınlığından dolayı evrenden ve insandan bir bakıma elini çekmiş bir deus otiesus’tur. Evren ve insanla ilgili olarak ise bu inanç sistemlerinde, ya insanın akıl yoluyla hakikati kavraması düşünülmüş ya da bazı yarı tanrısal veya ikinci dereceden tanrısal varlıklar aracılığıyla yüce tanrı ile irtibat kurulması hedeflenmiştir. Cahiliye dönemi Arap dini olarak da adlandırılan İslâm öncesi geleneksel Arap inancı ile çeşitli deist gelenekleri bunlara örnek olarak verebiliriz.


Benzer şekilde inanılan tanrının sıfatları konusunda da dinler arasında çeşitli farklı- lıklardan söz edilebilir. Genellikle çok tanrıcı dinlerde tanrılar, insanın tecrübe dünyasından hareketle insan biçimli ve insan nitelikli varlıklar şeklinde tanımlanır. Tektanrıcı inanç sistemlerinde ise Tanrı her ne kadar mutlak anlamda aşkın bir varlık olarak düşünülse de yine de bu dinlerin kutsal metinleri tanrı ile ilgili mecazi tanımlamalara yer verirler. Yahudi kutsal metni Tanah’daki antropomorfik tanımlamalarla Kur’an’daki kimi müteşabih ifadeleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Diğer taraftan bazı inanç sistemleri ise tanrının hiç- bir şekilde olumlu nitelemelerle tanımlanamayacağı üzerinde dururlar ve dolayısıyla ancak olumsuz niteliklerden sakındırmak suretiyle Tanrı hakkında konuşulabileceğini belirtirler.


Giriş to leave a comment