İslâm İdarî ve Siyasî Kurumlari
Milletlerin iyi idare edilmeleri, geleceğe güvenle bakabilmeleri ve medeniyet alanlarına katkı sağlayabilmeleri için en fazla ihtiyaç duyulan husus, iyi ve istikrarlı bir yönetim yapısıdır. Bu yapının İslâm Kurumları ve Medeniyeti tarihinde en önde gelen üç kurumu önem sırasına göre, “hilâfet”, “vezâret/vezirlik” ve “divan teşkilâtı”dır.
“Hilâfet”, Hz. Peygamber’den hemen sonra başlamış iken “vezirlik” daha sonraları ortaya çıkmıştır. Hz. Muhammed (as) hem peygamber hem de Medine’de kurduğu ilk İslâm devletinin başkanı idi. Bir taraftan Allah’tan aldığı vahyi insanlara iletiyor, diğer taraftan da getirdiği vahyin ilk muhatabı olarak onu hayata geçiriyordu. O’nun döneminde insan hayatı dinî, dünyevi, sosyal, iktisadi, siyasî, ahlâki vb. şekillerde dilimlere bölünmüş de- ğildi. Hayat bir bütündü ve Hz. Peygamber bu bütün içinde toplumunun ihtiyaç duyduğu her alanda onlara rehberlik ediyordu.
Hz. Muhammed’in (as) vefatıyla birlikte peygamberlik de sona ermişti. Ancak Peygamber’in siyasî liderliği, siyasî haleflerince sürdürülecek ve İslâm dini korunacaktı. Sahabe bu konuda hiç tereddüt göstermedi ve daha Resûlullah’ın defin işlemleri bile tamamlanmadan O’nun siyasî temsilcisini seçti. İslâm dini, hayatı, din ve dünyanın ayrılmazlığı ilkesine göre düzenliyordu. Bu düzenleme, idarî ve siyasî kurumların, doğal olarak, bu temel ilke çerçevesinde şekillenmesini sağladı. Böylece:
Hilâfet, dinî ve dünyevi işlerde Resûlullah adına kamu otoritesi olarak algılandı ve o şekilde de biçimlendi. Bir başka ifadeyle, hilâfet dinî ve dünyevi otorite arasındaki ayrılmazlığın ve İslâmî birliğin somut bir sembolü olarak doğdu ve gelişti.
İdarî ve siyasî yapılanmada “hilâfet” makamından sonra en yetkili makam “vezirlik”tir. Vezirlik bir kurum olarak, ilk Abbasi halifesi Ebu’l-Abbas Abdullah es-Seffah’ın (750-754), Hemedanlı Ebu Seleme Hafs b. Süleyman el-Hallal’ı 750 yılında bu göreve getirmesiyle başlamıştır. Böylece İslâm dünyasında “hilâfet”ten sonra ikinci bir idarî ve siyasî kurum doğmuştur. Daha sonra bütün İslâm ülkelerinde, zaman zaman farklı isimler altında da olsa, vezirlik kurumu devam etmiştir. Vezirler, halifenin veya sultanın sağ kolu durumunda idiler. Bütün yetkilerini hükümdar adına kullanırlardı. Devlet işlerini yerine getirmeye bir vezir yetmediği zaman vezir sayısı artırılmıştır. Böyle durumlarda vezirlerin ilki “vezir-i âzam” ünvanı ile baş vezir olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman dönemiyle beraber “vezir-i âzam” yerine “sadr-ı âzam” (sadrazam) ismi kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin son sadrazamı Tevfik Paşa’nın istifası ile yaklaşık 1170 yıldır varlığını sürdü- ren bu kurum da ortadan kalkmıştır.
İslâm devlet teşkilâtı içinde idarî ve siyasî kurumların en önemlilerinden bir diğeri de divan teşkilâtıdır. Bütün İslâm devletlerinde çok önemli yeri olan divan teşkilâtını kurumsal anlamda ilk olarak Hz. Ömer kurmuştur. Günümüzde üye nitelikleriyle Milli Güvenlik kurullarını; görev, yetki ve sorumlulukları bakımından da hükümeti karşılayabilen divanlar, İslâm devletleri tarihi boyunca hilâfet ve vezirliği güçlü kılan ve onları tamamlayan bir kurumdur. Tarih içinde devletin ihtiyaçlarına göre sayıları, görev alanları ve adları değişiklik gösteren divanlar, son dönemlerindeki konumları sembolik de olsa, Osmanlı devletinin yıkılışına kadar varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
HİLÂFET
“Hilâfet” kelime anlamı itibariyle, bir kimsenin arkasından gelip onun yerine geçmek, onun yerini/makamını almak, onun arkasından gitmek, onu temsil etmek anlamlarına gelir. Terim olarak ise, Hz. Muhammed’den (as) sonra Hz. Ebubekir’in halife seçilmesiyle birlikte kurulan devlet başkanlığı kurumunu ifade eder.
“Halife” kelime olarak da, “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden, kendisinden öncekine vekil olan” anlamına gelir. Terim olarak Hz. Peygamber’in vekili sıfatı ile Müslü- manların devlet başkanını ifade eder. Çoğulu hulefâ ve halâif şeklinde kullanılır.
Hilâfete, yani devlet başkanlığına, imamet; halifeye, devlet başkanına imam da denilir. Bunu namaz imamlığından ayırmak için de “imâmet-i kübrâ” denilmiştir. Bu adlandırma daha çok Şii dünyasında yaygındır. Ayrıca devlet başkanı için “emîru’l-mü’minîn” ismi de kullanılmıştır.
Hilâfetin Kaynağı
“Hilâfet” kelimesi Kur’ân’da kullanılmamıştır. Kur’ân’da, halife ve çoğul şekli olan hulefâ ve halâif kelimeleri geçer. Bunlar da siyasî bağlamlı terim anlamından farklı, daha özgün bir anlamda kullanılırlar. Bakara, 2/30; En’am, 6/165; Yunus, 10/73; Neml, 27/62 ve Fâtır suresinin, 35/39. ayetlerinde, Allah’ın insanı yeryüzünün halifesi olarak yarattığı onu yeryüzü- nün sahibi kıldığı ve ona hükümran olma imkân ve yeteneği verdiği dile getirilir (Pazarbaşı, 2003). Bu bağlamda halife, insanın yaratılışının anlamını ifade eden bir bilinçtir. İnsanın yeryüzünün halifesi değil Allah’ın halifesi olduğu da ifade edilmiştir (Görener, 2010). Burada bir anlam kargaşasına imkân vermemek gerekir. İnsanın Allah’ın halifesi olması onun yaratılış amacı ile ilgili iken, yeryüzünün halifesi olması daha çok sorumluluk alanıyla ilgilidir.
Başka bir grup ayette de, halife kelimesi yine özgün anlamında kullanılmakla beraber, siyasî bağlamlı terim anlamında da yorumlanmaya imkân verecek şekilde yer alır. Âraf, 7/69; 74; Yunus, 10/14; Nur, 24/55 ve Sa’d suresinin, 38/26. ayetlerinde, yeryüzünde halife kılınan insandan, hak ile hükmetmesi, nefsinin isteklerinin peşinden gitmemesi, her zaman Allah’a kul olma bilinci ve davranışı içinde bulunması istenir. Bu sebeple yeryüzünün halifesi olduğu öne çıkarılır. İlk verdiğimiz ayet gurubundaki, yaratılışın anlamını belirleyen bilincin, bu ayetlerde de, gerçekleşme yöntemi sunulur.
Hadislerde hilâfet, halife, emir ve imam kelimeleri hem devlet başkanlığı hem de devlet başkanı anlamlarında çokça geçer. Bu hadislerde; devlet başkanının adil olması, zalim olmaması, vatandaşlarının her türlü hak ve güvenliklerinden sorumlu olduğu ve günahı emretmedikçe devlet başkanına itaat etmek gerektiği uyarıları yapılır.
Halifenin Kureyş kabilesinden olması gerektiği (Buharî, Ahkâm, 2/8-105); iki halife birden çıkar ve her ikisine de biat edilirse sonrakinin öldürülmesi gerektiği (Müslim, İmâre, 61/2-1480); Hz. Peygamber’den sonra halifeliğin otuz yıl sonra saltanata dönüşeceği (Tirmizî, Fiten, 48/4-503) gibi halifeliğe dair bazı söylem ve öngörüler de hadislerde yer alır.
Halifenin Kureyş kabilesinden olması gerektiğini belirten hadisle ilgili özgün bir çalışma yapan Mehmet Said Hatiboğlu, bu hadisin siyasî kavmiyetçiliği öne çıkardığını, bunun da Kur’ân’a aykırı olduğunu söyler. Ayrıca daha başka gerekçelerle bu hadisin doğru olmadığını ve dolayısıyla bu sözün Hz. Peygamber’e ait olmadığını ifade eder. (Hatiboğlu, 2005) Bu konuya Hz. Ebubekir’in halife seçilişi anlatılırken yeniden dönülecektir.
İki halife birden biat alır, biri vazgeçmez ve milletin bir anda iki halifesi birden olursa sonrakinin öldürülmesini belirten hadis ise uygulanmamıştır. 929 tarihinde Bağdat’ta Abbasi halifesi, Kurtuba’da Endülüs Emevi halifesi ve Tunus’da Fâtımî halifesi olmak üzere, aynı dönemde üç halifeye birden biat edilmiştir. Ancak ne Endülüs ne de Fâtımî halifeleri hakkında bu hadis sebebiyle herhangi bir öldürme tartışması ve girişimi bilinmemektedir.
Hz. Peygamber’den 30 yıl sonra hilâfetin saltanata dönüşeceğini bildiren hadisin Resûlullah’a aidiyetine tereddütle bakılmıştır. Hilâfetin saltanata dönüşmesi, Emevi halifesi I. Muaviye’nin oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi ve onun adına 675-676 tarihinde biat alması ile gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber’den sonra bu süre 43-44 yıldır. Ayrıca daha başka sebeplerle de bu hadisin Resûl-i Ekrem’e âidiyetine tereddütle bakılmıştır.
Hz. Peygamber’in Devlet Başkanlığı
Hz. Muhammed’in (as) Medineli Evs ve Hazreç kabilelerinin ileri gelenleri ile yaptığı anlaşma sonucu gerçekleşen Akabe Biatı, onun peygamberliğiyle birlikte siyasî liderliğinin kabulü anlamına da geliyordu. Hicretten sonra Medineli Yahudiler ve Müslüman olmayan Araplarla yaptığı Medine Sözleşmesi ile siyasî birliği tamamlayan Hz. Peygamber, aynı zamanda Medine İslâm Devleti’nin de başkanı olmuştu.
Hz. Peygamber döneminde Mekke ve Medine’de hayat alanı bir bütündü; sosyal, siyasal, dinî, iktisadî alanlar şeklinde bölünmemişti. Dolayısıyla Hz. Muhammed (as) hayat alanının tamamının lideri, rehberi ve örneği idi. O, peygamberdi, İslâm’ı tebliğ ediyor ve onun ilk uygulayıcısı olarak nasıl yaşanacağını gösteriyordu. Hâkimdi, çok iyi bir eş, çok iyi bir baba idi, namazda imam, savaşta komutandı, döneminin dünya liderlerini İslâm’a davet edecek kadar büyük diplomat, gönüllerde taht kurmuş bir devlet başkanı idi.
Hz. Peygamber’den sonra onu bütün yönleri ile örnek alan Müslüman toplumlar İslâm tarihi sürecinde devlet başkanlarına “halife” dediler. Çünkü:
- Halife, Hz. Peygamber’in yerine geçip onun dünyevî otoritesini yani devlet başkanlığını temsil ediyordu. Ona halifetü Resûlillah/Resûlullah’ın halifesi denilmesi de bu sebepledir.
- Halife, hayatı en güzel şekilde düzenlemek için hükmü altındakilere dinin taleplerini uygulamak suretiyle hem Allah’ın yeryüzündeki hükümranlığını temsil etmekte hem de bütün müminlere ait olan halifelik yetkisini temsil etmekteydi. (Avcı, 1998)
Hilâfet-Devlet İlişkisi
Kur’ân, insanın tür olarak halife yaratıldığını ve halifeliğe bütün insanların aynı şekilde muhatap olduklarını ifade eder (Bakara, 2/30). Buna göre, ihtiyaç duyduğu bütün mü- kemmellik, yetenek ve kapasiteyle donatılmış olarak dünyaya getirilmiş olan insan, kendisini ve yaşadığı dünyayı yaratılış amacına göre düzenlemekle görevlendirilmiştir. Bu görev özgür bir dünyada tevhidin özgürce hükümranlığıdır. Kur’ân’ın takdim ettiği halifelik de, bu özgürlüğü gerçekleştirme bilinci ve çabasıdır.
Devlet bir anlamda, birey, toplum, millet ve dünya hayatının düzenini sağlayan etkili ve yetkili üst düzey bir organizasyon ve bir kurumdur. Bu sebeple insanın halifelik görevinin yerine getirilmesinde önemli bir unsurdur. Devlet olmazsa insanın halifelik görevi, bireyin gönül ve vicdan alanıyla sınırlanır ve tam olarak gerçekleşemez. Oysa hilafet, bütün insanlığın yaratılış amacı olan İlâhî gayeyi yeryüzüne taşıma sorumluluğudu r. Bu sorumluluğun tam olarak yerine getirilmesi, amacın önemi ve büyüklüğü gereği, dünya ölçeklibir organizasyonu ihtiyaç haline getirir. Bu ihtiyacı karşılayabilecek çağımızda ulaşılmış en düzenli organizasyon ise, devlettir. Bundan dolayıdır ki, “bütün Müslümanlar devletin kuruluşunu ve onun faaliyetlerine katılmayı, ahlâkî ve dinî bir vazife, İslâmî inancın bizzat bir gereği olarak anlarlar.” (Fârûkî, 1997, 179)
Halife, teokratik sistemdekine benzer şekilde, otoritesini Allah’tan değil, dinî sınırlar içinde idare edeceği halkın biatından (itaatından) alır. Halife, masum (günahsız) değildir, sorumluluklarında denetime tâbidir. Görevini ihlal ettiğinde halifelikten uzaklaştırılır. Göreve getirilmesiyle ilgili belirli bir yöntem yoktur. Hulefâ-i Râşidîn’in her birinde uygulandığı gibi bu, halka bırakılmıştır. (Mücahid, 1995)
Son yüzyılda müslüman ülkeler güçlerini kaybedip batılı, doğulu güçlü ülkelere muhtaç ve adeta onların siyasî ve ekonomik sömürgeleri haline gelmesiyla hilâfet-devlet ilişkisinde farklı anlayışlar ve tartışmalar ortaya çıkmıştır. Birileri, “hilâfeti, iktidarı ele geçirmek” olarak yorumlarken, (Mevdudî, 1972) birileri de bunun tam aksine, hilâfetin devlet ile hiçbir ilgisi olmadığını savunmuştur (Abdurrâzık, 1927). Hilâfet-devlet ilişkisi özellikle Avrupa’da birtakım teşkilât, dernek ve cemaatler tarafından spekülatif bir şekilde ve siyasî polemik ağırlıklı olarak zaman zaman gündeme taşınmıştır.
Hilâfetin Tarihî Serüveni
Hulefâ-yı Râşidîn Dönemi:
Hz. Peygamber, kendisinden sonra siyasî halefinin kim olacağı ve bunun hangi usül ile belirleneceği hususunda bir açıklama yapmamıştı. Hz. Âişe’nin şu beyanı bu durumu oldukça net bir şekilde açıklar:
“Peygamber (as) kimseyi halife bırakmadan ruhunu teslim etti. Şayet birini halife bırakacak olsaydı, tercihi ya Ebubekir ya da Ömer olurdu” (Müsned, VI, 63). Yine Hz. Ömer’den, vefatından hemen önce, kendisinden sonra yerine geçecek kimseyi belirlemesi istendiğinde, söylediği şu sözler de konuya açıklık getirme bakımından önemlidir:
“Eğer bir halife tercih edecek olursam, bunu benden daha hayırlı olan Ebubekir (beni tercih etmek suretiyle) yapmıştır. Tercih etmeyecek olursam, benden daha hayırlı olan Hz. Peygamber de bunu yapmamıştır.” (Buhârî, Ahkâm, 51)
Hz. Peygamber, halifelik için bir kimse belirlememekle, kendilerini yönetecek olan halifelerini seçme işini Müslümanlara bırakmıştı. Böyle olunca da vefatı ile birlikte onun yerine kimin devlet başkanı olacağı tartışmaları hemen başladı. Ensar (Medineliler) Sâideoğulları gölgeliğinde toplanarak halifenin kendilerinden (yani Ensar’dan) olması- na karar verdiler ve Hazreç kabilesinden Sa’d b. Ubâde’yi aday gösterdiler. Bu sırada Hz. Peygamber’in vefatının şaşkınlığı içinde bulunan Muhacirler (Mekkeliler) bu toplantıdan haberdar edildiler. Bunun üzerine Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah hemen toplantı yerine geldiler ve burada hayli tartışmalar yaşandı.
Ensar, Hz. Peygamber’e, Muhacirler’e yaptıkları yardımlar ve İslâm için katlandıkları fedâkarlıkları öne sürerek halifeliğin kendi hakları olduğun söylüyor ve öyle olması için de ısrar ediyorlardı. Kureyş ise, Ensar’ın kendilerine yaptıkları yardımları ve fedâkârlıkları doğruluyor, ancak kendi fedâkârlıklarının Ensar’dan daha fazla olduğunu ve ayrıca Kureyş’in Araplar arasındaki siyasî etkinliğini ileri sürerek halifenin Kureyş’ten olması- nı istiyorlardı. Bu sırada söz alan Hz. Ebubekir, halifenin Kureyşten olmasının en doğru karar olacağını anlattıktan sonra sosyolojik bir tespit olarak şu öngörüsünü dile getirdi:
“Bu emir (hilâfet) işini Araplar, sadece, kendi aralarında en şereflileri olarak gördükleri Kureyş kabilesi için kabul ederler.” (Yani Araplar halife olarak ancak Kureyşli birine itaat ederler) Hz. Ebubekir’in bu sosyolojik tespiti o toplantıda daha ilk günden başlayarak, “İmamlar (idareciler) Kureyşten’dir” şeklinde Hz. Peygamber’in hadisi olarak rivayet edildi. Böylece, halife seçiminde yüzlerce yıl sürecek olan “hilâfetin Kureyş kabilesine âidiyeti” halife adayında aranan şartların ilk sıralarında yerini aldı. Hilâfet tartışmalarında, bin yılı aşkın bir süre Kureyş kabilesi lehine dinî bir gerekçe olarak kullanıldı.
Hilâfet tarihinde, halifelik şartları arasında yerini alan “Kureyşli olma” meselesinde ayrıntılı bilgi için, Mehmet Said Hatiboğlu’nun, Hilâfetin Kureyşliliği - İslâm’da İlk Siyasî Kavmiyetçilik adlı eserini okuyun.
Bir hayli tartışmadan sonra, Ensar’dan Beşir b. Sa’d ayağa kalktı ve kısa bir konuşmadan sonra Hz. Ebubekir’e halife olarak biat etti. Onu Hz. Ömer ve Ubeyde takip etti. Daha sonra, pek azı hariç, orada bulunanlar sırayla Hz. Ebubekir’e biat ettiler. Oradan Mescid-i Nebevî’ye geldiler ve olanları anlattılar. Hz. Ali ve Hz. Abbas başta olmak üzere Hâşimiler ve az sayıda sahabe hariç Medineliler Mescid-i Nebevî’de Hz. Ebubekir’e biat ettiler. Böylece Hz. Ebubekir Müslümanların ilk halifesi olarak göreve başladı.
Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber’e Hz. Hatice’den sonra ilk inanan, “O ne demişse doğrudur” diyen, O’nun en yakın arkadaşı, danışmanı, hicret yoldaşı, kendisi hasta iken namazlara imam tayin ettiği kişiydi. Kişisel erdemleri, İslâm için fedâkârlıkları, tecrübesi ve saygınlığı ile toplumunun en önde geleniydi.
Hz. Ebubekir halife olarak yaptığı ilk konuşmasına şöyle başladı:“Ey insanlar, sizlerin en iyisi olmadığım halde size halife seçildim. Görevimi hakkıyla yerine getirirsem bana yardım edin, yanılırsam (yanlış yaparsam) bana doğruyu gösterin…” (İbn Hişam, tarihsiz)
Burada önemli bir husus da Hz. Ali ve Hâşimilerin tavırlarıdır. Onlar Hz. Peygamber’in ev sahipleri olarak halife seçiminin yapıldığı toplantıya katılmamışlardı. Hz. Peygamber’den sonra hilâfetin kendilerinin, yani Hâşimilerin, onların içinden de Hz. Ali’nin hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Hz. Ali halifelik için tercih edileceği hususunda güçlü bir beklenti içindeydi. Bunu Hz. Ebubekir’e söylediği şu sözlerden anlıyoruz:
“Siz Ensar’dan halifeliği alırken onlara söylediğiniz gerekçeleri ben de size söylüyorum. (Yani onlara karşı gösterdiğiniz gerekçelerde ben sizden daha öndeyim) Halifeliği bana vermeniz daha doğruydu, biz bu işe sizden daha layığız…” (İbn Kuteybe, 1971 )
Hz. Ali altı ay sonra eşi Fâtıma vefat edince Hz. Ebubekir’e biat etti. Hz. Ali ve Hâşimiler, Hz. Ebubekir’in halifeliği boyunca her hangi bir olumsuzluğun içinde bulunmadılar, saygın ve olgun bir şekilde hayatlarına devam ettiler. Ancak onların Hz. Ebubekir’in halife seçilmesine karşı takındıkları ilk tavır, İslâm’da ilk siyasî ihtilaf olarak yerini aldı ve ileride İslâm dünyasını Ehl-i Sünnet ve Şia diye ikiye bölecek olan bir anlayış ve bitmeyen bir mücâdelenin hareket noktası ve ilk zemini oldu.
Hz. Ebubekir İslâm devletinin temellerini güçlendirdi. Din, devlet ve millet bütünlü- ğünü zedeleyici hiçbir girişimin başarıya ulaşmasına fırsat vermedi. İki yıl sonra tutuldu- ğu bir hastalıktan kurtulamayacağı anlaşılınca, sahabe kendisinden sonraki halifenin kim olacağı konusunda bir vasiyette bulunmasını istediler. Bunun üzerine, Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah ve Üseyd b. Hudayr gibi sahabenin ileri gelenleri ile konuyu görüşen ve onların onayını alan Hz. Ebubekir kendisinden sonra Hz. Ömer’in halife olmasını önerdi. Bu önerisini de Hz. Osman’ı çağırtarak ona yazdırdı. Böylece Hz. Ebubekir’in vefatından sonra hiç bir problem yaşanmadan Medine’de Mescid-i Nebevî’de halkın biatını alan Ömer b. Hattab Müslümanların ikinci halifesi oldu.
Hz. Ömer’in halife oluş şekli hilâfetin saltanata dönüşmesi sırasında veliaht tayinlerine bir delil olarak öne sürülmüştür. Halbuki Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in akrabası veya bir şekilde kan bağı olan bir yakını değildi. Bu öneriyi tamamen sahabenin isteği üzerine ve kamuoyu temsilcileri ile görüşerek yaptı, tek ölçüsü Hz. Ömer’in liyakati idi. Hz. Ömer’in halife olma şeklini, geleneksel veliaht tayinine delil olarak göstermek, yapılan işe meşruiyet kazandırmaya yönelik tamamen siyasî bir manevradır.
Hz. Ömer, her alanda muhteşem bir on yıllık halifelikten sonra bir suikasta uğrayarak ağır yaralanmıştı. Medine’nin kamuoyu temsilcileri bu defa da Hz. Ömer’den kendisinden sonrası için bir halife önermesini istediler. Bunu yapmakta tereddüt edince oğlu Abdullah’ı teklif ettiler, o bunu hemen reddetti ve onlara altı aday önerdi. Daha sonra bu altı kişiye Ehlü’ş-Şûrâ adı verildi. Bu altı halife adayı, Hz. Osman (Osman b. Affan), Hz. Ali (Ali b. Ebî Tâlib), Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydillah, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Zübeyir b. Avvam idiler. Bunlar kendi aralarından birini üç gün içinde halife seçeceklerdi. Bu usüle sonraki dönemlerde Ehlü’l-Hal’ ve’l-Akd seçimi denildi ve bu şekilde seçilen halifeye meşruiyet kaynağı sağladı.
Şura ehli kendisinin dışındaki beş kişiden birini halife tayin etmek üzere Abdurrahman b. Avf ’a yetki verdi. Abdurrahman b. Avf şura üyeleri ile tek tek görüştükten sonra önce Medine’nin ileri gelen kamuoyu önderlerinin fikirlerini ve tercihlerini aldı. Sonra kamuoyu yoklaması denilebilecek görüşmelerle halkın tercihlerini öğrendi. Kendisine verilen sürenin sonunda Hz. Osman’ı halife olarak ilan etti. Hz. Osman Mescid-i Nebevî’de halktan biat aldı ve üçüncü halife olarak göreve başladı. Hz. Ali ve Haşimiler başlangıçta bunun kendilerine yapılmış bir haksızlık olduğunu söylediler, Abdurrahman b. Avf ile tartışmaya girerek verdiği kararı eleştirdiler. Fakat daha fazla ileri götürmediler ve Hz. Osman’a biat ettiler.
Hz. Osman’ın on iki yıl süren hilâfet süresini iki bölümde ele almak daha doğru olur. İlk altı yıllık dönem önemli bir problem çıkmadan geçti. Ancak ikinci altı yıllık dönemin daha başlangıcından itibaren idarî uygulamalardan şikâyetler başladı. Bir taraftan dinî ve ahlâkî diğer taraftan siyasî fitne ve fesat bir türlü engellenemiyor, siyasî hesapların sebep olduğu bozulmanın önüne geçilemiyordu.
Bu rahatsızlıklar sonunda isyana dönüştü ve Mısır, Kûfe ve Basra’dan gelen iki binin üzerinde silahlı isyancı Medine’yi basarak şehri ve hilâfet merkezini kontrol altına aldı. İsyancılar Hz. Osman’ın halifelikten çekilmesini istiyorlardı. Hz. Osman bunu kabul etmedi. Günlerce süren abluka ve pazarlıklar sonuç vermedi ve Hz. Osman, evine giren dört isyancı tarafından şehid edildi. İhtilalcilerin tehditleri ile oluşan kamuoyu talebiyle Hz. Ali halife olmayı kabul etti ve halktan biat alarak Medine İslâm Devleti’nin dördüncü halifesi oldu.
Beş yıla yakın süren halifeliğini iktidar mücadeleleri ve iç savaşlarla geçiren Hz. Ali de sonunda bir suikast ile hayata gözlerini yumdu. Ölmeden önce kendisinden bir halife belirtmesini istediler. Ancak Hz. Ali bunu yapmadı. Bunun üzerine, “oğlunuz Hasan’a biat edelim mi?” diye sordular. Buna da olumlu veya olumsuz bir cevap vermedi, “siz bilirsiniz” demekle yetindi.
İslâm tarihinde “Asr-ı Saâdet” olarak isimlendirilen dört büyük halife döneminin devlet şekli, zaman zaman teokrasi, krallık, monarşi, cumhuriyet, demokrasi gibi çağdaş rejim adları ile tanımlanmaktadır. Hulefâ-yı Râşidîn dönemi devlet şekli bu çağdaş sistem adlandırmalarından hiç birine uymaz. Bu dönemin yönetim şekli tamamen kendine özgü bir devlet şeklidir.
Hz. Ali’nin defnedilmesinden sonra Kûfeliler Hz. Hasan’a biat ettiler. Böylece Hz. Hasan beşinci halife olarak Kûfe’de göreve başladı (661). Muaviye’ye bağlı olan Şam ve Mısır eyaletlerinin dışındaki bölgeler kısa zamanda Hz. Hasan’a biat ettiklerini açıkladılar. Hz. Ali döneminde “Şam Emiri” sıfatını kullanan Muaviye, “Emiru’l-Müminîn” olduğunu ilan etmişti. Bu Hz. Hasan’la birlikte ikinci halifelik ilanı idi. Artık İslâm dünyasının biri Şam’da diğeri Kûfe’de olmak üzere iki halifesi olmuştu. Yine bir iç savaş daha kaçınılmaz görünüyordu.
Ancak bu defa Hz. Hasan, Müslümanların birbirlerini öldüreceği bir iç savaşı göze almadı. İntikam siyaseti gütmemesi, kendisinden sonra halifeyi şuranın seçmesi, kendisi ve ailesi için hazineden tahsisat bağlanması karşılığında Muaviye ile anlaşarak hilâfetten çekildi. Kûfe Mescidi’nde halkın genel biatını alan Muaviye böylece yıllardır sürdürdüğü mücadelede hedefine ulaştı. Geçici bir süre için de olsa iktidar mücadelesi sona ermiş ve birlik sağlanmıştı. Bu sebeple bu yıla “birlik yılı” adı verildi (661).
Emeviler Dönemi
Muaviye b. Ebî Süfyan ile başlayan ve Ümeyyeoğullarına dayandığı için de Emevi Devleti adını alan bu süreçle birlikte İslâm tarihinde yeni bir dönem başlar. Ülkenin başkenti Şam’a taşınmış, Muaviye kendinden önceki halifelerin genellikle kullandığı emîru’l-mü’minîn veya söylenmesine izin verdikleri halifetü Resûlillah yerine halifetullah (Allah’ın halifesi) sıfatını kullanmaya başlamıştır. Muaviye, Hz. Hasan ile yaptığı anlaşmada kendisinden sonra halifeyi şuranın seçmesini öngören maddeye uymamış ve oğlu Yezid’i veliaht tayin etmiştir. Sadece tayinle de yetinmemiş, Arap dâhilerinden biri olan danışmanı Mugire b. Şu’be’nin de katkılarıyla, Yezid’in halifeliğini sağlama almak için, muhatabın durumuna göre bazen ikna ederek iyilikle bazen de tehdit ederek zorla bizzat kendisi oğluna biat almıştır. Bu uygulamasıyla Muaviye, hilâfetin özünde büyük değişiklik yaparak verâset sistemini getirmiştir. Böylece hilâfet, babadan oğula veya hanedanın bir başka üyesine intikal eder duruma gelmiş ve saltanata dönüşmüştür. Bir başka ifadeyle, devlet Emevilerin siyasî mülkü haline gelmiştir.
Muaviye ile başlayan ve genellikle diğer Emevi halifelerince de sürdürülen diğer bir önemli değişiklik de din-siyaset ilişkilerinde oldu. Hulefâ-i Râşidîn döneminde siyasî otorite, İslâm’ın korunması ve yayılması için kullanılıyordu. Halifeler meşruiyetlerini dinden alıyordu. Aslında Hz. Ebubekir, “görevimi hakkıyla yerine getirirsem bana yardım edin, yanılırsam (yanlış yaparsam) bana doğruyu gösterin” derken bir anlamda meşruiyetinin de sınırını çiziyordu. Çünkü doğru ve yanlışın ölçüsü din idi. Yani siyaset din içindi ve onun adınaydı. Ancak Muaviye ile birlikte bu durum değişti. Muaviye devleti “din” adına değil “kabile” adına yönetti (Câbirî, 1997). Böylece din siyasetin hizmet alanına girdi ve meşruiyet kabileye ve kuvvete yöneldi. Artık meşruiyeti güç belirleyecekti. Artık Emevi halifeleri devleti kuvvete dayanarak idare edeceklerdi.
Muaviye’nin vefatından sonra oğlu Yezid halife oldu. Hüseyin b. Ali aldatıldıkları ve haksızlığa uğradıkları gerekçesiyle Yezid’e biat etmedi. Bunun bedelini de Kerbelâ’da canı ile ödedi. (10 Muharrem 61/10 Ekim 680). İslâm tarihinin en dramatik kırılma noktalarından biri olan “Kerbelâ Olayı” bütün İslâm dünyasında telâfisi mümkün olmayan acılara ve bölünmelere sebep oldu.
Özellikle Kerbelâ Olayı’ndan sonra İslam dünyasında Emevilerin meşruiyetleri sorgulanmaya başladı. Bu sorgulamalar Mekke ve Medine başta olmak üzere birçok bölgede yer yer güçlükle bastırılabilen iç karışıklıklara sebep oldu. Yezid’in veliaht tayinine ve hilâfetin saltanata dönüşmesine şiddetle karşı koyanlardan biri de Abdullah b. Zübeyr idi. Yezid’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu II. Muaviye’nin böyle bir halifeliği kabul edemeyece- ğini açıklayarak çekilmesinden sonra, Abdullah b. Zübeyr Mekke’de halifeliğini ilan etti. Dönemin İslâm coğrafyasından önemli ölçüde destek gördü, Mısır ve Kûfe’nin de içlerinde bulunduğu birçok bölgede kendisine biat edildi. Ancak Abdülmelik b. Mervan’ın komutanı Haccac b. Yusuf es-Sakafî (Haccâc-ı Zâlim) ile Mekke’de yaptığı savaş sonrasında kahramanca şehid oldu (692). Böylece Emeviler ülkede birliği yeniden sağladılar. Bundan sonra, halifelik anlayışının Hulefâ-i Râşidîn dönemi çizgilerine yeniden çekildiği Ömer b. Abdülaziz dönemi hariç, Emevilerin hilâfet anlayışlarında pek fazla bir değişiklik olmadı.
Abbasiler Dönemi
Ebu Müslim Horasânî’nin Abbasoğulları adına başlatmış olduğu ihtilal başarıyla sonuç- landı ve Ebu’l-Abbas Kûfe Camii’nde halktan biat alarak ilk Abbasi halifesi oldu (750). Biat merasiminin arkasından verdiği ilk hutbesinde kendilerinden önceki halifeler sürecinin bir değerlendirmesini yapan Ebu’l-Abbas, bir anlamda ihtilal sonrası meşruiyet bildirisi yayınlamıştır. Bu bildiride kendi hakları olan hilâfeti vaktiyle Emevilerin zorla aldıkları- nı, ancak bu gün hakkın yerini bulduğunu dile getirmiş ve Emevi hilâfetinin gayrimeşru olduğunu, halifeliği gasbettiklerini, meşru olanın kendileri olduğunu, Allah’ın bâtıl olan Emevi hilâfetini kendileri ile yok ettiğini anlatmıştır (İbn Kesir, 2007).
Yaklaşık altı ay sonra son Emevi halifesi II. Mervan öldürülmüş ve Ebu’l-Abbas iktidarında rahatlamıştı. Çok kan döktüğü için “Seffah” adını almış olan Ebu’l-Abbas 754 yılında genç yaşta vefat etti. Veliaht tayin ettiği kardeşi Cafer el-Mansur halife oldu.
Abbasiler Devleti’nin gerçek kurucusu olan Cafer, hilâfet merkezini kendi kurduğu Bağdat’a taşıdı. İhtilal kendi çocuklarını Seffah eliyle yemeye başlamış, ancak hepsini tüketmeye ömrü yetmemişti. Kalanları da Cafer ortadan kaldırdı. Çünkü ihtilalin çocukları potansiyel olarak hilâfeti ele geçirme riski taşıyorlardı.
Cafer el-Mansur, hilâfette hak iddia eden ve kendilerine çok önemli bir alternatif olma potansiyeline sahip “Ehl-i Beyt”e karşı yeni politika geliştirmişti. Mansur, “Fatıma’ya imamet caiz değilken, imamete nasıl mirasçı olunur?” (Cabiri, 662-8) diyerek gerçek Ehl-i Beyt’in Hz. Ali ve oğulları değil, Abbasoğulları olduğunu iddia etti.
Cafer el-Mansur, bir taraftan kendisini “Allah’ın sultânı” ilan ediyor, diğer taraftan da şiddete başvuruyordu. Teklif ettiği Bağdat kadılığını ve başkadılığı kabul etmeyen İmâm-ı Âzam’ın hilâfetine zarar verebileceğini, bir meşruiyet tartışması başlatabileceğini düşünerek onu hapsettirip kırbaçlattırdı. Bununla da yetinmedi onun bir devlet görevini kabul edinceye kadar peşini bırakmayacağına yemin etti ve sonunda İmam-ı Âzam Ebu Hanîfe’yi Bağdat’ın inşasında tuğla kontrol işini kabul etmek zorunda bırakmıştı (İbnü’l-Esir, 2007).
Abbasilerin birinci ve güçlü dönemlerini teşkil eden ilk on halifesi zamanında (750- 847) hilâfet politikası açısından Emevilerden pek fazla bir şey değişmedi. Halife tayininde verâsete bağlı saltanat sistemi daha da katı bir şekilde devam etti. Hatta Muktedir Billah (908) örneğinde olduğu gibi çocuk yaştakileri bile halife ilan ettiler. Mes’ûdî’den nakdilen bir habere göre, Muktedir Billah henüz büluğa ermediği için halife olmasına karşı gelerek biat etmeyen bir kadı idam edilmişti (Mez, 2000). Emeviler döneminde kullanılan “halîfetullah” (Allah’ın halifesi) tabiri “sultânullah” (Allah’ın sultanı)’na dönüştü.
Abbasilerin ikinci devirleri olan gerileme ve yıkılış dönemlerinde (847-1258) hilâfet makamı giderek gücünü, saltanatını ve etkisini kaybetti. Hatta bazı dönemler varlıklarını sadece sembolik anlamda sürdürebildiler. Bu dönemlerde hilâfete, devlete, siyasete ve orduya Arap olmayan unsurlar egemen olmuşlardı. Bu sürecin ilk yıllarında orduda ve hilâfet merkezinde (sarayda) Türk komutanlar oldukça etkili oldular. “Ordunun faal unsurunu teşkil eden Türkler, Mu’tasım’ın veliahtlığa tayin edilmesinde önemli rol oynamışlardı” (Yıldız, 1980). Halife Mütevekkil’den itibaren Türklerin nüfûzu daha da arttı.
İran asıllı Şiî bir devlet olan Büveyhilerin Bağdat’ı işgal etmelerinden (945) sonra hilâfet Büveyhî hanedanının etkisi ve kontrolü altına girdi. Öyleki, halifenin sarayın içinde birtakım işlerin yerine getirilmesinde bile sözü geçmez duruma gelmişti. Halîfenin yetkilerini kullanabilmesi tamamen Büveyhilerin elindeydi.
On birinci yüzyılın ortalarında Ortadoğu’nun en büyük güçlerinden biri olan Selçuklu ordusu, 17 Ocak 1055 tarihinde Bağdat’a girerek halife Kâim Biemrillah’ı ve hilâfeti Bü- veyhilerden kurtardı. Tuğrul Bey’e müteşekkir olan halife bütün İslâm dünyasında kendi adıyla birlikte Tuğrul Bey’in adının da hutbelerde okunmasını ilan etti. Halife Tuğrul Bey’e törenle taç giydirerek kılıç kuşattı ve onu “Sultânü’l-Mağrib ve’l-Maşrık” (Doğu’nun ve Batı’nın Hükümdarı) ilan etti. Böylece halifenin görev ve yetki alanı yeniden tanımlanmış oldu. Halifenin üzerinde sadece birkaç husus bırakılarak devlet yönetimi bir bütün olarak sultâna verildi. Bundan sonra Abbasi halifeleri ilk yıllarındaki yetki, sorumluluk ve güçlerine bir daha dönemediler. Moğollar 1258 yılında Abbasi hilâfetine son verdiler.
Abbasi halifeleri Bağdat’ta hüküm sürdükleri yıllarda İslâm coğrafyasının batısında biri Endülüs’te (İspanya’da) Endülüs Emevi devleti, diğeri Kuzey Afrika’da Fatımiler olmak üzere iki Müslüman ülkenin devlet başkanları halifelik ilan etmişlerdi. Abbasi ihtilâlinden sonra Emevilere yönelik katliâmdan kurtulmayı başaran I. Abdurrahman Endülüs’e kaçmış ve 756 yılında burada bağımsız bir emirlik statüsünde olan Endülüs Emevi Devleti’ni kurmuştu. Endülüs Emevi emirleri III. Abdurrahman dönemine kadar halife ünvanını kullanmadılar. III. Abdurrahman 929 yılında “Nâsır lidînillah” (Allah’ın dininin yardımcısı) ünvanıyla kendisini halife ilan etti. III. Abdurrahman’dan sonra gelen sekiz halife ile yoluna devam eden Endülüs hilâfeti, 1031 yılında Endülüs Emevi Devleti’nin yıkılmasıyla sona erdi.
Tunus’da 909 yılında kurulan ve kısa zamanda bütün Kuzey Afrika’da hükümran olan Fâtımiler, kendilerini Resûlullah’ın kızı ve Hz. Ali’nin eşi Fâtıma’nın soyuna bağlarlar. İslâm dünyasında kendilerinden başka hiçbir siyasî otorite tanımayan Fâtımî hilâfeti, devleti kuran Mehdi’nin 910 yılı başında halife ilan edilmesiyle başlamıştır. Yaklaşık iki yüz elli yılda on dört halifeyle varlığını sürdüren Fatımî hilâfeti 1171 yılında Selahaddin Eyyübî tarafından yıkılmıştır. Bu dönemde Bağdat’ta Abbasi halifesi, Kurtuba’da Endülüs Emevi halifesi ve önce Tunus sonra Mısır’da Fâtımî halifesi olmak üzere İslam dünyasında aynı zaman diliminde üç halife birden hüküm sürmüşlerdir.
Abbasi hilâfeti 1258 yılında Moğollar tarafından sona erdirilince İslam dünyası üç yıl halifesiz kalmıştır. Memluk Sultanı I. Baybars, son Abbasi halifesi Musta’sım Billah’ın (1242-1258) amcası Ebu’l-Kasım Ahmed’i, Kahireye davet ederek, Haziran 1261’de Mustansır Billah lakabıyla halife ilan etmiştir. Üç yıllık bir aradan sonra Abbasi halifelerini yeniden canlandıran Sultan Baybars bunu yapmakla, Müslümanları halifesizlikten kurtarmış böylece de hem kendi iktidarının meşruiyetini sağlamış hem de Müslümanlar yanında itibar ve saygınlık kazanmıştır. Mısır Abbasi hilâfeti, yetkisiz ve etkisiz, tamamen sembolik bir şekilde de olsa Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethine (1517) kadar devam etmiştir.
Genellikle Abbasiler döneminin İslâm siyaset uzmanlarınca tespit edilen, halifede bulunması gereken şartları şöyle sıralayabiliriz. Halife içtihad yapabilecek kadar ilim sahibi olacak, âdil olup adaleti hâkim kılacak, dini koruyup yayacak, devletin ve halkın idaresini iyi yürütebilecek bir siyasî anlayış ve birikime sahip olacak, görevini yapmayı zorlaştıracak bir bedenî özrü bulunmayacak, erkek olacak, hür ve akıllı olacak ve Kureyş kabilesine mensup olacak (Mâverdî, 1978).
Yine bu dönemde yerleşen ve geleneksel hale gelen halifelik alâmetlerini de şu şekilde sıralayabiliriz. Halifeler resmî törenlerde üzerlerine genellikle “bürde” denilen Hz. Peygamber’in hırkasını giyerler, Hz. Muhammed (s.)’i taklîden mühür kullanırlar, tahtta ve minberde ellerine asâ alırlar, hutbelerde isimleri okunur ve kendilerine dua edilir, kendi adlarına sikke kestirirler (para bastırırlar) ve “tıraz” denilen kendileri için yapılmış özel işaretli elbiseler giyerlerdi (Kazıcı, 1999).
Osmanlı Dönemi
Osmanlı sultanlarının “halife” kabul edilmelerinin tarihî süreci ile ilgili iki farklı yorum görürüz. Birincisi: Osmanlı sultanları Osman Bey’den itibaren halifedir. Bu kabul genellikle şöyle ifade edilmiştir:
“Hz. Peygamber’in nebîlik nöbeti kıyamete değin devam edecektir. Her zaman diliminde bu nöbeti üstlenen bir seçkin sultan var olmuştur. Bu kutlu nöbeti, 699/1299 yı- lından başlayarak şânı yüce Osmanlı sultanları ellerine almışlardır… Osman Oğulları, Hulefâ-i Râşidîn, Ümeyye Oğulları, Abbâs Oğulları, Selçuk Oğulları gibi bu görev için Allah tarafından seçilmişlerdir. Onlar hilâfet makamında otururlar… Osman Beğ, hü- kümranlık meydanında kayıtsız şartsız hükümdar oldu, hilafet kaftanını arkasına giyip, cihangirlik kemerini beline kuşandı.” (Severcan, 2005).
Osmanlı Devleti daha beylik iken Osman Bey’in Karacahisar’ı fethinden sonra kılınan ilk Cuma namazının hutbesi ve Eskişehir’de kılınan ilk bayram namazının hutbesi, Osman Bey adına okunmuştur.
Osmanlı tarihinin ilk kaynaklarında, Osman Bey ile başlayan “halife” sıfatını kullanma geleneği kaynağın yazıldığı dönemin padişahına kadar devam eder (Kemal Paşa-zâde, 1996) I. Murad, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi Osmanlı sultanları yazdıkları resmî mektuplarda kendileri için halife sıfatını kullanmışlardır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Sadrazam Lütfü Paşa’nın, Osmanlı Sultanları’nın halifelikleri hakkında çıkan bir tartışmaya cevap olarak yazıdığı “Halâsü’l-Ümme fî Ma’rifeti’l-Eimme” adlı eserde Sultan Süleyman’ın “zamanının imamı” olduğu ve bunu bütün Müslümanların kabul ettiği belirtilmiştir (Lütfü Paşa, v. 22 a,b). Ahmet Cevdet Paşa da, Osmanlı hilâfetine karşı gelenlerin “âsi” kabul edileceğini söyler (Cevdet, 1986).
İkincisi: Osmanlı sultanlarının halife olmaları Yavuz Sultan Selim ile başlar. Yavuz, Mısır’ı fethinden sonra “Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn” ünvanı ile dönemin Abbasi halifesi III. Mütevekkil Alallah’dan halifeliği teslim almıştır. Sefer dönüşü İstanbul’da Ayasofya veya Eyüb camilerinin birinde yapılan bir törenle III. Mütevekkil, hilâfet kılıcını Yavuz Sultan Selim’e kuşatmış ve halifelik ünvânını da yeni halifesine vermiştir (Dânişmend, 1971; Tansel, 1969). Ancak bu önemli bilgi dönemin kaynaklarında yer almamıştır. Özellikle, Mısır fethinde bulunmuş ve olanları görgü şahidi olarak nakletmiş olan bazı “Selimnâme” yazarlarının ve daha sonraki ikinci, üçüncü el kaynakların bu kadar önemli bir olaya yer vermemiş olmaları bu bilginin doğruluğu hakkında tereddütler uyandırmaktadır.
Osmanlı sultanları halife ünvanını resmî olarak ilk defa “III. Ahmed’in 1727 yılında Afgan hükümdarı İran’lı Eşref Han ile imzaladığı bir anlaşmada kendisini ‘bütün Müslümanların halifesi’ olarak nitelemesiyle” başlamıştır (Özcan, 1998). Osmanlı sultanının halife ünvanı Osmanlı-Rus savaşından sonra imzalanan 17 Temmuz 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile uluslararası boyuta taşınmıştır. Bu anlaşma, Rus Çariçesi II. Katerina’ya Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoks vatandaşların haklarını, Osmanlı sultanına da bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla Rus coğrafyasındaki Müslümanların haklarını koruma imkânı vermekteydi.
Osmanlı sultanları içinde, dönemindeki dünya konjonktürü ve iç karşıklıklar sonucu, halifeliğe en fazla önem veren, onu Osmanlı Devleti’ni kurtaracak yegâne dinî ve siyasî unsur gören II. Abdülhamid olmuştur. O daha saltanatının başında ilan edilen Kanûn-i Esâsî’ye, “Pâdişah hazretleri, halife olarak İslâm dininin koruyucusu ve bütün Osmanlı vatandaşlarının hükümdârıdır” maddesini koydurmuştur. 1878-1880 yıllarında İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi olan Henry Layard’ın söylediği şu sözler II. Abdülhamid’i iyi anlatır:
“Sultan, halifelik sıfatı hakkında gösterdiği hassasiyeti başka hiçbir meselede göstermemektedir… Halife ünvânını sultan ünvânından daha kutsal ve ehemmiyetli görmektedir.” (Özcan, 1998, 548)
II. Abdülhamid’den sonra hilâfet kurumu giderek güç kaybetmeye ve zayıflamaya başlamıştır. Bitmeyen savaşlar, iç çekişmeler ve gizli hesapların doğurduğu siyasî krizler, Birinci Dünya Savaşı ve arkasından gelen İstiklal Savaşı bu kurumu iyice zayıflatmıştı. Bütün bunların üstüne, İngilizlerin ancak hilâfetin Osmanlı’nın elinden çıkmasıyla ula- şabilecekleri siyasî ve ekonomik çıkarlarına yönelik etkili faaliyetleri eklenince hilâfet kurumu varlığını koruyamadı. Nihayet meclis, 1 Kasım 1922’de saltanatı hilâfetten ayırıp önce saltanatı kaldırdı. Daha sonra özellikle İsmet İnönü’nün kararlı tavır ve söylemleri ve İzmir mebusu, adliye vekili Seyyid Bey’in mecliste “hilâfetin şer’î mahiyeti” ile ilgili onun kaldırılması yönündeki uzun konuşmaları ve kavga noktasına gelen tartışmalar, tehditler sonunda 3 Mart 1924 tarihinde halifelik de kaldırıldı.
Seyyid Bey’in mecliste “Hilâfetin Şer’î Mahiyeti” ile ilgili konuşma metninden önemli bulduğunuz üç cümle söyleyiniz.
VEZİRLİK
Vezir sözcüğü, Farsça kökenli olup, karar vermek, hükmetmek anlamına gelmektedir. Bu sözcük Farsçadan Arapçaya geçmiş ve “yardımcı, sığınak, yüklenme ve sırt” anlamlarında Arapçalaşmıştır. Mâverdî, vezirliğin üç kökten türemiş olabileceğini belirtir:a) Vizr kökünden: Ağırlık demektir. Çünkü vezir hükümdarın yönetim yüklerini taşır.b) Ezr kökünden: Sırt demektir. Çünkü vezir, sırtın vücudu desteklemesi gibi hükümdarı destekler.c) Vezr kökünden: Sığınak demektir. Çünkü hükümdar, onun görüş ve yardımına sığınır (Mâverdî, 1978).
Terim olarak, padişahın hemen hemen bütün işlerini yüklenen ve hükümdarlıkla ilgili konularda ona görüşleri ve idaresi ile yardımcı olan kimse demektir (Asım Efendi, 1305). “Vezir” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de “yardımcı” (Tâhâ, 20/29) ve “sığınak” (Kıyâmet, 75/11) manalarında kullanılmıştır. Hz. Peygamber’in hadislerinde de bu kelime yine “yardımcı” anlamında yer almıştır (Ebu Dâvud, İmâre, 4).
Devlet memuru olarak vezir, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kayıtsız şartsız elinde bulunduran ve hükümdarın vekili sıfatı ile devletin bütün işlerini yürüten ve idare eden en yüksek dereceli bürokrattır. Makamı komutanların da üstündedir. Vezirin bulunduğu makama “vezâret” yani “vezirlik” denir. Osmanlı döneminde, vezir, “paşa”, vezâret, “paşalık” anlamında da kullanılmıştır.
Mâverdî’ye göre, bu en yüksek dereceli makamın bir o kadar da riski vardır. Ona göre, “Vezirliği yürüten, biri hükümdar öteki halk tarafından boynuna çekilmiş iki kılıca boyun eğen gibidir.” (Mâverdi, 1978)
Ebu’l-Abbas ve Cafer el-Mansur döneminde Halid el-Bermekî’nin dışındaki bütün vezirlerin öldürüldüğü öğrenildiğinde Mâverdî’nin bu değerlendirmesinde ne kadar haklı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Necmeddin Dâye de (1177-1256) vezirliğin önemini şu önemli benzetmeyle dile getirir:“Pâdişah için, ileri görüşlü, doğru sözlü, âdil, âlim, temiz îtikatlı, güzel ahlaklı, gayretli, çalışkan ve doğru görüşlü bir vezir akıl hükmündedir. Akılsız pâdişah ile vezirsiz pâdişah aynıdır.” (Severcan, 1995)
Vezirliğin Kaynağı
İslâmî dönemde vezirliğin meşruiyyet kaynağı, Kur’ân, Hadis ve Maslahat olmak üzere üç temel gerekçeye dayandırılmıştır. Hz. Mûsâ, Allah’tan kendisi için bir vezir istemiş, Allah da bu isteğini kabu edip ona kardeşi Harun’u vezir tayin etmiştir. Buna kıyasen hükümdarın da kendisine bir vezir tayin etmesi en meşru hakkıdır. Kur’ân bu olayı bize şöyle nakleder:“Mûsâ, ‘Ey Rabbim, bana kendi ailemden, kardeşim Hârun’u vezir yap, beni onunla destekle ve onu işlerime ortak et…dedi.’ Allah: ‘İsteğin kabul edildi, ey Mûsâ! buyurdu.” (Tâhâ, 20/29-36)
Hz. Âişe’den nakledilen Resûlullah’ın şu buyruğu ile de vezirliğin kaynağı şu hadise dayandırılır:“Allah bir emire hayır murad ettiği zaman ona doğru ve sâdık bir vezir verir. Vezir ona yardım eder ve bir şeyi unuttuğu zaman hatırlatır.” (Ebu Dâvud, İmâre, 4)
Devletin ve milletin işlerinin iyi yürütülebilmesi için, hükümdarın bir yardımcıya olan ihtiyacı da vezirliğin maslahat kaynağını teşkil eder. Necmeddin Dâye’nin, adâletin önemini belirtmek için devleti çadıra benzettiği anlatımında vezirlik için belirlediği konum bunu açıkça ortaya koyar:
“Eğer bir ülkede işini iyi bilen ve iyi yapan bir vezir olmazsa, o ülkenin huzuru olmaz. Saltanat bir çadır gibidir. Onun direği, doğru ve ileri görüşlü bir vezirdir. İpleri beylerdir. İplerin bir kısmı büyük bir kısmı küçük olur. Valiler ve kadılar çadırın aralarındaki par- çalarıdır. Çadırın kazıkları ise pâdişahın adâletidir. Çadır onlarla ayakta durur. Çadırın tüm eksikleri tamam olsa, sadece kazıklarından biri olmazsa bu eksiklik çadırda hissedilir. Eğer birkaçı olmazsa çadır yıkılır.” (Severcan, 1995)
Vezirliğin Tarihî Serüveni
Abbasiler Dönemi
Yardımcı anlamında vezirlik, aslında “yöneten insanla” birlikte başlar. Ancak konumuzun sınırları sebebiyle biz onu Hz. Peygamber döneminden başlayan bir süreçten itibaren ele alacağız. Hz. Peygamber birçok konuyu Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ile görüşür, onlarla istişare eder ve bazen onların önerisine göre hareket ederdi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e bu bağlamda, “Resûlullah’ın veziri” denilirdi. Hulefâ-yı Râşidîn ve Emeviler dönemlerinde halifelerin yanlarında, kendilerine vezir denmemekle beraber, vezirlik görevi yapan danışmanları her zaman bulunmuştur. Vezirlik kurumsal kimliğine ilk olarak Abbasiler döneminde kavuşmuştur.
Abbasilerin kurucu halifesi olan Ebu’l-Abbas, Horasanlıların da telkinleriyle bu kurumu İslâm dünyasına taşımıştır. İlk vezir olarak da Hemedanlı Ebu Seleme Hafs b. Süleyman el-Hallâl’i görevlendirmiştir. Böylece İslam idârî sistemi hilâfetten sonra ikinci kurumuna da kavuşmuştur. Hallâl’ın görev alanı da, Sâsânîlerde hükümdarın mührünü taşıyan ve onun mutlak vekili hükmünde olan vezirinkine benzer şekilde düzenlenir. Daha sonraları vezirin görev ve yetki alanı o kadar çok genişler ki, neredeyse hükümdarlık ile eşit seviyeye gelir.
Abbasilerin ilk dönemlerinde vezirlerin tayin şekli pek belirgin değildir. Ancak 900’lü yılların başlarından itibaren, halifenin vezir olabilecek adayları belirlediği, bu isimleri vezâretten ayrılan bir mutemedi ile görüştükten sonra onlardan birini vezirliğe tayin etti- ği, kaynaklarda nakledilmektedir. Yeni halife genellikle kendinden önceki halifenin vezirini görevine devam ettirirdi. Vezir olan kişi sarayda yapılan törenle, halifenin kendisine hediye ettiği hil’atı giyer, kılıcı kuşanır ve halifenin elini öperdi. Yaklaşık olarak 880 yıllarında bir Abbasi vezirinin normal bir günü şöyle idi:
“Sabaha yakın kalkar, güneş doğuncaya kadar namaz kılardı. Sonra kendisini selamlamak isteyenleri, kendisiyle görüşmek isteyenleri kabul ederdi. Daha sonra atla halifenin sarayına gider ve burada dört saat müddetle halifeye meseleleri arz ederdi. Tekrar eve gelir, öğle yemeğini yer ve uyurdu. Öğleden sonra devletin mâli işleriyle meşgul olurdu. Kendisine bir günlük bütün gelir ve giderlerin bir listesi sunulur onları inceler, arkasından sohbet edilirdi. Kendi özel işlerini ve memurlarını kontrol ettikten sonra istirahata çekilirdi.” (Mez, 2000, 131-7)
Abbasilerde biri tefvîz vezirliği diğeri tenfîz vezirliği olmak üzere iki çeşit vezirlik vardı. Tefvîz vezirliği, devletin bütün işlerini halife adına görürdü. Sadece, veliaht tayinine, halifenin tayin ettiği memuru azle, azlettiği memuru da göreve alma yetkisi yoktu. Bunların dışında her işi yapmaya yetkiliydi. Bu günümüzdeki icrâî bakanlıklara benzetilebilir. Bu vezirliğe atanacak olan kişide bulunması gereken şartlar, nesep hariç halifede bulunması gerekenlerle hemen hemen aynı idi. Tenfîz vezirliği, sadece görev alanına giren konulardan sorumlu, yetkileri de görev alanı ile sınırlı idi. Bu vezirlik de günümüzdeki devlet bakanlıklarına benzetilebilir. Bu iki vezirlik kısaca şöyle de tanımlanır: Vezir sultanı ve devleti yönetiyorsa, tefvîz vezirliği; sultan işi elinde tutuyor ve bizzat yapıyorsa, tenfîz vezirliğidir.
Onuncu yüzyıldan itibaren bazı vezirlerin büyük servetlere sahip oldukları, saraylarda safa sürdükleri, bazılarının da mütevâzi bir hayat yaşadıkları görülür. Çok mal biriktiren ve rüşvet alan vezirler, zaman zaman bunu mallarına el konulmakla ödemişlerdir. Siyaseten çok güçlenen vezirler de halifelik otoritesine gölge düşürmeye başladıkları zaman bunu canlarıyla ödemişlerdir. Abbasi hilafeti boyunca her iki uygulama da çokça görülür.
Abbasi hilafetinin İran asıllı bir devlet olan Büveyhilerin (932-1062) kontrolüne girdi- ği dönemlerde vezirlik babadan oğula veya aileden birine geçmeye başladı. Bu öyle irsî bir şekil aldı ki, Benî Furat ailesi elli yıl içinde dört vezir çıkarmıştı.
Endülüs Emevilerinde vezirlik görevini yürüten kişiye “vezir” denildiği gibi “hâcib” de denilmiştir. Ancak burada hâciblik, sultanı herkesten koruyan, “teşrifatçı”, “mâbeynci” gibi bir anlamda değildir. O tam anlamıyla bir vezirdir (Kazıcı, 1999).
Vezirlik kurumu, Horasan ve Mâverâünnehir’de hüküm sürmüş olan Sâmânîler (819- 1005), Gazneliler (962-1187) ve Karahanlılar (992-1211) dönemlerinde Abbasilerdeki yapısını ve genel özelliklerini korumuştur. Bu devletlerde vezir yerine “Hâce-i Büzürg” adı da kullanılmıştır.
Büyük Selçuklularda ve Anadolu Selçuklularında vezirlik, hükümdardan sonra en yüksek makamdı. “Sâhib”, “hâce”, “lala” ve “atabek” isimleri de verilen vezir, “menşûr-ı vezâret” denilen sultan fermanı ile tayin edilirdi. Kendisine vezirlik alâmeti olarak altın divit, tac veya külah ve kılıç verilir ve hil’at giydirilirdi. Divit, sivil idarenin en üst memuriyetini temsil, kılıç da askerî sahadaki yetkisini temsil ederdi. Nizamülmülk gibi güç- lü vezirler Selçuklularda vezirliği Abbasilerden daha etkili ve yetkili hale getirmişlerdir. Selçuklu vezirleri, günümüzde başbakanın bakanlar kuruluna başkanlık etmesine benzer şekilde, büyük divana başkanlık ederlerdi.
Harezmşahlarda, İlhanlılarda, Timurlularda, Kara Koyunlu ve Ak Koyunlularda ve Anadolu Beyliklerinde de vezirlik genel hatları ile Selçuklulardaki gibiydi.
Osmanlı Dönemi
Osmanlılarda kuruluştan itibâren var olan vezirlik, bütün kurumsal özellikleriyle, doğal olarak Selçukluların devamı niteliğindedir. Kuruluş dönemi olan Orhan Gazi (1324-1362) zamanında sadece bir vezir vardı. Divan, hükümdar, vezir ve kadıdan teşekkül ediyordu. Osmanlı’nın ilk veziri, ulemâ sınıfından gelmiş olan Alâeddin Paşa’dır. Daha sonra sırayla, Ahmed Paşa b. Mahmud, Hacı Paşa ve Sinaneddin Yusuf Paşa’dır. Kara Halil Paşa da ilk vezirlerdendir, ancak onun görev zamanı pek bilinmemektedir. I. Murad zamanında işler çoğalınca vezir sayısı ikiye çıkmış ve biri “vezîr-i âzam” (baş vezir) olmuştur. Vezir sayısı, II. Murad (1421-1451) döneminde dörde çıkmıştır. Kanuni döneminin sonlarına doğru vezir sayısı yedi olmuş, bu sayı 1599 yılında yirmi üçü bulmuştur. Vezir sayıları 1600’lü yıllarda yeniden azalmaya başlamıştır.
İlk zamanlar vezîr-i âzama hükümdar tarafından “ulu vezir” denilir ve üzerinde sultânın ismi bulunan ve “mühr-i hümâyun” denilen mühür, divit takımı ve üç tuğ verilir, hilât giydirilirdi. Padişahın mührünü taşıdığı için vezîr-i âzama sâhib-i mühür de denirdi. Seferlerde vezîr-i âzama ayrı sancak verilir ve ayrı çadır kurulurdu. Vezîr-i âzam ve diğer vezirler, berat veya menşur ile tayin edilirdi. Tayin menşuru bizzat reîsülküttab tarafından vezirin konağına götürülür, tayin belgesinde görev ve yetkileri açıklanırdı. Yeni vezir olanlar başta sultan olmak üzere üst düzey bürokratlara pîşkeş ve câizeler (hediyeler) sunarlardı.
Vezîr-i âzam, görev ve yetkileri açısından Abbasilerdeki “tefvîz vezirliği” gibiydi. Hem yetkileri hem de sorumlulukları çok fazlaydı. Fatih Kânunnâmesi’nde yer alan şu kayıt vezîr-i âzamın devlet yönetimindeki önemini açıkça ortaya koyar:
“Vezîr-i âzam evvelâ vezirlerle emirlerin başıdır. Cümlenin ulusudur. Bütün işlerin mutlak vekilidir… Oturmada, durmada, mertebede vezîr-i âzam hepsinden öndedir.” (Kanunnâme-i Âl-i Osman, 1330, 10) Kanunî Sultan Süleyman’ın 1529 tarihli bir fermanında vezîr-i âzamın konumunu ve önemini özetle şöyle beyan eder:
“Vezîr-i âzam, ne derse ve nasıl derse onun vereceği bütün kararları, emirleri benim ağzımdan çıkan ve mutlaka saygıyla yerine getirilmesi gereken buyruğum bilip… hem saâdet merkezi sarayımda bulunan hem de ülkemin her bir tarafında bulunan beyler beylerin, sancak beylerin ve derecesi ne olursa olsun bütün makam ve mevkî sahiblerinin, ve saltanat havzamda bulunan bütün kullarımın tayin ve azilleri onun yetkisinde olup, emrine asla muhalefet etmeyeler…” (Feridun Bey, 1274).
Vezîr-i âzam, devlet işlerini “divan”da görürdü. Divan her sabah namazından sonra padişah veya kendisinin başkanlığında toplanır ve öğleye kadar devam ederdi. Divan, sultan, vezîr-i âzam, diğer vezirler, kazasker, defterdar ve nişancıdan teşekkül ederdi. Divan günleri, toplanma zamanları, zaman içinde bazı değişikliklere uğramıştır. Vezîr-i âzam, divanın dışında da hükümdarla sık sık görüşür ve ona devlet işleriyle ilgili önerilerde bulunur, doğru bulmadığı hususları hükümdara hatırlatırdı. Eğer hükümdar kararında ısrar ederse onu kabule mecbur kalırdı.
Fatih dönemine kadar vezirler genellikle köklü Türk ailelerden tayin edilirdi. Ancak Fatih bu geleneği değiştirdi ve vezirleri büyük ölçüde devşirmelere tahsis etti. Vezîr-i âzamların görev süreleri, başarıları ve hükümdarla ilişkilerine bağlı idi. Bir aylık süreli vezîr-i âzamlar olduğu gibi görevinde yirmi yıl kalanlar da oldu. Vezîr-i âzamlar, ya hü- kümdarın azletmesiyle ya eceliyle ölmesiyle ya da öldürülmesiyle görevden uzaklaşırlardı. Vezirler ise belirli süreler için tayin edilirlerdi. Süresi dolunca görevi yenilenirse buna “ibkâ”, başkasına verilirse buna da “tevcih” denirdi. Görevi yenilenenlere “ibkâ beratı” verilir, onlar da başta sadrazam olmak üzere ilgililere hediyeler takdim ederdi. Haklarında suistimal veya zulüm isnâdiyle şikâyet olduğunda yargılanabilirler ve sonunda azledilebirler hatta idam da edilebilirlerdi (İpşirli, 1994, I, 171).
Vezîr-i âzamlar gelir bakımından çok büyük imkânlara ve genellikle de çok fazla servete sahib idiler. Gelir kaynakları kendilerine tahsis edilen hâss’lardı. Fatih Kanunnâmesinde vezirlere, bir milyon ilâ bir milyon iki yüz bin akçe hass tahsis edilebileceği belirtilmiştir. Bu miktarlar enflasyon oranında artış göstermiştir. Vezîr-i âzamlar ganimetlerden de pay alırlardı. Sultân’ın bağışları ile başkaları tarafından verilen hediyeler çok önemli miktarlara ulaşırdı. Vezîr-i âzamlar bu büyük zenginliğin bir kısmı ile vakıf kurarlar ve böylece ülkeye ve millete faydalı olurlardı.
Kanunî Sultan Süleyman dönemiyle beraber vezîr-i âzam yerine, “sadr-ı a‘zam” (sadrâzam), “sadr-ı âlî” ve “sadâret-penâh” adları kullanılmaya başlanmıştır. Bunlardan en yaygın kullanılanı da sadrâzamdır. Sadrâzamlık 1922 yılında saltanatın kaldırılması ile birlikte son Osmanlı sadrâzamı Tevfik Paşa’nın istifasıyla sona ermiştir.
Vezirin Özellikleri Görev ve Yetkileri
Kaynaklar bir vezirin özelliklerini, başka bir ifadeyle, vezirde bulunması gereken şartları genellikle şöyle sıralarlar:
1. İçtihat yapabilecek bir ilme sahip olacak. 2. İdâre, siyaset ve harp sanatlarını bilecek. 3. Emanet ehli olacak, asla hıyanet etmeyecek. 4. Doğru-dürüst, kendisine güvenilir olacak. 5. Kanaatkâr olacak. 6. Bedenen sağlam ve cesaretli olacak. 7. Kuvvetli bir hafızaya sahip olacak. 8. Zeki ve ferâsetli olacak. 9. Adil ve erdemli olacak. 10. Tecrübe ve ihtisas sahibi olacak 11. Ergin, Müslüman ve erkek olacak. 12. Halk ile arasında düşmanlık olmayacak. 13. Kötü alışkanlıkları olmayacak.
Vezirler, Abbasilerin ilk dönemlerinde çok büyük yetkilere sahip olmuşlardı. Harun Reşid vezir tayin ettiği Yahya b. Halid el-Bermekî’yi, dilediğini göreve alıp dilediğini görevinden azledebileceği, her konuda dilediğini yapabileceği bir yetki ile donatmıştı (Cahşiyârî, 1980).
Abbasi halifesi Memun vezirini şöyle anlatır:
“Ben, işlerimin idaresini, iyi özellikleri kendisinde toplayan, dürüst ve doğru bir kişiye bıraktım. O, temiz ahlak ve tecrübe sahibidir. Sır tutan ve kendisine güvenilen bir kimsedir. Yumuşaklıkla susar, ilimle konuşur. Muhatabının maksadını anlaması için bir bakışı yeterlidir. Komutanlar kadar kuvvetli, filozoflar kadar isabetli, âlimler gibi alçak gönüllü, fakihler kadar anlayış sahibidir. Kendisine iyilik edilince teşekkür eder, kötülük edilince sabreder. Gelecek kaygısıyla bu gününü mahvetmez. Tatlı sözleri ile insanların kalbini yumuşatır.” (Mâverdî, 1978)
Gazalî’ye göre, vezir, hükümdar âdil ve iyi olduğu sürece ona itaat etmeli, adâletten uzaklaştığında onu yumuşaklıkla doğru yola getirmelidir. Sultanın sırrını saklamalı, ülke işlerini yürütmeli ve ülkeyi imar etmeli, malî işleri düzenlemeli, hükümdarla birlikte halkı yönetmeli, halk arasında adaleti gerçekleştirmelidir. Gazalî vezirde bulunması gereken nitelikleri de şöyle sıralar: Akıl ve ilim, cesaret, zekâ ve uyanıklık, doğruluk, iş bilen tecrübeli ve denenmiş olmalıdır.
Necmeddin Dâye, doğruluk, yücelik, kararlılık ve tahammül olmak üzere vezir için dört özellik belirler. Ona göre vezir, bu dört hasletini, halkla, padişahla ve emri altındakilerle olan münasebetlerinde mutlaka yerine getirmelidir (Severcan, 1995).
DİVANLAR
“Divan” sözcüğünün, Farsça veya Arapça kökenli olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Hz. Aişe’den nakledilen, “Allah katında üç divan vardır” (Müsned, VI, 240) hadisinde divan kelimesinin “hesap defteri” anlamında kullanılmış olması; Arapçada başvuru kitabı niteliğinde olan kaynak eserlere “divan” denilmesi ve Arapça şiirler için “Arab’ın divanı” denilmesi kelimenin aslının Arapça olduğu iddialarını desteklemektedir. Sâsânîler’de devlet idaresine ait bir terim olarak kullanılmış olması da Farsça asıllı olduğunu desteklemektedir. Kelimenin Farsça’dan Arapça’ya geçtiği kanaati daha yaygındır.
Günümüz Arapçasında “devlet dairesi, yönetim bürosu, memurluk yapılan yer, sekreterlik” anlamlarında da kullanılmaktadır. Divan kelimesinin günümüz Türkçesindeki manalarından birkaçı da şöyledir: Herhangi bir konu üzerinde tedvin edilmiş eser için kullanılır. Divân-ı Lügati’t-Türk, Fuzûlî Divânı vs. gibi. Hükümdarın oturduğu sedire ve kanepeye divan adı verilir. Osmanlı Devleti’nde birkaç köyden müteşekkil köy ile nahiye arasında küçük bir üniteye divan denilmiştir. Mahkeme maksadıyla kurulan yüksek meclise divan denilir. Divân-ı Harb, Divân-ı Âlî gibi. Bir âmir veya büyük huzurunda eller önde kavuşmuş olarak saygılı vaziyette durma için kullanılır, “karşısında divan durdu” denilir. Yabancıların barındığı han veya kervansaray için kullanılır.
Terim olarak divan, devlet idaresindeki muhtelif idarî, askerî ve malî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan defterlere; bunların ve devlet memurlarının bulundukları yere verilen isimdir. İslâm ülkelerinde devlet işleri ile alâkalı en yüksek idarî makamı ifade eder. Ayrıca İslâm dünyasında bir şairin manzumelerini klasik nazım şekillerine göre bir tertip dâhilinde içine alan eserlere de “divan” adı verilmiştir.
Divanın Kuruluşu ve Kaynağı
Bizanslılar ve Sasânilerde çok daha önceden var olduğu bilinen divan kurumu, Hz. Ömer döneminde devlet hazinesini düzene koymak ve savaşlarda orduya katılanları kayıt altına almak üzere kurulmuştur. Hz. Ömer döneminin ilerleyen yıllarında Irak, İran, Cezîre, Suriye, Filistin ve Mısır’ın fethiyle beraber gayrimüslimlerden alınan cizye, haraç vb. çe- şitli vergiler ve ganimetlerden gelen devlet gelirleri çok artmış, bunların Müslümanlara dağıtımı kurumsal bir organizasyonu ihtiyaç haline getirmiştir. Bunun üzerine ileri gelen sahabe ile görüşmeler yapan Hz. Ömer 641 tarihinde divan teşkilâtını kurmuştur. Bu divana “Divânu’l-Atâ” adı verilmiştir.
Hz. Ömer öncesi bu kurumun üstlendiği görevi Medine İslâm Devleti ile birlikte Hz. Peygamber, genellikle de Mescid-i Nebevî’de, bizzat kendisi yapmıştır. Gelir dağıtımının dışında kalan nüfus sayımı, orduya katılacakların listesi gibi diğer bazı işler için de Hz. Peygamber sahabesinden birini görevlendirmek suretiyle o işin yapılmasını sağlamıştır. Hz. Ebubekir döneminde ve Hz. Ömer’in ilk yıllarında gelirlerin dağıtılması Hz. Peygamber’in yaptığı şekilde halifelerin bizzat kendileri tarafından; diğer işler de görevlendirdikleri kişiler tarafından yerine getirilmiştir.
Hz. Ebubekir döneminde atıyye (gelirler) Medineliler arasında eşit miktarlarda dağı- tılmakta iken Hz. Ömer bu uygulamayı değiştirerek dağıtımı farklı miktarlarda yapmıştır. Ödemelerde Hz. Peygamber’e yakınlık, fetihlere katılmış olma gibi ölçüler esas alınmış ve ödeme miktarları da bu esaslara göre düzenlenmiştir. Ödemelerde divan kayıtları sıralaması da kabilelere göre tanzim edilmiştir. Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir dönemlerinde gelirin geldiği gün yapılan dağıtımı, gelirlerin “Beytü’l-mâl”de (devlet maliyesinde) biriktirilip, “atıyye” adı altında yılda bir defada dağıtılması; yiyeceklerin de “erzak” adı altında ayda bir dağıtılması; gelirlerin ve dağıtımların düzenli bir şekilde divan defterlerine kaydedilmesi kararı almıştır. Hz. Ömer bu karaları valilerine bildirmiş ve onların da vilayetlerinde böyle yapmalarını istemiştir. Hz. Ömer’in kurduğu bu divanı, Mısır, Suriye ve Irak’ta İslâm öncesinden var olan Bizans ve Sâsânîlerin vergi toplamak için kurmuş oldukları “divânü’l-harâc”lar ile karıştırılmamalıdır. Bunlar ayrı ayrı kurumlardır.
Hz. Ömer’in sahabe ile görüşmeleri sırasında Velid b. Hişam, Suriye’deki Bizans divan ve ordu teşkilâtı hakkında, Firûzan da Sasânî divanları hakkında bilgiler vermişlerdi. Bu bilgilerden hareketle Hz. Ömer’in kurduğu divan teşkilâtının kaynağını Bizans’a veya Suriye’ye bağlayan görüşler ileri sürülmüştür. Gerek divanın kuruluşunu ihtiyaç haline getiren şartlara ve amaçlara, gerek kuruluş aşamasında ileri sürülenlere gerekse daha sonraki işleyiş şekline dikkatle bakıldığında bu kurumun kaynağının Bizans’a ya da Suriye’ye bağlanmasının doğru olmayacağı ortaya çıkmaktadır. Hz. Ömer bu kurumu, Müslümanların ihtiyaçlarını karşılaması için İslâmî esaslardan kaynaklanan değerleri göz önüne alarak kurmuştur. “Bu tarihin en orijinal müesseselerinden biridir.” (Fayda, 2006, s. 262)
Divanların Tarihî Serüveni
Emeviler ve Abbasiler Dönemi
Hz. Ömer’in kurmuş olduğu divan teşkilâtı, kısa sürede devlet idaresinde ve Müslümanların hayatında hem merkezde hem de eyaletlerde yaygın ve önemli bir kurum haline gelmiştir. Kurumun işlevselliği ve önemi Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de aynı şekilde devam ettirilmiştir. Ülkenin idarî, siyasî ve ekonomik gelişmesine paralel olarak artış göstermiş olan divan, gerek sayı gerekse divan üyelerinin görev ve nitelikleri bakımından Emeviler döneminde büyük bir gelişme göstermiştir.
İlk Emevi halifesi Muaviye b Ebi Süfyan zamanında (661-680) “Divânu’l-Atâ” ile yetinilmeyip divan sayıları artırılmış ve görev alanları yeniden düzenlenmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Divânu’l-Harâc: Şam’da merkezî divan konumunda idi. Toprak vergilerinin takdiri ve toplanmasıyla ilgili işleri yürütmekteydi.
Divânu’r-Resâil: Devlet başkanının bütün resmî haberleşmelerini yürütüyordu.
Divânu’l-Hâtem: Resmî yazışmaların mühürlenmesi ve birer nüshasının arşivlenmesi işlerini yürütmekle görevli idi.
Divânu’l-Berîd: Posta işlerini yerine getirmekle görevli idi. Bu divan daha sonra Abdü’l-Melik b. Mervan tarafından yeniden düzenlenmiştir.
Divânu’l-Cünd: Belli aralıklarla nüfus sayımlarını yapmakla görevli idi. Divânu’n-Nafakât: Hazine masraflarının hesabını tutmakla görevli idi. Divânu’s-Sadakât: Zekat ve öşür işlerini yürütmekle görevli idi.
Divânu’l-Müstegallât: Devlete ait taşınmazların halka kiralama işlerini yürütüyordu. Divânu’t-Tıraz: Sancaklar, bayraklar ve resmî elbiseler yapım işleriyle görevli idi.
Merkezin dışındaki her bölgede bunlardan, harâç, resâil ve cünd divanlarına sahipti. Di- ğerleri ihtiyaca göre kuruluyordu. Medine’de ve diğer bölgelerde Hz. Ömer’in kurdurduğu divanın dili Arapça idi, defterler Arapça olarak tutuluyordu. Ancak Mısır, Suriye ve Irak’ta olan Bizans ve Sasânîlerin vergi toplamak için kurmuş oldukları “divânü’l-harâc”ların defterleri kendi bölgelerinin dillerinde yani Irak’ta Pehlevîce, Suriye’de Rumca ve Mısır’da Rumca ve Kıptîce tutuluyordu. Abdü’l-Melik 700 yılında bütün divan defterlerinin Arapça tutulması ve tarih belirtmelerin kamerî takvime göre verilmesi esasını getirdi. Böylece Emeviler döneminde divanlarda dil birliği sağlanmış oldu.
Abbasiler dönemi, başlangıçta Emevi müesseselerini aynen devam ettirmiş görünmekle birlikte divan kurumuna birtakım yenilikler de getirmişlerdir. Emevilerde bulunan divanlara Abbasilerin ilave ettiği divanları şöyle sıralayabiliriz:
Divânü’t-Tevki’: Resâil divanı ile görevleri hemen hemen aynıdır.
Divânü’l-Mezâlim: Üst düzey bürokratlarla ilgili şikâyetlere bakar. Günümüzdeki temyiz mahkemeleri gibidir.
Divânü’l-Ezimme: Devlet gelir-giderlerinin teftiş görevini yürütür. Divânü’l-Müsâdere: Devletin el koyduğu malları yöneten divandır. Divânü’l-Ceyş: Devletin askerî işlerine bakmakla görevlidir.
Divânü’d-Dıyâ’: Devlet arazilerinden şahıslara verilen arazilerin öşrünü toplardı.
Divânü Beytilmâl: Devlet hazinesinin idaresiyle ilgili hukukî kurumdur. “Hazineye giren ve çıkan malların, yapılan harcamaların hesabını yapmak ve tutanakları incelemekle görevlidir.” (Aykaç, 1997, 163)
Büveyhilerde, Fâtımilerde, Eyyûbilerde ve Memlüklerde adları ve yer yer görev alanları kısmî değişikliklere uğramış olmakla beraber devlet idarelerinde bu divanlar varlıkları- nı devam ettirmişlerdir.
Selçuklular Dönemi
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinde devlet ve hükümet teşkilâtları temel kurumları itibariyle birbirinden çok fazla farklı değildi. Bu sebeple burada Selçuklu ile her iki Selçuklu devletini de kastediyoruz. Selçuklularda divan teşkilâtının başında bü- tün devlet işlerinin yürütüldüğü “Büyük Divan” veya “Divân-ı ‘lâ” vardı. Buna “divân-ı vezâret” de denirdi. Bu Büyük Divan’a bağlı olarak dört büyük divan daha vardı:
Divân-ı İnşâ: Buna “divân-ı tuğrâ” da denirdi. Devletin haberleşme sistemini yürütürdü. Memur tayinlerine ve iktâlara vesikalar verirdi.
Divân-ı İstifâ: Devletin mâli işlerini yürütmekle görevli idi. Divân-ı İşraf: Mâli ve idari işleri teftiş etmekle görevliydi. Divân-ı Arz: Askerî işleri yürütmekle görevli idi.
Ayrıca, Büyük Divan’a bağlı bulunmayan, “Divân-ı Berîd” adında devletin posta işlerini yürütmekle görevli bir divan daha vardı. İlhanlılar, Gazneliler ve Anadolu Beylikleri gibi diğer Müslüman Türk devletlerinde farklı adlar altında divanlar devlet idaresinde gö- revlerini yerine getirmişlerdir.
Osmanlı Dönemi ve Divân-ı Hümâyun
Bazı devlet kurumları başta olmak üzere birçok konuda Selçuklulara ve Abbasilere miras- çı olan Osmanlılarda divan teşkilâtı değişik isim ve şekillerde devlet idaresindeki görevine etkili bir şekilde devam etmiştir. Divan teşkilâtının Osmanlılarda daha başlangıçtan itibaren yani Osman Gazi ile birlikte var olduğu söylenmekle birlikte kurum olarak Orhan Bey zamanında başladığı daha yaygın ve tereddütsüzdür. Selçuklulardaki büyük divan’ın yerini Osmanlılarda bir anlamda “Divân-ı Hümâyun” almıştır. Divân-ı Hümâyun’a geçiş II. Murad döneminde başlayan ve Fatih döneminde tamamlanan bir süreçte gerçekleşmiştir. Divân-ı Hümâyun: Fatih dönemine kadar hükümdarın, sonraları vezir-i âzamın baş- kanlığında toplanarak devlet işlerine bakan ve padişah adına karar veren divan kuruludur. Fatih İstanbul’un fethinden sonra bu divana padişahın başkanlık etme geleneğini kaldırmıştır. Divan-ı Hümâyun’da padişah, vezir-i âzam ve diğer vezirler, kadıaskerler, defterdarlar, nişancı, Rumeli Beylerbeyi, Yeniçeri Ağası ve Kaptan Paşa da bulunurdu. Vezirlik rütbesine yükseldikten sonra Yeniçeri Ağası ve Kaptan Paşa divanın aslî üyesi olurlardı. Divan üyesi olmamakla birlikte Şeyhülislâm, her zaman ve kimseye haber verme ihtiyacı duymadan divan müzakerelerine iştirak edebilirdi, ancak oy hakkı yoktu. Divan, hergün sabah erkenden namazdan sonra padişahın huzurunda toplanarak gerek devlete, gerek halka ait askerî, malî, idarî, hukukî ve örfi işler hakkında kararlar verirdi. Divân-ı Hümâyundan çıkan kararlara “hüküm” adı verilmiştir.
Divan-ı Hümâyun toplantıları, XV. asır ortalarından sonra cumartesi, pazar, pazard - tesi ve salı günleri olmak üzere haftada dört gün ve Padişah nerede ise yapılmıştır. XVIII. asır ortalarına kadar bu sûretle devam eden Divân-ı Hümâyun, Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlığı sırasında etkinliğini kaybetmiş ve divan toplantıları terk edilmeye başlanmıştır. Sultan II. Mahmud döneminde 1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılması “Divân-ı Hümâyun”un işlevinin de sonu oldu ve “Meclis-i Vükelâ” veya “Meclis-i Has” adıyla kabine sistemine geçildi. Bununla beraber varlığını, tamamen sembolik de olsa, devletin yıkılışına kadar sürdürdü. Osmanlı Devleti’nde Divân-ı Hümâyun’dan başka üç önemli divan daha vardı:
Divân-ı Âsafi (İkindi Divanı): Sadrazam başkanlığında toplandığı için bu adı alan divan, XVII. asırdan sonra önem kazandı. Sadrazam konağında ikindi namazından sonra toplandığı için “İkindi Divanı” diye de adlandırıldı.
Ayak Divanı: Çok önemli, acil veya fevkalâde haller dolayısıyla ya da padişahın isteği ile kurulan divandır. Bu divanda padişahtan başka herkes ayakta durduğu için bu adı almıştır. Ayak divanı, padişahların mühim saydıkları bir iş veya şüphe ettikleri bir yolsuzluk sebebi ile ya da askerin isyanı veya halkın şikâyeti üzerine toplanırdı.
Galabe Divanı: Elçi kabulu dolayısıyla yapılan divanlara “Galebe Divanı” adı verilir. Galebe divanı, özellikle yabancı elçilere karşı bir imaj gösterisi amacı taşıdığı için daha gösterişli olurdu.
Cuma Divanı: Sadrazamın cuma sabahları çeşitli şer’î ve örfî davalara bakmak için Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ile birlikte yaptıkları divandır. Sadrazamın topladığı bir diğer günlük divan da Çarşamba divanıdır.
Avcı, C. (1998). “Hilâfet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, İstanbul.Aykaç, M. (2006). Abbâsi Devleti’nin İlk Dönemi İdarî Teşkilâtında Dîvanlar (132-232/750-847), Ankara.Câbirî, M. A. (1997). İslâm’da Siyasal Akıl, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul.Cahşiyârî, E.A. (1980). Kitâbü’l-Vüzerâ ve’l-Küttâb, Kahire.Cevdet Paşa. ( 1986). Tezâkir, Yayınlayan: Cavid Baysun, Ankara.Fayda, M. (2006). Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul.Fârûkî, İ. R. - Fârûkî, L. L. (1997). İslâm Kültür Atlası, Çeviri: M.Okan Kibaroğlu - Z. Kibaroğlu, İstanbul.Feridun Bey. (1274). Münşeât, İstanbul.Görener, İ. (2010/1). “Ademin Cennetten Yeryüzüne İnişi”, Bilimname, XVIII, Kayseri.İbn Hişam. (tarihsiz). es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut.İbn Kesir. (2007). el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut.İbn Kuteybe. (1971). el-İmâme ve’s-Siyâse, Beyrut.İbn Sa’d. (2001). Kitâbü’t-Tabâkâti’l Kebîr, Kahire.İbnü’l-Esir. (2007). el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut.İpşirli, M. (1994). Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, İstanbul.Kazıcı, Z. (1999). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul.Kemal Paşa-zâde (İbn Kemal). (1996). Tevârih-i Âl-i Osman X. Defter, haz. Şefaettin Severcan, Ankara.Lütfü Paşa, Halâsü’l-Ümme fî Ma’rifeti’l-Eimme, M.Ü.İ.F. Kütüphanesi No: 17723.Mâverdî. (1978). Kavânînü’l-Vizâret min Turâsi’l-Fikri’sSiyâsiyyi’l-İslâmî, yay. Fuad A. Ahmed, Muhammed S. Davud, İskenderiye.Mez, A. (2000). Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti İslâm’ın Rönesansı, çev. S. Şaban, İstanbul.Özcan, A. (1998) “Hilâfet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c, 17, İstanbul.Pazarbaşı, E. (2003/1). “Kur’ân’a Göre Halifelik ve Toplumsal Süreklilik”, Bilimname, I, Kayseri.Severcan, Ş. (1995). Necmeddin Dâye’nin Siyasetnamesi, Kayseri.Severcan, Ş. (2005). “Kemal Paşa Zade’ye Göre Osmanlı Devletinin Kuruluşu ve Kısa Zamanda Gelişmesinin Sebepleri, Baltam, Prizen.Taberî. (1987). Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut.Yâkubî. (1970). Târîhu’l-Yâkubî, Beyrut.
İslâmMedeniyetinde Sosyal Dayanışma ve Vakıflar
İslâm medeniyeti, kurulduğu, yayıldığı ve korunduğu asırlarda ve topraklarda; tek Allah inancı, gerçek insan anlayışı, ilim, fikir, iyilik, güzellik, temizlik, çalışma, adalet ve sevgi gibi insanı yakından ilgilendiren temel unsurlara dayanmıştır. Allah’ın insan için koydu- ğu ilâhi kanun ve prensipler araştırılınca insan kavramının her şeyin üstünde tutulduğu gerçeği ortaya çıkar. Zira İslâm dini bir veya birkaç kavme değil, bütün insanlığa hitap etmektedir. Çünkü insana bakış; onun yaratılmışlar arasında en güzel biçimde olduğu ve bilmediğinin öğretildiği, başka insanlara boyun eğmemesi, yalnız Allah’a kulluk etmesi gerektiği, aksi halde hüsrana uğrayacağı noktasındadır. Şu halde İslâm medeniyetinin insana verdiği değer insanın insanca nasıl yaşaması gerektiğini bilmekle ortaya çıkar.
Müslüman olan milletlerin hemen hepsinde İslâm medeniyeti köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Özellikle İslâm imanı çeşitli milletlerin medenî hayatında büyük inkılâp yapmış, sosyal hayatı değiştirmiştir. Çok sayıda insanları cami ve medrese çevrelerinde, şehirlerde toplamış; onların medreseleri ve kütüphaneleri ile meşhur kültür ve medeniyet merkezleri kurmalarına vesile olmuştur. Hatta uzun ömürlü, yüzyıllar boyu kalan ve nesillerden nesillere geçen müesseselerin kurulması, yaşatılması ve yükselmeleri de böylece mümkün olabilmiştir.
Fakirlere, dullara, öksüzlere, borçlulara para yardımı yapmak, öğrencilere elbise ve yemek vermek, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak gibi her günün ihtiyaçlarının yanısıra efendileri azarlamasın diye kâse, bardak gibi kapkacak kıran hizmetçilere verilmek üzere para vakfı yapan hayırsever, insanlık duygusu canlı kişiler vardır. Söz gelimi, Osmanlılar döneminde Selçuk Hatun adında bir hayırsever, bıraktığı vakıf bahçe ve tarlaya her yıl muhtelif cinsten yüz meyva ağacı dikilmesini şart etmiştir. Öte yandan Abdullah oğlu Hacı İbrahim de, Yeni Cami’de duran leylekler için, yılda yüz kuruş yem parası vakıf etmiştir.
İSLÂM’DA SOSYAL DAYANIŞMA ANLAYIŞI
İnsanlar, hangi inanç sistemine bağlı olurlarsa olsunlar toplum içinde yaşamak zorundadırlar. Toplumlar, insanların sığınaklarıdır. Bu sığınaklar, ana kucağından başlayarak, insanın büyüyüp gelişmesi için gerekli ortamın hazırlandığı aile ocaklarından oluşur. Aile yuvaları, insanca yaşamanın öğretildiği, ferdin hayata hazırlandığı ocaklardır, okullardır. Onun içindir ki, İslâmiyet, aile kurumuna çok önem vermiştir.
İnsanca yaşayabilmek, sağlıklı bir toplumun oluşması ile mümkün olduğu için insana değer veren İslâmiyet, onu, kul olmaları bakımından hür ve eşit olarak yaratan Allah’tan başkasına kulluk yapmamaya çağırmıştır. Böylece, diğer insanların zulmünden ve fenalıklarından korumak suretiyle de insanın şahsiyetini korumaya çalışmıştır. Hatta kim olursa olsun, insanın, içinde bulunduğu toplumda lâyık olduğu yere ulaşması yolunda hiçbir engel tanımamıştır. Zira İslâm’da insanların haklarına riayet edilmesi istenir.
Karşılıklı haklara riayet esas olduğuna göre, insanların hak ve hukuka uymaları sosyal adaleti de beraberinde getirir. Toplumun bütün müesseselerinde insanların haklarına riayet gerçekleştirildiğinde de, insanlar arasındaki sosyal dayanışma sağlanmakla kalmaz, aynı zamanda sınıflar arasındaki sevgi ve saygıya dayanan sosyal dengenin kurulması da mümkün olur.
Allah, adaleti, iyiliğin her türlüsünü ve yakınlarından başlamak üzere bütün topluma, hatta insanlığa yardım etmeyi emreder. Zinayı, kötülüğün her türlüsünü ve zulmü yasaklar. Bu emir ve yasaklar genelleştirilirse, sosyal dayanışmayı gerçekleştiren bütün unsurlar olarak karşımıza çıkarlar. Bütün insanları kardeş sayan İslâm dini, onların arasında her türlü kötülük ve çirkinliği kaldırıp iyilik ve güzelliği yaygın hale getirmek suretiyle Müslüman olmasalar bile, bu toplumun üyesi olarak sosyal barış ve huzur ortamı içinde yaşayarak, insanca yaşayışı onlarla birlikte paylaşmak isteyenlerin sayısını artırmayı hedef alır.
İslâm hukukunda vakıf, “Menfâatı ibâdullaha (kullara) ait olmak üzere bir aynı (vakfolunan malı) Cenab-ı Hakk’ın mülkü hükmünde olarak temlik ve temellükten (sahiplenmekten) ile’l-ebed habsetmektir” şeklinde tarif edilmektedir.
İslâm inancına göre, Allah’ın sünneti değiştirilemez. Öyleyse, bütün insanlar mutlak olarak dünyada yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Hesap gününden kurtuluş yoktur. İnsanlar, mal ve evlât gibi dünyada sahip oldukları her şeyden sorumludurlar. Bu sorumluluklar, insanların sorumsuzca davranmamalarını temin etmek için konmuştur. Zira insan, her şeyi dilediği gibi yapamaz. İçinde yaşadığı topluma ve toplumu oluşturan fertlere yapması gereken görevlerini yapmazsa, tıpkı bir binanın tuğlalarının fonksiyonunu tam anlamıyla yapamadığı zamanda binanın çökmesine kadar varabilecek durumlarda olduğu gibi, o toplumun çözülüp yıkılarak felâkete sürüklenmesine yol açan âkibetine sebep olur.
Toplumu bir bütün olarak kabul eden İslâm, bu bütünlüğü sevgi, acıma, şefkat ve merhamet gibi insanî duygularla sağlayarak toplumun bütününe bu dayanışma, kaynaşma ruhunu yaygınlaştırıp bütün insanlığın lâyık oldukları ölçüde ve aynı seviyede yararlanmaları için gerekli tedbirlerin alınması yolunda da emir ve hükümler koymuştur. Özellikle Müslüman-Türk toplumlarında insanca yaşamanın ortamı hazırlanarak, sağlıklı bir toplumun oluşması için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Böylece insanın, kadın-erkek, müslim-gayrimüslim ayrımı yapılmaksızın mutlu olmasına mani olan engellerin, önce devlet eliyle, sonra da devlete destek olarak fertlerin yardımlarıyla ortadan kaldırılmasına çalışılmış ve sosyal adalete dayalı olarak sosyal dayanışmayı kuran gelişmiş bir toplumun doğmasına imkân hazırlanmıştır. Bu imkânı hazırlayan müesseselerin en kalıcı olanları şüphesiz dinî emir ve kuralların uygulanması sonucu tesis olunmuştur.
Sosyal Dayanışmada Aile ve Toplum
Bu tür müesseselerin başında aile müessesesi gelir. Aile kurumu, bilindiği gibi, toplumun en küçük birimini oluşturur. Bunun ilk yapısı evlilik ile kurulur. Kur’ân evliliği teşvik etmiştir. Çünkü evlilikte eşler arasında karşılıklı yakınlık ve ülfet vardır. Aralarında sevgi ve hürmet duyguları ile birbirlerine karşı bağlılık vardır. Bu bağlılık, ailenin bütün fertlerini her türlü kötülükten koruyacak ölçüde sağlam bir yapıya sahiptir. Çünkü fertler birbirlerine karşı göz nuru derecesinde bağlıdırlar. Böylece sevgi, saygı ve bağlılık üzerine kurulu aile müessesesinin nikâh, mehir, miras ve nafaka gibi hukukî bağları bulunduğunu görmek, bu müessesenin sağlam temellere oturduğunu anlamamıza kâfidir.
İslâm toplumunun en sağlam müessesesi olan aile ocağını yalnız ana- baba veya karı- kocadan ibaret saymamak gerekir. Bunlara, ailenin diğer fertlerini de ilâve ederek onların da sosyal haklarının teminat altına alınarak ana ve babaya iyi davranılmasını emreden Kur’ân; küçükken çocukların güzelce eğitilip büyütülmesi gerektiğini ve her türlü kötü- lükten korunarak onların maddî ve manevî bilgilerle yetiştirilerek toplumun yararlı bir üyesi olmalarının sağlanması hususuna dikkat çeker. Ayrıca yine Kur’ân “âdaleti, iyiliği özellikle akrabaya muhtaç oldukları şeyler” ile hısım akrabaya haklarını vermeyi emreder.
Bu çemberi toplumun diğer kesimlerine de yaygınlaştıran İslâm, insanın en yakınından başlayarak bütün insanların birbirleri ile yardımlaşması yolunda hükümler getirir:
“Allah’a ibadet edildikten hemen sonra, anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve emrinizde çalışanlara iyilik edilmesini” emreden Kur’ân, böylece bütün toplumun dayanışması yolunda müminleri uyarmaktadır.
Komşusu aç iken tok yatan kişinin, bunu bile bile yapması durumunda, müminliğin niteliklerinden uzak bir davranış içinde bulunacağını belirten İslâm Peygamberi, Müslümanların, kendisi için arzu ettiğini başkaları hakkında da arzu etmesi, kendisinin hoşlanmayacağı bir şey hakkında diğer insanlar için de razı olmaması gerektiği prensibini koymuş, böylece toplumun huzur ve barışını temin eden çok önemli bir ölçüyü hayata geçirmiştir. Nitekim İslâm tarihinde Müslümanların bu ölçüye uygun davranışlar içinde bulunduklarını görüyoruz.
Hz. Peygamber ile birlikte Medine’ye hicret eden Müslümanlarla, Medine’nin yerli Müslümanları kardeş ilân edilmişlerdi. Bu kardeşlik evsiz, yurtsuz Medine’ye gelenlerin başlarını sokup barınacak bir yer bulmalarını sağlamak içindi. Kardeş olan bu Müslümanlar kendi aralarında mallarını ve kazançlarını paylaşmak suretiyle geçimlerini sürdürüyorlardı. Bu durum, Medine’ye hicret edenlerin ev ve iş sahibi olmalarına kadar sürmüştür.
İslâm ilk andan itibaren ırk, renk, memleket ve dil farklarını, mü’minleri kardeş sayarak kaldırıp, bunlar arasında dostluk kurarak, barış halinde bulunmaları düstûrunu getirmiş olmakla insana verdiği değeri ortaya koyar. İslâm ferdî hak ve hürriyetleri güven altına alan bir birlik ve hareket dinidir ve aynı zamanda kollektif refahı sağlar. Bunu sağlarken iktisadî bakımdan da ahlâkî yönden de kendisine insanı esas unsur olarak alan İslâm dini, şahsiyete değer verir ve onu bütün gayret ve gücüyle Allah’ın ve insanlığın hizmetine girmeye hazırlar. O’nun yarattığı dünyada insanlar, sosyal seviyelerine, renklerine, sınıflarına veya kazançlarına göre değil, yaşayış ve inanış tarzlarına göre değerlenir ve bir mana kazanırlar.
Ferde, özel mülkiyet, miras mülkiyeti, serbest teşebbüs, meşru kazanç hürriyeti ve di- ğer hakları tanıyan İslâmiyet; bunun yanında, insanların hak ve menfaatlerini düzenleyip, milletin muhtaç olduğu refahı, huzur ve sukûnu sağlayabilecek bir teşkilât olan devletin kurulmasına da önem verir. Böylece insan cemiyetle bütünleşir. İçinde bulunduğu toplumun devamı için gerekli olan iktisadî ve kültürel sahalarda olduğu gibi ahlâkî ve hukukî alanlarda da gelişmeleri temin edecek müesseseleri kurup geliştirir ve yaşatır.
Bu müesseseler sayesinde, toplumun işleyen düzeni içinde “kötülüklerden nehyedip iyilikle emretme” düsturuna bağlı olarak fertler; kendilerinden, başkalarından ve geleceklerinden bütün maddî ve manevî yönleri ile emin olarak güvenli bir ortama kavuşacak ve faziletli bir cemiyetin oluşmasına imkân hazırlayacaklardır. Belirtildiği gibi, böyle bir cemiyetin oluşmasında asıl unsur, insandır. İnsan, şahsiyetini koruduğu ve insanca ya- şamayı arzu ettiği sürece yaratanın koyduğu düsturlarla meydana getirdiği müesseselere yenilerini eklemek suretiyle, sosyal yaşayışında adalet ilkelerine uyarak oluşturduğu bü- tünlük, aynı zamanda sosyal dayanışmasını da mümkün kılacaktır
Sosyal Dayanışmada Zekât ve Sadaka
Bilindiği gibi zekât malî bir ibadettir. İslâm yapısının beş temelinden biridir. Zekât; akıllı, buluğa varmış ve hür olup nisab mikdarından fazla mala sahip olan her Müslümana farzdır. Zekâtın farziyeti İslâm’ın ana delilleriyle sabittir. Kur’ân-ı Kerim’de yirmi sekiz yerde zekât kelimesi müstakil olarak, altı ayette de namazla birlikte; “Namazı kılın, zekâtı verin” tarzında yer almaktadır. Namaz ve oruç, her Müslümana farz olan bedenî ve ruhî ibadetlerdendir. Zekât ise nisaba malik olan Müslümanlar üzerinde malî bir vecibedir. Yerine getirilmesi gerekli bir ibadettir. Yerine getirilmediğinde büyük günah, inkâr edildiğinde ise, İslâm’dan çıkmış saydıracak kadar önem taşıyan bir tür ruhî vergidir.
Kur’ân-ı Kerim’de “Zekâtlar; Allah’tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalpleri müslümanlara ısındırı-lacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarfedilir. Allah bilendir, hakimdîr”
(Tevbe, 9/60) buyurmaktadır. Bu ayetten anlaşıldığına göre, zekât almaya hakkı olanların başında; 1. Fakir ve yoksullar, 2. Düşkünler, 3. Daha sonra, âmiller (zekât işlerinde çalı- şan ve çalıştırılanlar), 4. Müellefe-i kulûb (kalpleri müslümanlığa ısındırılacaklar) geliyor, 5. Ayrıca kölelikten kurtulacaklar, 6. Borçtan kurtulacaklar, 7. Allah yolunda çalışmakta olanlar ve 8. Yolda kalanlar da zekât almayı hak edenler arasındadır. Meâlini zikrettiğimiz ayetin Medine’de nazil olduğu dikkate alınırsa, zekâtın hicretten sonra farz kılındığı anlaşılır. Acaba, daha önceki peygamberlerin vahiylerinde ve Hz. Peygamber’in Mekke’deki hayatında benzeri uygulamalar yok muydu?
Zekât almaya hakkı olanlar kimlerdir?
Öncelikle zekâtta hakkı olanlar, Kur’ân tâbiri ile fukara yani fakirler ve mesâkin yani yoksullardır. Bunlardan fakirler; ihtiyaç sahibi olup istemekten çekinen, hasta olan, bir ülkeden başka bir ülkeye hicret eden veya hiçbir şeyi bulunmayan yahut da nisaba malik olmayan yoksul kimseler olarak kabul edilmişlerdir. Miskinler ise zillet içinde dilenen ve sağlıklı olsa da ihtiyaç içinde kıvranan, çalışmaya gücü yettiği halde nisab miktarından az, fakat kendine yetmeyecek kadar varlığı bulunanlar veya fakirin aksine hiç bir şeyi bulunmayanlar yahut da gayrimüslim olan fakirlerdir.
Ayetteki sırasına göre zekâtlardan hak alabilecek sınıflardan âmilleri; zekât toplamak üzere görevlendirilen tahsildarlar yanında, toplanan zekâtın muhasebesini yapan, teftiş işlerini yürüten ve bunların harcamasını, kontrolünü ve veznedarlığını yapan memurlar olarak da anlamak mümkündür.
Zekâttan hisse ayrılarak kendilerine pay verileceklerden bir grup da “müellefetü’lkulûb”dur. Bu kavramın daha iyi anlaşılması için biraz açmakta yarar vardır:
a) Müslüman olmadığı halde, Müslümanlığa meyilleri ve İslâmiyet’i kabulleri umulan ya da Müslümanlara eza ve cefa etmelerinden korkulup yapacakları eziyet ve kötülüklerin önlenmesi düşünülen kişiler bu kapsama girer. Böylece Müslüman olmayanlara karşı Müslümanların güçlenmesine katkısı bulunacak olanların kaplerinin kazanılarak İslâm’a ısındırılmaları düşünülenler bu grubun birinci sınıfını teşkil eder.
b) (1) Kalplerindeki imân tam anlamıyla yerleşmemiş imanı zayıf kişiler, (2) Herhangi bir kabilenin ileri gelenlerinden Müslüman olup da Müslüman olmayan dostları ile kendi kabileleri içindeki nüfuz sahibi kişilerin İslâmiyet’e rağbetlerini artıracağı umularak, bu kabilenin Müslüman olan büyükleri, (3) Yahudi ve Hıristiyanlardan Müslümanlığı kabul edenlerin hem İslâm’a bağlılıklarını artırmak, hem de diğer Yahudi ve Hıristiyanların ilgilerini çekmek üzere Müslüman olanlar, (4) Ayrıca hudut boylarında ve stratejik ehemmiyeti olan tehlikeli bölgelerde düşman hücumlarına karşı kendilerini savunmak durumunda bulunan Müslümanlar da zekâtın müellefetü’l-kulûb fonundan yararlandırılması gerekenler sı- nıfından kabul edilmişlerdir.
Konumuz bakımından üzerinde durulması gerekli, kendilerine zekâttan bir pay ayrılması emredilen diğer bir sınıf da boyunduruktan, esirlikten yani kölelikten kurtarılacak kimselerdir. Kur’ân’daki “er-Rikâb” kavramını İslâm hukukçuları ve müfessirleri bu manada anlamışlardır.
Zekâttan pay alacak bir diğer sınıf da “el-Gârimîn”dir. Gârim borçlu, ağır borçlara batmış kimse demektir. Borçlular da iki kısımdır; şahsen borçlu olanlar ve toplum yararına borçlananlardır. Sel, yangın ve zelzele gibi tabii âfetlerden zarar görerek veya hiç bir kasdı olmaksızın kaza sonucunda bir kimsenin ölümüne sebep olarak tazminat ödemeye ya da kendi ihtiyaçları için borçlananlar şahsen borçlu olanlardır. Müslümanlar veya gayrimüslimler arasında umumun menfaatini sağlamak, fitneleri yatıştırıp sulh ve sükûnu temin etmek için kefil olan veya tazminatla borçlanarak, borcunu ödedikten sonra da geride nisab miktarı parası artmayan fakir veya zengin Müslümanlar bu sınıftan sayılırlar.
Zekât verilecek sınıfları belirten âyette bildirilen bir diğer sınıfda, Allah yolunda (fî sebîlillâh) olanlardır. Bu terimin hangi sınıf insanları içine aldığı hususunda muhtelif görüşler varsa da, Allah yolunda olanların başında Allah için savaşanlar geldiğinde ittifak vardır.
Zekâttan faydalanabilecek bir diğer sınıf da; “yol oğlu”dur (ibnü’s-sebil). Bu terimin amaçladığı kişiler, yola çıkmış yolcular, seyyah veya turistlerdir. Bunlar, kendi ülkelerinde zengin olsalar bile, yolculukları sırasında fakirleşen garip kimselerdir. Bu gibilere de zekât verilebilir. Şehir, kasaba veya köy gibi belli bir yerleşme bölgesinden gelip geçen bütün yabancılara üç gün müddetle yiyecek-içecek verilmesi, hatta barınması için yatacak yer gösterilmesi bütün Müslüman toplumların âdeti olarak yaygınlaşmıştır. Müslümanlar bu âdeti vakıf olarak, ribat ve kervansaray gibi yolcuların emniyet içinde yollarına devam edebilmeleri için kurulan sağlam ve korunaklı kalelelerle müesseseleştirmişlerdir.
Ayette yer alan ve zekâttan faydalanabilecek sınıflar arasında sayılan zekât toplamakla görevli (âmil) olanlar ve müellefetü’l-kulûb dışında kalan diğer sınıflarda ortak olan özellik onların fakir ve muhtaç olmalarıdır. Kaldı ki, âmillerin yaptıkları iş dolayısiyle müellefetü’lkulûbun da fakirlik ve ihtiyaç içinde olanlara yapabilecekleri ekonomik ve siyasî baskıyı kaldırmak maksadıyla kendilerinden gelebilecek zararı önlemek üzere muhtaç olanlarla ilgili olan harcama kalemleri olduğunu görüyoruz. Zira “Zengine sadaka helâl değil”, “Sadakalar müslümanların fakirlerine mahsus ve münhasırdır”. Zekâttan almaları emredilen sınıfların fakirlikle ve ihtiyaç sahibi olmaları sebebiyle bu farzdan faydalanmaları Allah tarafından emredilmiş bir ibadet olan zekât, devletin toplanmasını ve dağıtılmasını organize edeceği bir vergi durumundadır.
Ziya Kazıcı’nın İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar adlı eserini okumanız faydalı olacaktır.
Bilindiği gibi, müminlerin imanı toplumun yapısı ile de yakından ilgilidir. Öyle ki, dini yalan sayan, aynı zamanda “yetimi şiddetle iter, yoksulu doyurmayı teşvik etmez”. Kur’ân’ın bu ölçüsü; imanın iktisadî adaletle de ilgili olduğu hususunu bizlere düşündürmektedir. Vicdanî yönüyle sosyal hayatı kucaklayan mümin, ibadetiyle de Allah’a kullukta devamlı olarak toplumun hayatiyetine süreklilik kazandırır. Namaz, ferdî bir ibadet olduğu halde cemaatleşmek için bir vesile olmaktadır. Hac ise çok daha büyük bir cemaatin oluşmasını mümkün kılmaktadır. Oruç ise, ferdîlik arzetmesine rağmen, insanların nefislerinin eğitilerek kendinden başkalarını da düşünmelerine imkân sağlamaktadır.
Bu manevî ortamın hazırlanmasında ibadetlerin rolü, aynı zamanda sosyal dayanış- mayı gerçekleştirebilecek nitelik arzetmekle daha da önem kazanmaktadır. Bu cümleden olmak üzere, zengin ile fakir arasındaki diyaloğun kurulmasına yardımcı olan ve bu yolda zengine dinî bir sorumluluk yükleyen İslâmiyet; fakirlik ve yoksulluk gibi toplumların en yaygın hastalıklarını tedavi etmek için birçok müessesenin kurulmasını teşvik etmekle kalmamış, bilakis emretmiştir. Nitekim mâlî bir ibadet olan zekât ve sadakalar bu tür mü- esseseleşmenin en açık örneğini teşkil etmektedirler.
İslâm hukukunda yer alan zekâta ait hükümler, toplumun refahı, özellikle fakir ve muhtaç kesimin durumunu düzeltmek ve ihtiyacını gidermek için toplum yararına şahsî servete müdahale prensibi Kur’ânı Kerîm’de açık olarak ifadesini bulmuştur. Hem sosyal güvenlik, hem de sosyal sigorta denilen müesseselerin her ikisini de içine alan zekât, fertlerin yarınından emin olarak, rahat ve huzur içinde yaşamalarına yardımcı olur. Bir yıl önce zekât verebilecek imkânlara sahip olanların, yoksul bir duruma düşmeleri halinde, kendilerine mutlaka zekât verilmesi gerektiği anlayışını getiren İslâmiyet, bu türlü müesseseler sayesinde, toplum içinde fakirliği ve yoksulluğu yok denecek kadar azaltmayı hatta kaldırmayı hedef almıştır
İşsizliği sosyal problemlerin en zorlusu ve zararlısı olarak kabul eden ve tedavisinde ihmal gösterildiğinde çok acı felaketlerin doğabileceğini bilen İslâm; rızık kazanmak için gayret sarfetmeden oturmayı, çalışmadan eli kolu bağlı durmayı, dilencilik yoluyla topluma yük olmayı kesinlikle benimsememiştir. Aksine, çalışmanın insan için tek çı- kar yol olduğu belirtilirken “iki günü birbirine eşit olan zararda” sayılmıştır. Buna rağmen toplumda muhtaç ve yoksul kesimin bulunabileceği ihtimalinden hareket edilerek sadaka yoluyla, bu durumda olan kimselerin gözetilmesi sağlanırken, bütün müminlerin sadaka vermelerini sağlayan teşvik ve tedbirler getirilmiştir. Bunlardan fıtır sadakası ile ihmal edilen veya yapılamayan ibadetlerin maddî cezası olmak üzere keffaretlerin emredilmiş olması bu çeşit tedbirlere örnek sayılabilir.
Sadakaların yaygınlaştığı toplumlarda, bunlara dayalı olarak yeni yeni müesseselerin doğması mümkün olabilir. Vakıf müessesesi de böylece doğmuştur denilebilir. Her sınıf insanın yararına olmak üzere tahsis olunan vakıflar, aynı zamanda toplumların, muhtaç- larına yönelik olduğu gibi, sosyal güvenlik ve sosyal sigortaları niteliğini taşımaları sebebiyle de dayanışmaya imkân veren müesseselerden biri durumundadır.
Vakıflar niçin ve hangi amaçlarla yapılmışlardır?
İnsanların her türlü münasebet ve alışverişlerinde birbirlerini aldatmamaları gerektiği prensibini koyan İslâm dini, fertleri bu tür hile ve aldatmacalardan koruyucu ahlâkî ve sosyal müesseseler kurulmasına imkân vermek suretiyle toplumda karşılıklı güven ortamının doğmasını sağlamıştır. Köylü veya çiftçilerin imece yolu ile ihtiyaçlarını gidermeleri ve karşılıklı dayanışma örneği vermiş olmaları bu davranışın toplumda müesseseleş- mesini mümkün kılmıştır. Ayrıca, mahalle sakinleriyle bir esnaf veya sanatkâr zümresinin birbirlerine yardım için yekvücut hareket etmeleri böyle toplumlarda sosyal barışın kendiliğinden oluşmasına yol açmıştır. Bunu gerçekleştiren müesseselerin varlığı ise sosyal huzur ve sükunu yaygınlaştırır.
Tarihimizdeki Ahî teşkilatları ile esnaf loncaları bunun çarpıcı örnekleri olarak müstesna yer tutarlar. Görüldüğü gibi, buraya kadar üzerinde durulan prensipler bireysel değil, evrenseldir. Eğer bir toplumun yaşayış ve kültürü böyle prensiplerle zenginleşirse, sadece kendi bünyesinde güçlü olarak kalmaz; aynı zamanda milletlerarası toplumların sosyal barışını düzenleyen bir duruma gelir. İnsanlığa kazandıracağı yeni yeni müesseselerle onların sosyal dayanışmasını gerçekleştirecek bu esasların toplumda kültür haline gelmesi için gerekli ortam, insanlığın özlemi olmaya devam eder.
SOSYAL DAYANIŞMA MÜESSESESİ OLARAK VAKIFLAR
Vakıflar, insanların toplu olarak yaşadıkları köy, kasaba ve şehir gibi yerleşim merkezlerinin kurulup gelişmesinde önemli rol oynayan sosyal müesseselerdir. Bu kurumlar yeni yerleşim merkezlerinin kurularak küçük yerleşme yerlerinin büyüyerek şehirleşmelerine de katkıda bulunmuşlardır.
Vakıf Nedir?
Sözlükte; durdurma, alıkoyma, ayırma, bağlama gibi manalara gelen, vakıf kelimesi ıstı- lahta; “bir malı veya mülkü satılmamak kaydıyla bir hayır işine bağışlama, bırakma” şeklinde ifade bulmaktadır.
İslâm hukukunda vakıf; “Menfaatı ibâdullaha (kullara) ait olmak üzere bir aynı (vakfolunan malı) Cenab-ı Hakk’ın mülkü hükmünde olarak temlîk ve temellükten (sahiplenilmekten) ile’l-ebed habsetmektir” şeklinde tarif edilmektedir. Bu tariften anlaşıldığına göre, bir malın veya mülkün gelirinin tamamen insanların yararına olarak, şahısların sahiplenmesine imkân verilmeksizin tahsis ve hayır işine terkedilmesine vakıf denilmektedir.
Vakıf kelimesinin birçok anIamı vardır. Ancak bizi ilgilendiren tarifi hukûkî tanımı- dır. Vakıf tabiri, aslında “mevkûf ” anlamında kullanılır. Çoğulu “evkâf” ve “vukûf” olarak gelir. Ayrıca vakıf deyimi, “ihtisab, tahbis ve tesbîl” şeklinde de ifade edilmektedir. Vakıf yapan, vakıf kuran kişıye de “vâkıf ” denir. Vakıf, İslâm hukukunda, başlı başına bir konu olarak ele alınmakta olup halen üzerinde durulan, canlılığını koruyan bir müessese olarak değerlendirilmektedir.
Müslüman topluluklarda devlet, memleketin fakirlerinin tümünü gözetmek, yani ihtiyaç içinde bulunanların muhtaç oldukları şeyleri temin etmek zorundadır. Aynı zamanda devlet, iş sahibi olmayanlara yardım elini uzatmak durumundadır. Erkek-kadın, hür-köle, müslim-gayrimüslim olduğuna bakılmaksızın devlet hazinesinden yapılacak harcamalarla savaş esirlerini kurtarmak; sosyal, ekonomik ve siyasî sıkıntılara düşmüş olanlara yardım etmek devletin aslî görevleri arasındadır. Ayrıca dul ve yetimler bu devletin güvenliği altındadır. Okullar, hastahaneler, camiler, belediye ve sosyal hizmetleri yapabilmek için gerekli olan bütün kamu binalarını inşa ettirmek, yabancıların ağırlanması, yolcu ve seyyahların yararlanacakları müesseselerle yol güvenliğinin sağlanması ve yolcular için sağlık tedbirlerinin alınması devletin görevleri arasındadır. Devlet bu görevleri tek başına yüklenmekle beraber İslâm tarihinde, daha toplumun oluşmaya baş- ladığı ilk anlardan itibaren devletin görevlerini hafifletici ve destekleyici müesseseler de ortaya çıkmaya başlamıştır.
İslâm dünyasında en gelişmiş ve yaygınlaşmış olan müesseselerden biri şüphesiz vakıflardır. Günlük hayatla sıkı bir bağlılığı bulunan, sosyal yaşayış üzerinde derin etkiler yapan ve kurucuları tarafından, kendilerine iyi bir gelecek hazırlama, bu dünyada ve ahirette mutluluğa ve refaha kavuşma, mallarını arttırıp çoğaltma, manevî ve sosyal mevkiini yükseltme, adını kendisi öldükten sonra da yaşatma, kıyamet günü için azık hazırlayıp Cehennem azabından korunma, Cennet nimetlerini elde etme ve mümkün olduğu ölçüde Allah’a yaklaşma gibi dinî, psikolojik, sosyolojik ve ekonomik düşünce ve niyetlerle kurulan vakıfların, toplumun sosyal dayanışmasını temin eden kurumlar olduğunda kuşku yoktur.
Çevreye gelen leyleklere yiyecek temininden, mahallede dolaşan köpeklere ekmek dağıtımı- na kadar, insanların dışındaki varlıklar, canlılar için bile vakıf belgelerinde şartlar bulunduğu, fakat daha çok fakir, muhtaç, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere vakıflar tesis edildiğini bilmekteyiz.
Özellikle yoksul ve kimsesizlerin geçimine tahsis edilen vakıfların varlığı, İslâm medeniyetinde insana verilen değeri ortaya koyduğu gibi toplumdaki dengesizlikleri de önlemeye yardımcı oluyordu. Tarihî seyri içinde vakıfların, ne derece yaygın oldukları gö- zönüne alınırsa, iyi işlediği ve bozulmadığı zamanlarda İslâm toplumu içinde bir sosyal denge özelliği taşıdığı muhakkaktır.
Bu durumda vakıflar devlet-halk münasebetleri açısından değerlendirildi-ğinde, Müslü- man Türk toplumunda, halkın devlete olan desteğini hiçbir zorlama olmaksızın yerine getirdiği müesseseler olarak görmekteyiz. Aynı zamanda yalnız devlete desteği bakımından değil, zengin ve hâli vakti yerinde kimselerin halk arasında kazandıkları mevki ve itibarlarını da korumak düşüncesiyle ya da içinde yaşayıp sayesinde zengin oldukları topluma karşı bir vicdan borcunu yerine getirmek niyetiyle bu müesseseleri kurmuş olmaları, toplumda karşılıklı saygı ve sevgi bağlarını güçlendirmiş, insanların birbiri ile kaynaşmalarına da vesile olmuştur.
Böylece toplumun sosyal dayanışması açısından önemli bir fonksiyonu olduğunu gördüğümüz vakıfların, iyi işlediği ve korunduğu zamanlarda insanların hayatta karşılaşabilecekleri maddî ve manevî zorlukların, ızdırap ve sıkıntıların giderilmesi, hayatın güzelleştirilip insan haysiyetinin korunması, sosyal düzenin her türlü tehlike ve sarsıntılardan kurtarılmasına da yardım ettiği görülür. Bu maksat ve gayelerle vakfedilen camiler, mescitler, namazgâhlar, mektep, medrese ve kütüphaneler, dergâh, dârüşşifâ ve hastahaneler, aşevleri, kervansaray, çeşme, kaldırım, su yolu ve tesisleri ile köprüler, kale, ribat ve istihkâmlar, mesireler, dul ve yetim evleri, emzirme ve büyütme yuvaları gibi nice mimarî ve medenî değerleri olan eserler sayesinde toplumlar daha rahat bir hayata ve daha güzel imkânlara kavuşmakta, aynı zamanda memleketin güzelleşip kalkınmasına da katkıda bulunulmaktadır.
Vakıf eserlerinin vakfediliş sebeplerini birkaç noktada toplamak mümkün değildir. Aslında vakfın en yararlı ve hayırlısını, “insanların şiddetle ihtiyaç duydukları şeylerde” olabileceğini kabul eden bir anlayışla, insanlar için daha faydalısını yapmanın hedef alındığı farkedilmektedir. Nitekim Türk-İslâm medeniyetinde yapılan eserler incelendiğinde, insanlara yararlı olan ve ihtiyaç duyulan her hususta vakıfların bulunduğu görülür.
Bu bakımdan, bölgelere ve zamana göre ihtiyaç duyulan hususlar farklılık gösterdi- ğinden, Türk-İslâm tarihinde çok değişik alanlarda vakıflar tesis edildiği anlaşılmaktadır. Çevreye gelen leyleklere yiyecek temininden, mahallede dolaşan köpeklere ekmek dağıtı- mına kadar, insanların dışındaki varlıklar, canlılar için bile vakıf belgelerinde şartlar bulunduğu, fakat daha çok insanların fakir, muhtaç, dul ve yetimlerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere vakıflar tesis edildiğini bilmekteyiz.
Borçluların borçlarını ödeyebilmeleri, esirlerin esaretten kurtarılmaları yanında alış- verişe çıkanların aldatılmasını önlemek üzere çarşı ve pazarlara ölçek ve kantar konulması, evlâtlık ve hizmetkârların azarlanıp dövülmemeleri için kırdıkları kap-kacağın yerine konularak tazmin edilmesi, yoksul kızlara çeyiz verilmesi, düğünlerinin yapılması, çalı- şamayacak kadar yaşlanan veya sakatlanan meslek erbabı ile işçilere fonlar tahsisi, halkın faydalanacağı eserlerin yazdırılması ve hatta cezaevlerindeki mahkûmların birtakım ihtiyaçlarının karşılanmasına kadar birçok maksat ve gaye ile vakıflar tesis olunmuştur.
Vakfın Tarihçesi
Vakıfların kuruluş amaçları itibariyle çok yönlü oluşları gözönüne alınırsa, vakıf eserlerinin çeşitlerinin de ne derece bol ve farklı olduğu ortaya çıkar. Bu itibarla vakıf yapılan eserlerin mahiyetleri; dinî ve ilmî gayeler ile sağlık ve sosyal hedeflere yönelik olmak üzere iki noktada toplanabilir. Biz bu ünitede bu eserlerin vakfiye metinlerine dayanarak birkaç örnekle de olsa bütün İslâm devletlerinde ve topluluklarında görüldüğü şekliyle, özellikle de Osmanlılarda ne tür vakıflar yapıldığını göstermeye çalışacağız.
Vakfın kaynağını en eski devirlere kadar çıkaranlar vardır. Vakfın başlangıcı hakkında tam ve kesin bir tarih göstermeye imkân yoktur. Bazı Müslüman ilim adamlarına göre ilk
6. Ünite - İslâm Medeniyetinde Sosyal Dayanışma ve Vakıflar 107
vakıf İbrahim (as) tarafından Kâbe-i Muazzamanın vakfedilmesiyle başlar. Eski kavimlerde de vakıflar mevcuttu. İskenderiye kütüphanesi, Kudüs havuzları, Zemzem kuyusu, yollar, köprüler, mabetler birer vakıf eseridir. Bütün bunlar bu kurumların gelir ve kazanç- larından halkın tamamının yararlanması için vücuda getirilmiştir.
İmam Şafiî vakfın menşei konusunda: “İslâm’a mahsustur. Cahiliye çağında ev ve arazi olarak vakıf yapıldığı bilinmiyor. Kâbe ile zemzem ku-yusu sevap kazanmak niyeti ile de- ğil, övünmek için muhafaza olunmuştur” demektedir. Buna el-Münâvî, “Kâbe ve zemzem kuyusu Hz İbrahim’in vakfıdır. Zamanımıza kadar gelmiştir. Mısır ve çevresi de Rum kilisesinin vakfı idi” şeklinde karşılık vermektedir. Kettânî, burada şöyle bir yorum yapmaktadır: “İmam Şafiî, cahiliye çağında vakıf yapılmamıştır” demekle geçmiş nebilerin ve ehl-i kitabın vakıf yapmadığını söylememiştir. Onun ifadesinde nisbî bir tahsis söz konusudur”.
Hz. Peygamber sağlığında Fedek, Kureyza, Nadr ve Hayber’deki arazilerinde bulunan hurmalıklarının gelirlerinden hanımlarının nafakası ile işçilerin ücretinden geri kalanları- nın vakıf mahiyetinde olmak üzere tahsis edildiği bilinmektedir. Hz. Ömer’e ait Semğ arazisindeki hurmalık ise İslâm tarihinde vakıf statüsü taşıyan ilk işlem olarak kabul edilmektedir.
Ashabın da Peygamber Efendimizi her konuda olduğu gibi bu hususta da takip ettikleri görülmektedir. Enes b. Malik Medine’deki evini, Zübeyr b. Avvam kızlarından birinin boşanması hâlinde oturması için yine evini; Abdullah b. Ömer de babasından kendisine miras olarak kalan hissesini vakfetmişlerdir. Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin de vakıfları vardır.
Emevi halifeleri zamanında vakıf müesseseleri genişlemiştir. Abbasiler devrinde İslâm toplumunun muhtelif siyasî parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulmasıyla Doğu Müslümanlarının Türk hâkimiyeti altına girmesi vakıf müessesesinin bir kat daha gelişmesine sebep oldu. Selçuklu İmparatorluğu’nun “Fâtımî-Şiî” hareketine karşı takip ettiği sünnilik siyaseti imparatorluğun her tarafında yeniden birçok dinî müesseselerin vücuda gelmesi ve bilhassa çok sayıda medreseler açılması sonucunu doğurdu. XI. ve XII. yüzyılda tarikatların muntazam bir sosyal kuruluş mahiyetini alan tekke ve zaviyelerin birden bire çoğalması yanında imparatorluğun vücuda getirdiği bir yığın dinî ve hayrî kurumlar vakıf sermayesinin büyük oranda artmasına sebep oldu. Büyük bir mâlî güce sahip olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamlarıyla ileri gelenler, büyük vakıflar tesisinde birbirleriyle yarışıyorlardı. Selçuklulardan sonra ortaya çıkan Harzemşahlar, Atabekler, Eyyûbiler, Mısır-Suriye Memlûkleri ve Anadolu Selçuklu sülâleleri hâkim oldukları yerlerde, mâlî güçleri nisbetinde vakıflara önem vermişlerdir.
Moğol prenslerinin İslâmiyet’i kabullerinden sonra tahrip olan şehirlerin kalkınmasıyla birlikte vakıfların da giderek çoğaldıkları bilinmektedir. Gazan, Hudâbende, Ebu Said gibi Müslüman Moğol hükümdarları ve zengin Moğol beyleri muazzam vakıflar kurmuşlar, onların idaresi için de büyük arazi ve emlâk tahsis etmişlerdir. Onları takip ederek Celâyirliler, Timurlular, Akkoyunlular, Saffarîler, Şeybâniler gibi Moğol ve Türk sülâleri zamanında vakfın gelişmesi devam etmiş ve Anadolu Selçuklularının parçalanmasıyla ortaya çıkan küçük beylikler zamanında ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda vakıf kurumları çok büyük önem kazanmışlardır.
Vakıflar ve Vakıf Eserleri
İslâm medeniyeti ve Türk-İslâm medeniyeti tarihinde çok yaygın bir müessese olan vakıfların, ihtiyaç duyulan her alanda tesis edildiklerini görmekteyiz. Vakıfların kuruluş gayeleri itibariyle çok yönlü oluşları gözönüne alınırsa, vakıf eserlerinin çeşitlerinin de ne derece farklı olabilecekleri anlaşılır. Bu itibarla vakıfları dinî ve ilmî, sağlık ve sosyal gayelere yönelik olmak üzere iki ana noktada toplamak mümkündür. Biz bu ünitede, sözkonusu vakıfların, vakıf senedlerine (vakfiye) dayanarak birkaç örnekle de olsa bütün İslâm devletlerinde ve topluluklarında görüldüğü şekliyle özellikle Osmanlılarda ne tür vakıflar kurulduğu ve vakıf eserleri yapıldığına dair örnekler vermeye çalışacağız:
Dinî ve İlmî Amaçlara Yönelik Vakıflar
Dinî ve ilmî amaçlara yönelik vakıflara örnek olmak üzere birkaç vakıf belgesini gözden geçirelim: 1612 yılını taşıyan Mehmed Efendi kızı Fatıma’ya ait bir vakfiyede; Hacı Hüsrev Mektebi’nde okuyan on beş yetim çocuğa “her sene şehr-i Ramazan-ı şerif geldikte leyle-i Kadir’de bir bogası kaftan ve bir kıt’a takke ve bir don ve bir gömlek ve bir pabuç alıverile”denilmekte, bir başka vakfiyede ise Mustafa Çelebi Mektebi’nde okuyan öğrencilere bayramlarda elbise giydirilmesi şart koşulmaktadır.
Bu vakıf belgelerinden bazılarında yalnız öğrencilere değil, okullarda görevli diğer personele de hisse tahsis olduğuna dair ifadelere rastlıyoruz. Mesela, Sultan I. Mahmud’un 4 Aralık 1739 tarihli vakfiyesinde; cami avlusunda yapılan muallimhanede muallim olan kimseye günde 50 akçe ücret, kalfa olan kişiye de günde 20 akçe ücret, hat hocasına günde 10 akçe ücret verilmesi, diğer taraftan mektepte hazır bulunan fakir öğrencilerden kırkı- nın vakıf gelirlerinden yılda birer çift mest pabuç, başlarına birer fes ve birer kuşak alınıp giydirilmesi, kış günlerinde öğrencilerin soğuktan korunması için yeteri kadar kömür alınıp mangalda yakılması, alışılageldiği üzere yılda bir defa mektebin hocası ile birlikte öğrencilerinin yorgunluklarının giderilmesi ve dinlenmelerinin temini için şehir dışına kıra (pikniğe) gittiklerinde yemek ve diğer masraflarının karşılanması amacıyla vakıf gelirinden yeterli miktarda ödenek verilmesinin şart ve tahsis kılındığı yazılıdır.
Eski Matbah-ı Âmire Emiri Hacı Mustafa Ağa’ya ait 3 Haziran 1768 tarihli bir vakfiyede “... ve senevî üç bin akçe sıbyanın teferrüce ihraçları için harç ve sarf olunup eyyâm-ı baharda sıbyan bir mahall-i dil-küşâya ihrâç ve ba’del-istıyâf...” kaydında her yılın bahar günlerinde çocukların temiz hava alıp dinlenmeleri için kırlara götürülmek üzere üç bin akçe tahsis olunduğu yazılmaktadır. Bir başka vakıf belgesinde de vakıf gelirlerinden günde 1,5 akçe ayrılarak, altı çocuğa ders başlayınca birer alfabe alıverilmesinin şart koşulmuş olması dikkat çekici bir husustur.
Vakıf yapılan eserler; dinî ve ilmî gayeler ile sağlık ve sosyal gayelere yönelik olmak üzere iki ana noktada toplanabilir.
Sağlık ve Sosyal Yardım Gayelerine Yönelik Vakıf Eserleri
Toplum halinde yaşayışın gereği olarak ihtiyaç duyulan çeşme, sebil, sarnıç, havuz, kuyu, göl gibi tesisler ile yolların tamir ve düzenlenmeleri için tahsis edilen vakıflar yanında kervansaray, hastane, Müslümanların ölenlerinin defnedilmesi için hazire ve mezarlıklarla zayıf hayvanların otlayıp beslenmeleri için meralar, çayırlar, göç edemeyen kuşlar için yem almak üzere vakıfların yapılmış olması, Müslümanların kalplerindeki cömertliği, inceliği, acıma duygusunu ve yardım hislerinin derecesini göstermektedir.
XI. yüzyılda kaleme alınmış olan ve günümüzde İslâmî Türk edebiyatı mahsullerinin bilinen ilk Türkçe örneği olarak kabul edilen Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacib’dir. Sözkonusu eserinde yer alan, “İnsanlar arasında öğülmeye değer kimdir; cömert öğülmeye değer, hasîs ise söğülmeye değer (1731. beyit)”, “Cömert, cesur, alçak gönüllü, sofrası açık ve soğukkanlı olmalıdır” (2274. beyit) gibi beyitlerle Türkler cömert olmaya teşvik edilmeye çalışılmıştır. Bu anlayış Karahanlılardan Selçuklulara, onlardan da Osmanlılara intikal ederek manevî bir miras olarak günümüze kadar gelmiştir.
İmaret
Bu anlayışla yapılan eserlerin başında imaretler gelmektedir. Devrin üniversite öğrencilerinin de yararlandığı ve yoksullarla yolcuların yemek ihtiyacının temin edildiği ve dar manasıyla “aşevi” demek olan imaret terimi geniş anlamıyla, bir şehrin veya kasabanın nüvesini teşkil eden külliye diyebileceğimiz bu müesseselerin kapsamına giren cami, medrese, bîmârhane, aşevi, tâbhane, mektep, kervansaray, kütüphane, hângâh, arasta, hamam, meşrûta binâlar vs. gibi insanlara faydalı tesisler anlamına gelmektedir. İmaret (külliyenin) kapsamına giren tesislerin azlığı veya çokluğu, vakfın imkânlarına göre değişmektedir.
Birçoğu hâlâ ayakta duran bu müesseselere Anadolu’nun her köşesinde rastlanmaktaydı. Yalnız İstanbul’da XIX. yüzyılın sonlarında yirmiden fazla imaret bulunduğu bilinmektedir. Sadece öğrenci ve memleket fukarasının ihtiyaçlarının temin edildiği yerler olmayan imaretler aynı zamanda ülke dâhilinde birçok kimseye iş bulma imkânlarının da sağlandığı yerlerdi. Meselâ Fatih imarethanesinde nâzırından aşçısına, ekmekçisinden kapıcısına kadar değişik hizmet ve görevleri ifâ eden kırk dört kişiye iş imkânı sağlanmıştı. Bunlar arasında, imaret duvarlarına tebeşir, boya, kömür vs. ile yazı yazıp resim yapan çocukların karalamalarını silmekle görevli “Mâhi’n-Nukûş” (duvar yazılarını temizleyici) gibi ilgi çekici bir görevli de bulunmaktadır.
Dârüşşifâlar
Sağlık kurumlarının İslâm dünyasında çeşitli adlar aldıkları görülmektedir. Bunlar arasında en yaygın olanı dârüşşifâdır. Sağlık yurdu demek olan dârüşşifâdan başka, aynı manada kullanılan diğer isimleri şöyle sıralayabiliriz: Dâru’s-Sıhha, Dâru’l-Âfiye, Dâru’r-Râha, Dâru’t-Tıb, Mâristan, Bîmârhâne, Tâbhâne, Şifâiye vb. Hastaların tedavi edildikleri ilaçların yapıldığı bu yerlere günümüzde hastahane denilmektedir. Bulaşıcı hastalıkları önlemek amacıyla, gelen yolcuların bir müddet şehir halkıyla karışması önlenerek müşahade altına alındıkları yerler için “karantinahane” tabirleri kullanılmıştır.
İslâm dünyasında halk yararına veya vakıf esasına göre kurulan dârüşşifâların yanında sonraları tıp medreseleri de açılmıştır. Abbasiler devrinde başlayan bu kurumların ilk büyük örneğini Tolunoğlu Ahmed’in Mısır’da 875 yılında yaptırdığı dârüşşifâ teş- kil etmektedir. Selçuklular döneminde gelişen bu hastahanelerin en önemlileri Şam’da, Bağdat’ta, Mardin ve Musul’da açılan dârüşşifâlardır. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu’da yapılan önemli dârüşşifâlar arasında Kayseri’de Gevher Nesibe (1206), Sivas’ta İzzeddin Keykâvus Şifahanesi (1217), Divriği’de Turan Melik Dârüşşifâsı (1228), Konya Dârüşşifâsı (1219-1236), Çankırı’da Atabey Cemâleddin Ferruh (1235), Bursa’da Yıldırım (1399), İstanbul’da Fatih (1470), Edirne’de Bayezid (1488), İstanbul’da Haseki Hürrem Sultan (1550), Manisa’da Hafsa Sultan (1538) ve yine İstanbul’da Sultan Ahmed (1617) dârüşşifâları önde gelen hastahanelerdir. Bunların hepsi de vakıf müesseseleridir.
Medreselerin bünyesinde açılan dâruttıblar, tıp tahsili yaptırmakla birlikte devrinin en gelişmiş hastahanelerine de sahip bulunuyorlardı. 1557 tarihli Süleymaniye vakfiyelerinde dârüşşifânın işleyişine dair geniş ve ayrıntılı bilgiye rastlıyoruz.
Hastaların bakımları için bile vakıf tahsis edilen Müslüman Türk toplumunda ızdırap içinde kıvranan insanların dertlerini hafifletmek amacıyla yapılan bu tür vakıf eserlerine dair bilgiler Osmanlı arşivinde bolca yer almaktadır.
Kütahya’da Germiyanoğlu Yakup Çelebi’ye ait 21 Aralık 1886 tarihinde yenilenen vakfiyede “Ve dahi anda kim ki hasta olan olursa ona hekim götüreler, ilaç ettireler ve hekim hakkın vereler. Ve edviye bahâsını (ilaç bedelini) vereler. Ve anda ölen olursa kefin ala, ahsen kılalar” şeklinde şartlar koşulduğu görülmektedir.
Su, Yol ve Diğer Alt Yapı Tesisleri
Su kemerleri ve bentler ile çok uzaklardan su getirerek geniş alanlara yayılan tesisler yapan Müslüman Türkler, çeşmeler ve sebillerle halkın ihtiyacı olan diğer eserleri vakıf olarak tesis etmişlerdir.
Su, İslâm kültüründe önemli bir yer tutar. Sadece temizlik maksadı ile yapılan mimarî eserler yanında, yaz günlerinde soğuk su dağıtılması için çeşitli vakıflar tahsis edilmek suretiyle “su gibi aziz olma” hedefine ulaşılmak istenmiştir. Nitekim Köşk kasabası (Aydın) ahalisinden merhum Hacı Hasan Ağa oğlu Ahmet Ağa’nın Haziran 1759 tarihli vakfiyesi ile aynı kasabadan Hasan Ağa kızı Aynî Hatun’un Temmuz 1797 tarihli vakfiyesinde, yaz mevsiminin yakıcı sıcaklarında kendileri ile akrabaları ve yakınlarının ruhları için kar satın alınarak soğuk su yapılıp sebil olunması ve halka içirilmesi şart koşulmuştur.
Mustafa Ağa oğlu Cihanzâde Hüseyin’in Mart 1816 tarihli vakfiyesinde; Cuma mahallesinde dükkân önünde bulunan Hacı İvazoğlu Sebili’ne yaz boyunca kar temin edilmesi ve vakfın kendi sebili için yine karla soğutulmuş su dağıtılması istenmekte, mevsimin ilk günlerinde ise bal şerbeti dağıtılması için vakıf fonundan tahsisat ayrıldığı belirtilmektedir. Ayrıca, Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın Eylül 1842 tarihli vakfiyesinde, Medine’de hac mevsiminde hacılara ve bütün susamışlara su dağıtılması için yaptırılan sebilde görevlendirileceklerin yapacakları ve dikkat edecekleri hususlardan bahsedilmektedir. Manisa çevresinde de su tesisleri ile sebiller için benzeri vakıfların yapıldığına dair kayıtlar vakıf belgelerinde yer almaktadır.
Su, İslâm kültüründe önemli bir yer tutar. Sadece temizlik maksadı ile yapılan mimari eserler yanında, yaz günlerinde soğuk su dağıtılması için çeşitli vakıflar tahsis edilmiştir.
Mahalle halkının, gelip geçenin su ihtiyacını karşılamak üzere sadece hayır gayesiyle yapılan çeşmelerin mimarî tarz bakımından sade yapıda olanları bulunduğu gibi, İstanbul’daki III. Ahmed, Tophane, Azapkapı ve Üsküdar çeşmeleri gibi âbidevî, kubbeli ve saçaklı olanları da vardır. Türk hamamları, hem mimarî tarzları, hem de fonksiyonları bakımından bütün dünyanın hayranlığını üzerine çekmiştir. Soyunma yeri ve kurulanma ile peştemal değiştirmeye mahsus soğukluğu, yıkanma yeri olan sıcaklığı olmak üzere üç kısımdan oluşan ve kubbeli olarak inşâ edilen hamamlar, Müslüman Türklerin önemli vakıf eserleri arasında yer alırlar.
Yol yapımı için de vakıflardan tahsisatlar ayrılmıştır. İnsan ve hayvanların gelip geçtikleri yolların düzeltilmesi, temizlenmesi ve tamiri de vakıf yoluyla yapılmıştır. Hatta işlek yollarda, konak yerlerinde ve ticarî merkezlerde; yolcuları ve bineklerini barındırmak, kervanlarını dinlendirmek gibi hizmetler için yapılmış olan han ve kervansarayların çoğu vakıf eserleridir.
Uzaktan bakılınca bir kaleyi andıran kervansaraylar, daha önce İslâm dünyasında vakıf ve hayır duygusu ile kurulmuş bulunan ribatların devamı müesseseler olarak kabul edilebilir. Bundan dolayı, Selçuklu devrine ait vakfiye, kitabe ve kroniklerde bunlara, kervansaray ve han tabirlerine eş olarak ribat da denilmektedirler. Ortasında geniş bir avlusu bulunan ve iki katlı müstahkem binalar halinde yapılan kervansaraylar yalnız Müslümanların değil, gayrimüslim olanların ve her millete mensup insanların da yol emniyeti ve huzurunu sağlarlardı. Misafirlerin üç günlük yeme, içme ve yatmaları buradan sağlanırdı.
İSLÂM MEDENİYET TARİHİNDE VAKIFLARIN YERİ VE ÖNEMİ
Medeniyetler, insanlığın muhtaç olduğu müesseselerin varlığı ile yaşamlarını devam ettirirler. İslâm medeniyet tarihinde bu manada kurulan sayısız müesseselerden biri de vakıflardır. Vakıflar, örneklerde görüldüğü gibi, bir malın veya mülkün gelirinin tamamen insanların yararına olarak, kişilerin sahip çıkmalarına imkân bırakmaksızın, hayır işine tahsis olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre; insanlar vakfolunan eserlerden faydalanacaklardır. Faydalanmak için bu eserlere yakın yerlerde bulunacaklardır. Böylece vakıf veya benzeri eserlerin çevresinde iskân sahaları, yerleşme bölgeleri oluşacaktır. Burada toplu yaşamanın gereği olarak insanların birbirlerine yakınlaşmaları, birbirleriyle kaynaşmaları mümkün olacaktır.
Vakıf eserlerden kadın-erkek, zengin-fakir, büyük-küçük; herkes belli ölçüde yararlanabilmektedir. İyi işlediği ve korunduğu devirlerde vakıf eserler muhtaç ve yoksul insanların sığınacakları yuvalar olmuşlardır. Hatta bu vakıflardan Müslüman olmayan, ister
Yahudi, ister Hıristiyan, isterse bir başka dine mensup olan kim olursa olsun her ihtiyaç sahibinin yararlanması için gerekli önlemler alınmıştır. İslâm dünyasında, muhtaç olsun olmasın bütün insanların ihtiyaç duydukları konularda vakıflar tesis etmeleri ve insanların hatta diğer varlıkların bu müesseselerden yararlanmaları vakıf müesseselerine verilen önemi ortaya koyar.
Öncelikle zengin-fakir ayırımı gözetmeksizin insanlığın istifadesine sunulan vakıf eserlerinden çoğunlukla muhtaç olanların faydalandıklarında şüphe yoktur. Nitekim eğitim-öğretim hizmetlerinde, okul öğrencilerinin çeşitli vesilelerle yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak üzere tahsis olunan vakıf eserleri yanında, fakir olup olmadıklarına bakılmaksızın kış mevsimlerinde öğrencilerin soğuktan korunmaları için kömür alınarak gerekli şekilde ısınmalarına imkân hazırlayan vakıflar da tesis olunmuştur. Hatta öğrencileri piknik yerlerine götürerek dinlenmelerini ve eğlenmelerini sağlamak gibi pedegojik maksatlar yanında, okulların ihtiyaçlarını karşılayan, öğretmen ve idarecilerin geçim sıkıntılarını hafifleten vakıf eserlerine de rastlanmaktadır.
İslâm medeniyet tarihinde, bütün varlıklara faydalı olmakla merhametin doruğa çıktığı devirler olmuştur. Bu gaye için meydana getirilen vakıf eserlerinin başında devrin tam teşekküllü hastahaneleri niteliğini taşıyan imaretler aynı zamanda dârüşşifâlar, medreseler, hamamlar ve diğer tesisleriyle bir külliye halinde topluma hizmet vermişlerdir. Bunun yanında, çeşme, sebil, sarnıç, havuz, kuyu, hatta göl gibi tesislerle yolların tamirleri ve düzeltilmeleri maksadıyla toplumun birçok ihtiyacına cevap veren vakıf eserleri gö- rülmektedir. Yolcuların hizmetine açılan kervansarayları da bu arada hatırlamak gerekir.
Ekonomik ve sosyal hayatı düzenleyen müesseselere ocaklık eden vakıf eserler ana kucağı gibi insanları sarmış, dertlilere çare, kimsesizlere sığınak olmuştur. Hayatının baharında olan genç insanların elinden tutulması, kızların çeyizlerinin hazırlanması, erkeklerin meslek sahibi olup dükkân açmaları gibi birçok konuda hizmet gören vakıflar sayesinde insanlar topluma ka-zandırılmışlardır. Bu tür vakıflardan en belirgin olanı esnaflarla mahallenin dayanışmasını ortaya koyan avârız vakıflarıdır.
Başka hangi gaye ile yapılırsa yapılsın, hayır yaparak Allah’ın rızasını kazanma isteği daha ağır basan vakıflar, dünyada canlıları mutlu ve rahat ettirmek gibi yüce bir gayenin gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır. Böylece insanların, birbirlerine sevgi ve saygı bağ- ları ile bağlanmalarına, karşılıklı yardımlaşmalarına vesile olan vakıflar; netice itibariyle, sosyal dayanışmayı meydana getiren çok önemli müesseseler olarak tarihimizde lâyık oldukları yeri almaya hak kazanmışlardır. Bu tür müesseselerin geçmişle gelecek arasında köprü vazifesini ifâ ettikleri de şüphe götürmez bir hakikattir.
Bugün bireysel çıkarlarını ön planda tutan insanlarımız, aralarında sosyal dayanışmayı bu derecede güzel bir şekilde gerçekleştirebilecek müesseselere ne kadar da muhtaçtır? Sosyal hayatın geniş kitleyi oluşturan esnaf teşkilâtlarındaki sosyal dayanışmanın millî kültür motiflerine uygun olarak nasıl gerçekleştirildiğine dair görülen örnekler modern dünyamıza ışık tutacak niteliktedir.
Vakıfların geçmiş hayatımızın bütününü nasıl kapsadığını gösteren Esat Arsevük’ün şu ifadeleriyle konumuzu sonlandıralım: “Osmanlı İmparatorluğu devrinde pek büyük bir inkişâfa mazhar vakıflar sayesinde bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu sûretle beşerî hayatın bütün icaplarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla temine pekâlâ imkân vardı.”
Akgündüz, A. (1996). İsIâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikâtında Vakıf Müessesesi, İstanbul.Ateş, İ. (1982). “Hayri ve Sosyal Hizmetler Açısından Vakıflar”, Vakıflar Dergisi, sy. XV, Ankara.Berki, A. H. (1965). Vakfa Dair Yazılan Eserlerle Vakifiye ve Benzeri Vesikalarda Geçen Istılah ve Tabirler, Ankara.Bilmen, Ö. N. (1969). Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, c. IV, İstanbul.Danişmend, İ. H. (1961). Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seceriye ve Ahlâkı, İstanbul.Ebu Ziya, M. (1969). İslâm’da Sosyal Dayanışma (çev. E. R. Fığlalı-O. Eskicioğlu), İstanbul.el-Kardavi, Y. (1976). Fukaralık ve İslâm (çev. Avni İlhan), İzmir.Ezherli, İ. (1971). Zekât, Ankara.Huart, U. (1987 ). “İmâret”, İslâm Ansiklopedisi, c. V/lI, İstanbul.Kazıcı, Z. (1985). İslâmi ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul.Komisyon. (1989). Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. XIV. İstanbul.Öztürk, N. (1995). Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara.Pakalın, M. Z. (1971). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-III, İstanbul.Şeker, M. (2007). İslâm’da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara.Yavuz, Y. V. (1977). İslâm’da Zekât Müessesesi, İstanbul.Yediyıldız, B. (1982). “XVIII. Asır Türk Toplumu ve Vakıf Müessesesi”, Vakıflar Dergisi, sy.XV, Ankara.Yediyıldız, B. (1989). “İslâm’da Vakıf ”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. XIV, s.19-68, İstanbul.Zeydan, C. (1912). Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi (çev. Zeki Megamiz), I-IV, İstanbul.
İslâm İktisadî Kurumlari
Bilindiği gibi “İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi”, Hz. Peygamber’den bu yana geçen bütün Müslüman toplumların yaşayış tarzını, ekonomik, sosyal, dinî, idarî, fikrî, teknik vs. gibi yönlerini inceleyen bir bilim dalıdır. Bu sayede biz, ilk Müslümanlardan başlayıp günümüze kadar gelen ve değişik zaman ile mekân içindeki toplumların nasıl yaşadıklarını, nasıl düşündüklerini, neler yapmak istediklerini ve neyi başarıp neyi başaramadıklarını tesbit etme imkânını bulmaktayız. Bu bakımdan, müesseseleri (kurumları), “toplum ve devletlerin tarih sahnesinde kuruluş, gelişme, aldıkları şekil ve geçirdikleri merhaleleri gözler önüne seren canlı örnekler yekûnu” diye tarif etmek mümkündür. Bununla beraber İslam müesseselerini ve dolayısıyla İslâm medeniyetini tanıyıp onun insanlığın hizmetine sunduğu imkânları inceleyip gün ışığına çıkarmak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Zira bu, ayrı ayrı diyarların değişik ve rengârenk çiçeklerinden bir demet meydana getirmek demektir. Bu arada dikenler elinizi tırmalayacak, çakıllar ayağınıza batacak, dik yamaçlı yokuşlar sizi yoracaktır. Ama başarılı olabilmek için yılmadan ve üşenmeden yolunuza devam etmek zorundasınız. Batılı milletler, kendi medeniyetlerine ait konuları bütün teferruatı ile araştırıp kaleme aldıkları halde İslâm dünyası kendi medeniyetini en basit şekliyle de olsa henüz tam anlamıyla ve gerektiği şekilde ortaya koyabilmiş değildir.
Bakış açılarına göre unsurları, gelişmeleri ve dağılımları farklılık göstermekle birlikte medeniyetler, genel olarak iki unsurdan meydana gelirler. Bunlar maddî ve manevî unsurlardır. Fakat İslâm medeniyeti, nevi şahsına münhasır bir medeniyet olarak her iki unsuru da bünyesinde taşıyan, temel kaynakları Kur’ân ve Hz. Peygamber’in Sünneti olan ilâhî bir medeniyettir. Bu sebeple Müslümanlar, ilâhî vahyin tedricî bir surette geliştirmeye çalıştı- ğı medenî anlayışı bir hayat nizamı olarak kabul ettiler.
İslâm dini, tabiî ve fıtrî bir din olduğundan bu dinde, insanların imkân ve kabiliyetlerine göre çalışıp kazanmaları üzerinde önemle durulur. Müslümanlar, kazançlarını ihtiyaçlarına göre hem kendilerine, hem ailelerine, hem de başkalarına yararlı olacak şekilde kullanmak gibi bir emirle karşı karşıyadırlar. Ticaret, ziraat, sanayi ve bedenen çalışıp kazanma gibi çeşitli yollarla kazanç elde edilir. Elde edilmiş olan bu kazancı yerli yerinde kullanmak ve bir anlamda başkalarına muhtaç hale gelmemek için gayret sarf etmek İslâm iktisadının önemli bir prensibidir. Gerçekten İslâm’da çalışıp helalinden kazanma, mal ve mülk edinme, tıpkı ilim gibi farz kabul edilmiştir. Kişinin, hiç kimseye muhtaç olmadan hayatını devam ettirebilmesi ve ailesinin nafakasını temin etmesi amacıyla meşru yollardan kazanması, ibadet ölçüsünde kutsal ve değerli bir davranış olarak değerlendirilmiştir.
İktisadî Kurumlar
Aslında İslâm medeniyetinde konuları, dinî, idarî, iktisadî, adlî, ilmî ve siyasî gibi birbirlerinden kesin çizgilerle bölümlere ayırmak pek mümkün değildir. Zira İslâm medeniyet ve kurumlarını bu şekilde kategorik olarak ele almak bizi son derce önemli yanlış ya da eksikliklerle karşı karşıya bırakabilir. Söz gelimi, şeyhülislâm, günümüz Milli Eğitim ve Adalet Bakanlıkları ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütün görevlerini üstlenmiş olan bir yetkilidir. Bu bakımdan onun faaliyet ve yetki alanını sadece bir görevle sınırlandırmak eksiklik olur. Aynı şekilde günümüz uygulamasına göre mâlî bir mükellefiyet (vergi) olarak kabul edilmesi gereken zekât ve öşür, aynı zamanda dinî birer vecibedir. Kezâ kadı (hakim, yargıç) bulunduğu şehrin hem adlî, hem beledî, hem de askerî yöneticisi durumundadır. Bu sebeple kadılığı bu üç görevden hangi bölüme koyarsanız koyun, öbür bölümlerde bir eksiklik meydana gelecektir.
İslâm medeniyetinde müesseseleri böyle iç içe ve girift olmakla birlikte biz İslâm medeniyetinde varlığını devam ettiren iktisadî kurumları aşağıdaki şekilde bir tasnife tabi tutabiliriz:
BEYTÜLMAL
İslâm medeniyetinde iktisadî kurumlardan bahsederken her şeyden önce “mal evi” mânâsına gelen Beytülmal’dan söz etmek gerekir. Devlet hazinesi olan beytülmal, devlete ait malların muhafaza edildiği fizikî mekânı ifade ettiği gibi devlete ait taşınır taşınmaz malların bütününü ve bunların idaresiyle ilgili hukukî kurumu da ifade etmektedir. Bu geniş anlamıyla beytülmal, devlete ait her türlü mal varlığının ve gelirlerin toplandığı, harcamaların yapıldığı, haklara ve borçlara ehil bağımsız bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun tesbit edilmiş bir hukuku ve bu hukuku uygulayacak görevlileri vardır.
Beytülmalın teşkilâtlı bir mâlî kurum olarak ortaya çıkışı, birçok araştırıcı tarafından Hz. Ömer’in hilafeti dönemine nisbet edilmekte ise de onu gerek fizikî mekân, gerekse mâlî bir kurum olarak İslâm devletinin ilk kuruluş yıllarına kadar götürmek mümkündür. Gerçi Mekke döneminde de Hz. Peygamber’in kendisine getirilen bağışları ya bizzat veya diğer Müslümanlar vasıtasıyla muhtaçlara dağıttığı bilinmektedir. Bununla beraber bu dönemde ne bir İslâm devleti, ne de bu devlete bağlı bir mâlî kurum vardır. Yapılan şey, Müslümanlar arasındaki yardımlaşmanın Hz. Peygamber aracılığıyla belirli bir düzen içinde yürütülmesinden ibarettir.
Medine döneminde artık bir İslâm devleti vardır. Bu devlete bağlı olarak yavaş yavaş oluşan mâlî bir yapı söz konusudur. Bu dönemde bağışların dışında devlete ait ilk önemli gelir Bedir savaşında elde edilen ganimetlerle esirlerin serbest bırakılması karşılığında alınan fidyelerdir.
Hz. Peygamber, Medine döneminde oluşmaya başlayan devlet gelirleri üzerinde bir mal sahibi olarak değil, bir kamu görevlisi, bir devlet başkanı olarak tasarrufta bulunmuştur. Onun, zekât hurmalarından birini ağzına atan torunu Hasan’a “Bırak, o ne Allah
Resûlüne, ne de ailesinden birine helaldir” (Müsned, I, 200) demesi, zekât gelirlerinin Peygamber ailesine helal olmamasının sonucu olduğu kadar, beytülmala ait bir malın Hz. Peygamberin şahsî serveti gibi görünmediğinin de işaretidir.
Devlet mallarının muhafaza edildiği fizikî bir mekân olarak beytülmalın ilk temellerinin Hz. Peygamber atıldığı görülmektedir. Beytülmala ait nakit paranın Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edilip kısa sürede dağıtıldığı bilinmektedir. Ziraî ürün türünden olan devlet gelirlerinin de mescidin üst katındaki bir odada muhafaza edildiği ve gerekli yerlere bundan sorumlu olan Hz. Ömer tarafından sarf edildiği çeşitli rivayetlerden açıkça anlaşılmaktadır.
Asr-ı saâdette Hz. Ömer ve Bilal-i Habeşî’den başka beytülmal görevlilerinin de bulunduğu bilinmektedir. Ebu Ubeyde b. Cerrah ile Muaz b. Cebel’in isimleri burada zikredilebilir. Bu dönemde zekât gelirlerini toplamak, muhtaçlara dağıtmak, ziraî ürünlerin miktarlarını tahmin ve zekâtını belirlemek üzere çok sayıda kişi görevlendirilmişti. Zekât âmili (Zekât toplama memuru) olan bu kimseler de bir anlamda beytülmal görevlisi sayılmalıdır. Beytülmalın bu yapısı ve işleyişi, Hz. Ebu Bekir’in kısa süren halifeliği zamanında fazla bir değişikliğe uğramadan devam etmişti.
İslâm topraklarının genişlemesi ve devlet gelirlerinin artması, Hz. Ömer döneminde beytülmalın kurumlaşmasını ve İslâm devletinin mâlî yapısını oluşturacak şekilde teşkilâtlanmasını gerekli hale getirmiştir. Onun döneminde Müslümanlar İran ile Bizans’tan epey yerleri alıp fethetmişlerdi. Bu fetihler sonucunda bir hayli gelir elde edildi. Bu gelirlerin bir deftere yazılmak suretiyle kayıt altına alınması kararlaştırıldı. Böylece gelir ve masrafların miktarı ile bir anlamda bütçenin tesbiti sağlanmış oldu.
Daha sonra gelen halifeler ve devletlerde bu müessese, farklı isim ve uygulama alanları ile daha da gelişme gösterdi. Ancak mâlî işlerin başında farklı isimlerle de olsa defterdar diyebileceğimiz bir görevli hep bulunur oldu. Bu müessese, hukukî varlığı itibariyle vergilerle ortaya çıkmıştır.
İslâm dünyasındaki vergileri önce iki kısma ayırmak gerekir. Bunlar, burada ayrıntıları- na giremeyeceğimiz şer‘î vergiler ile örfî vergilerdir. Bu vergileri göz önüne aldığımız zaman beytülmalın gelir kaynaklarını üç kategoride değerlendirmek mümkün olmaktadır. Bunlar: a) Müslümanlardan tahsil edilen bütün vergiler, b) Gayrimüslim tebeadan (Müslüman olmayan vatandaşlar) alınan vergiler (fey), c) Savaşta düşmandan alınan ganimetler.
Tarih boyunca iktisadî hayatın bir gerçeği olarak karşımıza çıkan vergi, İslâm medeniyetinde de beytülmalı çok yakından ilgilendirmiştir. Bilindiği gibi vergi, kamu (âmme) hizmetlerinin düzenli bir şekilde devamlılığını temin için başvurulan bir çaredir. Bu yüzden, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatında önemli bir yeri bulunmaktadır. Siyasî bir çevre içinde ortaya çıkan İslâm, kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcut olup uygulanan bazı vergilerle karşılaşmıştı. İslâm da bundan müstağni kalamazdı. Bununla beraber İslâm vergi sistemi, birdenbire ve topyekün olarak uygulama alanına konulmamıştır. O, İslâm’ın yayılışına paralel olarak yirmi senelik bir süreç sonunda müesseseleşmiştir.
Biraz sonra ana hatlarıyla temas edeceğimiz bazı vergilerden Kitab (Kur’ân) ve Sünnet söz etmektedir. İslâm, bir yandan ana kaynakları ile bunları ortaya koyarken, bir yandan da zaman ve devletlere göre değişebilen, toplumun özel bazı ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve nevâib diye adlandırılan bir vergi sistemini de geliştirmiştir. Hatta savaş, deprem, kıtlık vs. gibi fevkalade hallerde devletin değişik isimlerle yeni vergiler tarh etmeye (vergi koymak) yetkisi bulunmaktadır.
İslâm vergi sisteminde, bazı vergilerin isim ve oranları, vergi mükellefinin durumuna göre değişiklik göstermektedir. Gerçekten de devletin, Müslüman olan vatandaşının vereceği vergi ile Müslüman olmayan vatandaşının vereceği vergi birbirinden farklıdır. Bu, ilk etapta Müslüman olmayanlara bir haksızlık gibi algılanabilir. Ancak sağlıklı bir bakışla değerlendirildiğinde durumun hiç de böyle olmadığı görülür.
İslâm’da bazı vergiler mâlî bir ibadet olarak kabul etmiştir. Halbuki Müslüman olmayan bir kişinin böyle bir mükellefiyeti yoktur. Bu bakımdan Müslüman olmayan bir kimseyi zekât ve sadaka-i fıtır gibi sadece Müslümanlara has olan bir vergi ile sorumlu tutamayız. Onun içindir ki aynı devlette yaşayan vatandaşlar, Müslüman veya gayrimüslim olmalarına bağlı olarak vergi verirler. Bundan başka vatandaşın vergisi üzerinde yaşanılan ve gelirinden istifade edilen topraklara göre de değişmektedir. Özellikle arazi ile ilgili vergiler söz konusu olduğu zaman önem kazanan topraktan da bir nebze söz etmek gerekir.
İslâm’ın bidayetinde toprakların genişletilmesi ve yeni mıntıkaların devlet sınırlarının içine alınması savaşlarla mümkün olmaktaydı. Savaş sonunda elde edilen topraklar, ya Müslüman gaziler arasında taksim ediliyor veya Müslüman olmayan eski sakinleri elinde bırakılıyordu. Böyle bir uygulamanın sonunda da toprak, ya öşrî (arazi-i öşrîye) veya haracî (arazi-i haraciye) adını alıp ona göre işlem görüyordu.
Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti ile başlayıp daha sonra devam eden arazi taksimi ve buna bağlı olarak alınan vergilerin isim, miktar ve alış şekilleri farklı devreler geçirmiştir. Bir arazinin öşrî veya haracî olmasında rol oynayan en büyük etken, İmam Ebu Yusuf ’un (731-798) da belirttiği gibi arazi sahibinin dini olmaktadır. Yani arazi, sahibine göre isim almaktadır.
Bundan başka Müslüman devletlerde mülkiyeti devlete ait olan ve kullanım hakkı vatandaşa verilmiş bulunan emîrî veya mîrî denilen üçüncü kategori diyebileceğimiz bir arazi daha bulunmaktadır. Bu arazilerden her birinin verdiği ürünün vergisi farklılık göstermektedir. Konumuz ve yerimiz itibariyle şimdilik detaylı bir şekilde bunlardan söz edemiyoruz. Bununla beraber yukarıda temas edildiği gibi biz önce Müslümanların vermekle yükümlü oldukları vergileri, daha sonra da Müslüman olmayanların vermekle yükümlü oldukları vergileri kısaca ve ana hatlarıyla aktarmaya çalışacağız.
Müslümanlarla İlgili Vergiler
İslâm’ın Müslümanı sorumlu tuttuğu birçok vergi çeşidi bulunmaktadır. Ancak biz burada bunların belli başlılarından kısaca söz edeceğiz. Bunların başında da zekât gelmektedir.
Zekât
İslâm’ın üzerine bina kılındığı beş temel esastan biri zekâttır. Kelime, Kur’ân’ın birçok âyetinde tek başına kullanıldığı gibi namazla birlikte de birçok yerde geçer. Sadaka anlamında da kullanılan zekât kelimesi, sözlükte ziyadelik, temizlik ve güzel zikir manalarına gelmektedir. Medine döneminde farz kılınmıştır.
İslâm hukukuna göre zekât bir ihsan ve lütuf değildir. O, devlet ve toplumun zengin fertler üzerindeki hakkıdır. Devlet bunu âmilleri vasıtasıyla toplayıp yerine sarf etmek zorundadır. Bununla beraber zekâtı verecek olan kimseler, bunu sadece devlete değil, Kur’ân’da belirtilen kimselere de verebilir. İslâm kamu mâliyesinin temelini teşkil eden zekâtın sarf yerleri de Kur’ân’da belirtilmiştir. İbâdet mânâsı taşıdığından Müslüman olmayanlar bununla mükellef değildirler. Zekâta konu olan eşya, para ve ticaret eşyası gibi mallardır. Kişinin elindeki mal belli bir miktara (nisab) ulaşınca zekât vermekle yükümlü olur.
Öşür
İslâm vergi sisteminde Müslüman vatandaşı yakından ilgilendiren vergilerden biri de öşür, yani ziraî ürün vergisidir. Sözlük olarak onda bir veya on cüzde bir cüz anlamını taşımakla birlikte terim olarak mutlaka onda bir yerinde kullanılmaz. Öşrün oranı, elde edilen ziraî üründeki insan emeğinin durumuna göre değişir. Öşürde de zekâtta olduğu gibi ibadet mânâsı olduğundan Müslüman olmayanlar bununla yükümlü değildirler.
Müslüman Olmayanlarla İlgili Vergiler
Müslüman devletin vatandaşı olup devletin dinine bağlı olmayanlarla ilgili vergiler, Müslüman vatandaşın vermekle yükümülü tutulduğu vergilerden farklıdır. Biz bunlardan sadece cizye ve haracdan kısaca söz etmek istiyoruz
Cizye
İslâm hukukuna göre cizye, İslâm devletinin Müslüman olmayan vatandaşından askerlik hizmeti karşılığında alınan bir vergidir. Bu bakımdan kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve din adamları bu vergi ile yükümlü değildir. Zimmî adı verilen ve Müslüman devlet tarafından bütün hakları koruma altına alınmış bulunan gayrimüslimler, insanî bütün haklara sahiptirler. Onlar da devletin bütün imkânlarından istifade ederler. Yılda bir defa alınan cizye mükellefi, mâlî durumuna göre fakir, orta halli ve zengin olmak üzere üç sınıfa ayrılır. Cizye de gayrimüslim vatandaşların mâlî durumlarına göre alınır.
Harac
İslâm hukukuna göre harac, arazi-i haraciyeyi ekip biçen vatandaşı ilgilendirmekle birlikte daha çok Müslüman olmayan vatandaşı ilgilendirir. Arazi vergisi olarak harac, tarihin eski dönemlerinden beri bilinmektedir. Haracu’l-arz denilen arazi haracı da harac-ı mukasem ve harac-ı muvazzaf olmak üzere iki kısma ayrılır.
Kısaca söylemek gerekirse İslâm âleminde daha başlangıçtan beri değişik isim ve oranlarda vergiler alınıyordu. Bunlar, zaman ve ihtiyaçlara göre farklılıklar arz ediyordu. İslâm hukukuna göre vergiler ana hatları ile iki kısma ayrılır. Bunlardan biri İslâm’ın ana kaynaklarına (Kur’ân ve Sünnet) dayanan vergilerdir ki buna şer‘î vergiler (tekâlif-i şer‘iyye) diyoruz. Diğeri de zamanın ihtiyaçları göz önünde bulundurularak konulmuş vergilerdir ki, bu da örfî vergiler (tekâlif-i örfiyye) diyoruz.
Görüldüğü gibi İslâm devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan maliyenin temel dayanağını teşkil eden vergi iki ana kısma ayrılmaktadır. Gerek Osmanlı, gerekse kendinden önceki Müslüman devletler örfî bazı vergileri koymak zorunda idiler. Zira devrin özelliği diyebileceğimiz harpler, durmaksızın devam ediyor ve şer’î vergiler de bu durumun yüklediği masrafları karşılamaktan uzak bulunuyordu. Bu yüzden devletler için örfî vergi koymak zorunluluk halini almıştı. Yine bu zorunlulukların bir sonucu olarak örfî vergilerin sayı ve kalemleri, baş gösteren ihtiyaçlara göre çoğaltılıyordu.
DİVAN
Kullanıldığı zaman, devlet ve gördüğü hizmete göre farklı birçok anlama gelen divan kelimesini konumuz bakımından ele alınacağı için diğer anlamları üzerinde durulmayacaktır. Kelimenin, Farsça veya Arapça menşeli olduğuna dair değişik rivayetler bulunmakla birlikte genellikle Sâsânî İmparatorluğu’ndaki devlet yönetimine ait bir kavram olarak Arap diline geçtiği kabul edilmektedir. Bu anlamda divan kelimesi, devlet idaresindeki değişik idarî, mâlî ve askerî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan defterlere; mecaz olarak da bu defter ve ilgili memurların bulundukları yere verilen isimdir.
Bununla beraber bazı araştırıcılar, Hz. Peygamber’in nâzil olan (inen) Kur’ân âyetlerini yazdırıp kaydettirmek için görevlendirdiği vahiy kâtiplerine bakarak İslâm tarihindeki ilk divanın bu şekilde ortaya çıktığını belirtirler. Böylece ilk divanın bizzat Hz. Peygamber tarafından kurulduğuna işaret etmek isterler. Bundan başka Buhârî’de bulunan bir hadise göre Hz. Peygamber, Medine’de bulunan Müslümanların isimlerinin yazılmasını ister. Yazım sonunda sayının 1500 olduğu görülür. Yapılan bu sayımın da bir çeşit divan olduğu anlatılmaktadır.
İslâm dünyasında, Halife Hz. Ömer’in fey gelirlerini dağıtmak için kurduğu divan teşkilâtı ile birlikte yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanan divan tabiri, Emeviler ve bilhassa Abbasiler zamanında başta askerî ve mâlî sahalar olmak üzere çeşitli devlet hizmetlerine bakan kurumlara isim olarak verilmişti. Hz. Ömer’in henüz 641 yılında Medine’de fey için düzenlettirdiği divan defterleri Arapça olarak yazılmıştı. O, bu defterleri yazmak için de Kureyş kabilesinden Arap nesep ilmini iyi bilen Akil b. Ebi Tâlib ile Mahreme b. Nevfel ve Cübeyr b. Mut’im’i görevlendirmişti. Mâverdî, böyle bir iş için yapılan görevlendirmenin sebebini şöyle anlatır:
Ebu Hureyre, Bahreyn taraflarından birçok mal ile birlikte Medine’ye geldi. Halife Ömer, Ebu Hureyre’ye ne kadar mal getirdiğini sorar. O da 500 bin dirhem cevabını verir. Bunun büyük bir rakam olduğunu gören Hz. Ömer, Ebu Hureyre’ye bu miktarın ne demek olduğunu bilip bilmediğini sorunca o “evet 500 bin dirhem” der. Bunun üzerine Hz. Ömer minbere çıkarak: “Ey insanlar! Biliniz ki bana pek çok mal geldi. İsterseniz size bu malları ölçekle ölçerek, isterseniz sayarak dağıtayım” deyince cemaattan biri ayağa kalkarak: “Ya Emire’l-mü’minîn, ben İranlıları gördüm. Onlar bir divan tutarlar, dağıtım işlerini o divan görür, malları bir deftere kaydederler. Sen de bir divan kur, mal dağıtım işini o görsün. Herkes deftere göre alsın, böylece kimin ne aldığı oraya yazılsın.” der. Bu konuşma üzerine Hz. Ömer teklifi uygun bulur ve defter ihdas eder. Malları da ona göre Müslümanlar arasında taksim ettirir.
İslâm devlet kuruluşları içinde bulunan ve tarih boyunca önemli bir fonksiyon icra eden divan teşkilâtı, gerçek manasıyla ilk defa Halife Hz. Ömer tarafından kullanılmıştır. Bu dönemde İslâm devleti, gerek toprak, gerekse maaş bakımından çok geniş ve büyük imkânlara kavuşmuştu. Hz. Ömer dönemi fetihleri sonucunda Müslümanlar, bir taraftan Bizans, bir taraftan da İran’la önce komşu oldular. Daha sonra bu ülkelerin bir kısmını ele geçirdiler. Böylece onlarla çeşitli münasebetlerde bulunmaya başladılar.
Gerek Mısır, gerek Şam, gerekse İran’dan İslâm’ın başkenti Medine’ye dönen fâtih Müslümanlar, oralarda gördükleri ve yönetim sistemi ile uygulamaları anlatmaya başladılar. Anlatılıp hakkında bilgi verilen bu kurumlar içinde divanlar da vardı. İşte divanın böyle bir dönemde ortaya çıkması aktarılan gelişmenin bir sonucuydu.
İslâm âleminde, Hz. Ömer devri ile başlayan divan teşkilâtı, ülkenin idarî, siyasî ve ekonomik gelişmesine paralel olarak ilerleme ve artış göstermiştir. Emeviler dönemi divan çeşitleri bakımından zenginlik gösterir. İslâm coğrafyasının batı ucunda bulunan Mağrib (Fas) ile Endülüs’te de divanlar kurulmaya başlandı. İktisadî alanda dört divanın kurulduğu görülmektedir. Bunlar: 1. Ganimet ve ordu saymanlığı ile ilgili olan divan, 2. Vergiler divanı, 3. Cibayet (harac vergileri) divanı 4. Devletin gelir ve giderini kontrol eden divan.
Abbasiler döneminde divanların sayısında bir hayli artış olduğu görülmektedir. Bu divanların başında da divanü’l-harac gelmektedir. Bu divan, hem gelir (çeşitli vergiler ile diğer gelirler) tahsil eden, hem de gerekli yerlere harcama yapan bir dairedir. Gelir tahsil ettiği için harac arazilerinin ölçümünü yaptığı gibi arazilerdeki mahsul çeşitlerini tesbit edip buna göre vergi mükellefi ve vergi oranlarını tayin ederdi. Harac divanı, hem gelir tahsil ettiği, hem de harcama yaptığı için burada “meclis” denilen iki ayrı şube bulunurdu. Selçuklularda, divan-ı istifâ veya divanü’z-zimam ve’l-istifâ adını alan bu divandan sorumlu olan devlet adamına sahib-i divan-ı istifâ veya sadece müstevfî denirdi. Günümüzdeki Maliye Bakanlığı’na karşılık gelen bu divanın geniş bir teşkilâtı bulunmakta idi. Bu divanın vilayetlerde “müstevfi”, “amid”, “âmil” vs. gibi isimler altında temsilcileri bulunurdu.
Devletin bütün gelir ve giderlerine bu divan bakardı. Bunları muntazam bir şekilde defterlere kayd ederdi. Hatta devletin yıllık bütçesinin tanzimi yine bu divan tarafından olurdu. Devletten çeşitli şekil ve sebeplerle maaş alanların ödenekleri bu divan tarafından yapılırdı. Selçuklularda bu divanın faaliyetleri ile devletin mâlî ve idarî işlerini teftiş eden ayrı bir divan vardı. Bunun adına da divan-ı işraf deniyordu. Başında bulunan görevliye de müşrif veya sahib-i divan-ı işraf deniyordu.
İslâm dünyasında Hz. Ömer’in halifeliği döneminde gelişip kurumlaşan divan Osmanlı döneminde de vardı. Bu devlette, farklı isim ve buna bağlı olarak farklı yetkilere sahip olan divanın, devletin ilk yıllarında nasıl geliştiğine dair kesin bir bilgi yoktur. Bununla beraber İbn Kemal, bu kurumun Osman Gazi zamanında ortaya çıktığını belirtir. Daha sonra babasının yerine geçen Orhan Gazi döneminde divanın varlığı artık kesinlik kazanmış görünmektedir. Hatta tarihçi Âşık Paşazâde’nin, bu hükümdar zamanında divana gelmek zorunda olan divan üyesi devlet adamlarının nasıl bir kıyafette olmaları gerektiğine işaret etmesi bu kurumun Orhan Gazi döneminde geliştiğini göstermektedir.
Osmanlı divanının üyelerinden biri de defterdar adı verilen görevlidir. Başında bulunduğu kuruma, hâlâ kullanılmakta olan defterdarlık denilmektedir. Bu görevli, Osmanlı maliye teşkilâtının aynı zamanda başı idi. Osmanlılarda diğer pek çok müessesede olduğu gibi defterdarlık da daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinin teşkilâtlarına dayanmaktadır.
Osmanlı döneminde ne zaman ortaya çıktığı hakkında görüş farklılıkları bulunan defterdarın, Sultan II. Murad dönemindeki bazı vakfiyelerde adının geçmesi ve Fatih Kanunnamesi’nde (Kanunname-i Âl-i Osman) görev ve yetkilerine temas edildiğine göre bunun XV. yüzyılın başlarına ve belki de XIV. yüzyılın sonlarına doğru olduğu söylenebilir. Fatih Kanunnamesi’nde defterdarın mevkii ve görevlerine şöyle temas edilmektedir: “Bilgil ki, evvela vüzera ve ümerânın veziriazam başıdır. Cümlenin ulusudur, cümle umurun vekil-i mutlakıdır ve malımın vekili defterdarımdır ve ol nâzırdır.”
Başlangıçta sadece bir defterdar varken devletin büyüyüp gelişmesine bağlı olarak mâlî işlerin çoğalması, defterdar sayısının artmasını gerekli hale getirmiştir. Fatih Kanunnamesi’nde başdefterdar ve defterdarlar tabirlerinin geçmesi, ikinci ve yeni bir defterdarlığın bu dönemde kurulduğunu göstermektedir. Defterdar sayısı ikiye çıkarılınca biri Rumeli, diğeri Anadolu’nun mâlî işlerine bakmaya başlamıştır. Ancak yetki ve protokol itibariyle Rumeli defterdarı, daima Anadolu defterdarından önce gelmiş ve başdefterdar olarak kabul edilmiştir.
Yavuz Sultan Selim’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Suriye ve diğer bölgeleri alması üzerine devlet topraklarının mâlî işleri ile uğraşmak için merkezi Halep’te olmak üzere Arap ve Acem Defterdarlığı adıyla yeni bir defterdarlık kuruldu. Görev, isim ve yetkilerindeki birtakım değişikliklerden sonra defterdarlık müessesesi 1841’de Maliye Nezâreti adını aldı.
İHTİSAB
İslâm dünyasında, başka görevleri de olmakla birlikte en önemli vazifesi ekonomik hayatın tanzimi ile ilgili olan kurumlardan biri de hisbe veya ihtisab denilen müessesedir. Hz. Peygamber’in Medine’ye olan hicreti döneminden itibaren varlığı bilinen hisbe, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde tam teşkilâtlı bir müessese haline geldi. Bu kurum, Abbasi, Endülüs, Fatımî, Eyyûbî, Selçuklular ve Osmanlı gibi daha sonra kurulan Müslüman devletlerde önemli bir fonksiyon icra ediyordu. İyiliklerin yapılmasını sağlamak ve kötülüklerin yapılmasına mani olmak (emr bi’l-ma‘rûf nehy ani’l-münker) gayesiyle kurulan bu teşkilâtın başında bulunan ve muhtesib, ihtisab emini, ihtisab ağası gibi isimlerle anılan görevli, dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münker) ortadan kaldırmaya çalışırdı.
İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren geniş yetkilerle donatılan muhtesibin, bu yetki ve vazifelerinin tamamını, bugün için yalnız tek bir kurumda toplamak mümkün değildir. Bu müessesenin prensiplerinden bir kısmı fıkhî, bir kısmı da halifenin görüşlerinden do- ğan idarî hususlardır. Bunun için muhtesib, toplum huzurunun sağlanmasında önemli derecede rol oynayan bir görevlidir. Zira hak ve hukuk mefhumları, İslâm’ın temel unsurlarındandır. Dolayısıyla toplum hayatındaki münasebetlerin bu prensipler ışığı altında cereyan etmesi gerekir.
İslâm ülkelerindeki şehir merkezlerinde günlük hayatın düzenlenmesinde önemli derecede rol oynayan ihtisab teşkilâtı, bilhassa esnaf teşekküllerine karşı sahip olduğu geniş yetki ve yaptırıma sahip olma bakımından önem taşımaktadır.
Daha önceki Müslüman devletlerde olduğu gibi Osmanlılarda da bulunan bu teşkilâtın başına bir görevlinin resmen ne zaman getirildiği kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber, Osman Gazi dönemine ait bir gelişme, bu vazifenin Osmanlılardaki başlangıcı hakkında bazı ipuçları vermektedir. Aşağıda işaret edilecek olan bu konu Âşık Paşazâde ve diğer tarih kaynaklarında belirtilmektedir. Buna göre Germiyan Beyliği vatandaşı olan birisi Osman Gazi’ye gelerek Bâc-ı Bazar denilen semt pazarı esnafının, yaptığı ticaretten dolayı kendisine vergi vermesi gerektiğini söyleyince, başlangıçta böyle bir teklife kızan Osman Gazi’nin çevresindekilerin bunun bir töre olduğunu ve hükümdarların hakkı olduğunu söylemeleri üzerine o da böyle bir verginin toplanmasını kabul eder. Osman Gazi ile başlayan bu uygulama sayesinde bir anlamda pazar yerlerinin kontrolü de sağlanmış oluyordu. Ticarî alanda örf, âdet ve geleneklerin oluşmasında da önemli rol oynayan bâcın, sağlam kanun ve kurallara bağlanması Fatih Sultan Mehmed zamanında gerçekleşmiştir.
Hisbe teşkilâtı, başlangıçta, İslâm toplumunda iyiliklerin yapılmasını emretmek ve kö- tülüklerden vazgeçirmek suretiyle sosyal huzuru sağlayan dinî bir müessese olarak ortaya çıkmıştı. Bu müessese, kuruluşundan itibaren farklı ve çok yönlü görevler yürütmüştür.
Osmanlılarda kadının (hâkim, yargıç) yardımcısı olarak vazife gören muhtesibin, belirtilen bu görevlerinden başka XV. ve XVI. asır “ihtisab kanunnâmeleri”nde bunlarla ilgili daha geniş bilgiler bulunmaktadır. Bu kanunnamelerden ve 14 Aralık 1479 tarihli Edirne şehrine ihtisâb ağası tayini ile ilgili bir hükümden anlaşıldığına göre muhtesibin vazifelerini üç grupta toplamak mümkündür: 1. Ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olanlar, 2. Dinî hayatla ilgili olanlar, 3. Adlî hayatla ilgili olanlar.
Özellikle Osmanlı sosyal ve ekonomik hayatının düzenlenmesinde büyük bir rol oynayan muhtesibin, konumuzu ilgilendiren iktisadî hayattaki düzenleyici rolünden söz etmek istiyoruz.
Muhtesib, Osmanlı toplumunda günlük hayatın akışı içinde, halk ile esnaf arasındaki münasebetleri düzenleme ve esnafla ilgili kanunların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmekle de görevli idi. Bu sebeple o, esnafın en büyük âmirlerinden biri durumuna gelmişti. Bu bakımdan muhtesib, şehirde hüküm süren ekonomik hayatın önemli bir unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta onun sahip olduğu yetkiler, kendisini devletin çok itibarlı kişilerinden biri haline getiriyordu. Çünkü devlet, onun aracılığıyla hem işçi kesimini kontrol ediyor, hem de onların haklarını koruyup loncaların gaye ve standartlarını devam ettirmek amacıyla esnaf loncalarını yakından denetliyordu. Yine bu görevliyle yerli mallarla rekabet edebilecek ithal eşyadan ihtisabiye adında bir vergi almak suretiyle işsizliği önlemeye çalışıyordu. Esnaf teşkilâtları üzerinde de büyük bir tesir ve nüfuzu vardı.
Toplumu yakından ilgilendiren güvenliğin sağlanması ve gıda ile ilgili problemlerin ortadan kaldırılması gibi görevleri de bulunan muhtesib, bu konulara dikkat etmek zorunda idi. Zira o dönemdeki ekonomik şartlar, şehirlerin nüfus bakımından fazlaca büyü- mesine imkân vermiyordu. Şehirlere dışarıdan gelecek kalabalık bir nüfus akını, güvenliğin yanında toplumsal düzenin bozulmasına da sebep olabilirdi. Çünkü o dönemlerde büyük tüketim merkezlerinde gıda ve geçim sıkıntısını meydana getiren sebeplerin ba- şında nüfus yığılması gelmekte idi. Hem emniyet ve asayişin sağlanması, hem de zarurî ihtiyaç maddelerinin halkın eline geçmesinde sıkıntı meydana gelmemesi için İstanbul gibi büyük şehirlerin nüfusunun artmaması gerekiyordu.
Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin mirası üzerinde ve onun bir devamı olarak oluşma ve gelişme imkânına sahip olmuş ve yine bu yolla kendisinden önceki di- ğer Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinin çok zengin teşkilâtlarından geniş ölçüde yararlanmıştır. Bu imkân, onun Müslüman devletlerin teşkilâtlarını örnek almasına da sebep olmuştu. Hiç şüphesiz örnek alınan müesseselerden biri de ihtisab idi.
Osmanlı toplum hayatında, şehir yaşamını sağlam temeller üzerine bina etmek ve toplum düzenini koruyabilmek gibi problemlerin yanında, zarurî ihtiyaç maddelerinin halkın eline uygun şekilde geçmesini sağlamak ve bu konuda esnaf ile diğer ticaret erbabını denetim altında bulundurmanın giderek önem kazandığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple Osmanlı devlet adamları, esnaf ve tüccarı daima sıkı kontrol altında bulundurmak zorunda kalmışlardır.
Osmanlı toplumunun iktisadî ve sosyal yaşantısında önemli hizmetler ifa eden muhtesibin görevlerini maddeler halinde sıralamak istiyoruz: 1. Esnafın kontrolü, 2. İş yerleri açma ruhsatlarını vermesi, 3. Devlet adına vergi toplaması, 4.Vergi gelirlerini gereken yerlere sarf etmesi, 5. Mürûr tezkirelerinin kontrol edilmesi, 6. Kıyafetlerle ilgilenmesi, 7. Bütün bunların dışında yerine getirmesi gereken diğer görevler.
Kısaca söylemek gerekirse muhtesib, kadı veya divan tarafından tesbit edilmiş bulunan fiyatların uygulanıp uygulanmadığını kontrol eder, satış yerlerini teftiş eder, lonca üyelerinin tabi olduğu ve ihtisab rüsûmu denilen vergilerin satıcılar ile sanatkârlardan toplanıp toplanmadığını da kontrol etmek suretiyle esnafa nezaret ederdi. Onun, farklı esnaf birliklerine mensup olan kimseler üzerindeki etkinliğini sağlayan bazı etkenler vardı. Bunlar: a) Kola çıkmak, b) Fiyat tesbit ve kontrolü (narh), c) Esnafın mevcut yasalar karşısındaki tutumunu araştırmak.
Bilindiği gibi, Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişiklikler II. Mahmud zamanında yapıldı. 1826 yılında yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonra şehir yönetiminde daha geniş yetkilerle kontrolü sağlayacak yeni bir idarî sistemin kurulması gerekiyordu. Bu bağlamda başlangıçta muhtesib veya ihtisab emini unvanı ile ihtisab işini yöneten kimse aynı tarihli nizamname ile ihtisâb nâzırı unvanını almıştı. 16 Ağustos 1855 tarihinde yayınlanan resmî bir tebliğ ile de ihtisâb nezâreti ortadan kalkmış ve yerine Şehremaneti kurulmuştu.
VAKIF
İslâm medeniyetinde toplumun ekonomik hayatı üzerinde etkili olan diğer bir kurum da vakıftır. Maddî bir karşılık beklemeden başkalarına yardım etmek gibi ulvî ve fevkalade bir düşüncenin mahsulü olan vakıf müessesesi, yüzyıllardan beri İslâm ülkelerinde büyük bir önem kazanmış, ekonomik ve sosyal hayat üzerinde derin tesirler meydana getirmiş dinî ve hukukî bir müessesedir.
Vakıflar, sadece Allah rızasını kazanmak için maddî durumu iyi olan kimseler tarafından kurulan ve menfaati tamamıyla ihtiyaç içinde bulunanlara tahsis edilen iktisadî kurumlardır. Böyle bir müesseseyi kuran kimse, daha önce sahibi bulunduğu mülkü tamamıyla elden çıkardığı gibi geliri başkalarına dağıtılmak şartıyla kıyamete kadar onu Allah’ın mülkü haline getirmiş demektir. Biz burada vakıfları iki yönüyle ele almak istiyoruz. Bunlardan biri, hizmet alanları diğeri de vakıfların idaresi şeklinde olacaktır.
a. Hizmet Alanları: Sadaka-i câriye denilen hayır çeşitlerinden olan vakıflar, yoksulların elem ve ızdıraplarını hafifletmek, misafirleri ağırlamak, öğrencilere barınma ve geçinme imkânlarını sağlamak gibi hizmetleri de yerine getiriyordu. Ayrıca köle ve câriyelerin azad edilip hürriyetlerine kavuşmalarını sağlamaya yönelik faaliyetler de vakıflar etkin rol oynuyorlardı. Bütün bunların yanında insanların İslâm’a girmelerini sağlamak ve bunun için gerekli ortamı hazırlamak da vakıfların görevleri arasında yer almakta idi. Nitekim Anadolu Selçukluları zamanında ünlenen Altun-aba vakfı, bu amaç için kurulmuş vakıflardan birisidir.
İslâm dinini kabul etmelerinden sonra Türklerin, ekonomik, sosyal ve dinî hayatlarında asırlar boyu etkin rol oynamış bulunan vakıf kurumu, sadece fakirlere yardım etmek gibi dar bir çerçevede kalmamış, aynı zamanda fikir, kültür, irfan ve imar gibi müesseseler üzerinde de derin izler bırakmıştır.
İslâm dünyasında vakıfların dinî bir özellik taşımaları, onların devamlılığını sağlıyordu. Dinî inanç ve düşüncenin ortaya çıkardığı güçlü müesseseler olarak vakıflar, siyasî çalkantı ve idarî istikrarsızlıkların dışında kalıyorlardı. Bu dokunulmazlık sayesinde onlar, toplum hayatımızda istikrar ve devamlılık sembolü olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Çünkü vakfedilen mallar, herhangi bir sebeple müsadere edilememeleri, kullanım sahalarının değiştirilememesi ve vakfiyelerindeki esaslara aykırı davranılmadıkça mütevellilerinin vazifelerinden alınamamaları, bu kurumları siyasî ve idarî müdahalelerin dışında bırakıyordu.
Vakıflar, insanın israf ve başıboşluktan alıkonulmasını sağlayan etkenlerden biri olarak da karşımıza çıkmaktadırlar. Şayet vâkıf (vakfı kuran kişi) mal ve servetini vakfedip toplumun ondan yararlanmasına imkân vermeseydi bu serveti, ya zevk ve eğlence için harcayacak veya bazı kimselere sadaka olarak dağıtacaktı. Bu durumda böyle bir servetten birkaç kişi, o da belli bir süre için yararlanacaktı. Bu süre, hesapta olmayan çeşitli sebeplerle sona da erebilirdi. Bundan dolayı gerek yoksulluklarından, gerekse başka sebeplerden (öğrencilik, malulluk, yaşlılık ve kimsesizlik gibi) dolayı bu servetten istifade edenler, gene zor durumda kalacaklardı Halbuki vakıf yapılmak suretiyle sıkıntıda oaln insanlar için devamlı bir gelir ve güvenilir bir gelecek hazırlanmakta idi.
Zevk ve eğlence için harcanan, dolayısıyla kimseye yararı dokunmayan bir mal ve mülk için fazla bir şey söylemeye gerek yoktur. İsrafın her çeşidine karşı olan ve onu yasaklayan İslâm, yardımlaşmayı dinin en önemli prensiplerinden biri olarak kabul eder. Hatta zekât ve öşür gibi aslında mâlî yardımlaşmadan başka bir şey olmayan görevleri (vecibe), dinin şartlarından biri olarak görür. Şu halde İslâm âleminde vakıf, vazgeçilmesi mümkün olmayan bir müessese olarak varlığını devam ettirecektir.
Toplumun sağlıklı ve huzurlu bir şekilde yaşamasını sağlamak gayesiyle başkalarına yardım prensibini kanun haline getiren İslâmiyet, mâlî imkân sahibi herkesin bu prensibe riayet etmesini istemektedir. Bu anlayıştan hareketle pek çok kimse, insan ve hatta hayvanların istifadesi için faydalı olabilecek tesisler meydana getirmeye başladılar. Başkaları- na yardım ve hizmetin bir ibadet sayıldığı Müslüman toplumlarda hemen her alanda vakıf eserlerinin yapıldığı görülür. Vakıflar sayesinde İslâm dünyasının her köşesinde binlerce kişi çaba ve gayretleri ile kazandıkları kendi öz mallarını toplumun diğer fertlerinin yararına olacak şekilde hizmete dönüştürdüler.
İlk bakışta iktisadî hayatı düzenleyen kurumlar arasında vakıflar görünmeyebilir, ancak bu işin tamamıyla ekonomiye dayandığını ve kendine göre özel bazı kurallarının bulunduğunu düşününce vakfın da ekonomiye yön veren bir müessese olduğu açıkça anlaşı- lır. Özellikle Osmanlı döneminde mevcut olup da vakıfların el atmadığı bir alanı görmek mümkün değildir.
Vakıflar, farklı hizmet alanlarına göre yapılmakta ve her vâkıf vakfı üzerinde arzu ve iradesinin devam etmesini isterdi. Bu durum normal karşılanmalıdır. Zira senelerin çaba ve emeği ile kazanılmış bir mülk veya mal üzerinde o kadar zahmet çekmiş olan bir kimsenin, tescil ettirdiği şartlarla vakıf üzerinde tasarruf sahibi olması son derece normaldir. Vakıf kuran ve böylece toplumun ekonomik ve sosyal açıdan yükselmesini isteyen kimselere bu yetkinin çok görülmesi durumunda vakıfların devam etmeme tehlikesi başgösterebilirdi. Bunun da İslâm toplumu ve dolayısıyla medeniyeti için ne denli kötü ve olumsuz şartlar doğuracağını söylemeye gerek yoktur. Ayrıca bu, vakıfların yüklendiği nice önemli hizmetlerden hiç birisinin yapılmaması manasına gelirdi. Eğitim-öğretim, ekonomi, sosyal, kültürel, ulaşım ve sağlık gibi alanlarda hiçbir eserin yapılmaması ise, ülkenin geliş- mesine indirilen en büyük darbelerden biri olurdu.
b. Vakıfların İdaresi: İslâm dünyasında dinî, iktisadî ve sosyal hayatın vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul edilen vakıfların büyük bir yekûn tuttuğuna daha önce işaret edilmişti. Bu büyüklükteki bir müessesenin düzenlenmesi ve varlığını sürdürmesi, ancak iyi yönetilmesi ile mümkündür. Bu bakımdan daha işin başında bu konuda sıkı tedbirlere başvurulduğu görülmektedir. Nitekim her vakfın bir vakfiyesinin (vakfın hukukî senedi) bulunması, vakfiyedeki şartların nass gibi telakki edilmesi, vakfiyelerin kadı mahkemelerinde tescil ettirilmesi ve ayrıca bunların idaresi için birer nazırın tayin edilmesi bunu göstermektedir. Mütevelli-i vakf da denilen nazırların ilki, Hz. Peygamber tarafından vakfedilen Fedek arazisi için tayin edilen Hz. Ebubekir’dir.
Hicretin ilk asrı ile Emeviler döneminde vakıflar, vâkıf tarafından tayin edilen mütevellilerce yönetilirdi. Nazır, mütevellinin kontrolcüsü olarak, kendilerine bağlı vakıf işlerinin doğru bir şekilde devam edip tamamlanmasını denetlerdi. Bunların genel kontrolü ise emiru’l-mü’minîn olan halifeye aitti. Abbasiler döneminde bu işi halife adına kadılar yerine getiriyorlardı. Abbasi dönemi hukukçusu el-Mâverdî (öl. 1058), el-Ahkâmu’s-Sultaniyye adlı meşhur eserinde vakıf mallarını korumakla görevli olan mahkemelerden söz eder.
Öyle anlaşılıyor ki, vakıf müessesesi, hicri II-V. asırlar arasında bütün bir İslâm dünyasında büyük bir gelişme göstermişti. Devlet, kadılık ve nakiblik gibi teşkilâtları aracılığıyla vakıfların yönetimini denetim ve kontrol (murakabe ve teftiş) etmekte idi. Vakıf işleri, mütevellilerin keyfî yönetimlerine bırakılmıyordu. Onlar, kadılık dairelerinde ve merkezî idare teşkilâtında (ilgili divan) düzenli ve sıkı bir şekilde takip ediliyorlardı.
Abbasiler döneminde kâdi’l-kudât, emri altındaki teşkilât yardımıyla bütün vakıfları yönetip denetleyebiliyordu. Bunun için de nakib, âmil, mütevelli, müşrif ve muhasib gibi yardımcılar kullanıyordu. Bu durum, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklularda da aynı şekilde devam etmişti. Harzemşahlar dönemi Maveraünnehr’inde vakıflar sıkı bir kontrol tutuluyordu. Kötü yönetimi görülen mütevelli, derhal vazifeden atıldığı gibi çeşitli cezalara da çarptırılıyordu.
Mısır’da dört mezhepten birer kâdi’l-kudât ve bunların üzerinde kâdi-i dâru’l-adl, daha sonra nâzıru’l-ahkâmi’ş-şer’iyye adıyla genel bir nazır tayin edilmişti. Bütün vakıfların takibi bunlara havale edilmişti. Nâzıru’l-ahkâmın görevi sadece Mısır’la sınırlandırılmış değildi. Şam, Kudüs ve Halep gibi eyalet merkezlerine de birer nâzıru’l-ahkâm tayin edilmişti.
Anadolu Selçukluları, Beylikler ve Osmanlıların ilk dönemlerinde vakıf sistemi, eski dönemdekilerden pek farklı değildi. Orhan Gâzi Bursa’da yaptırdığı cami ve zâviyenin idaresini Sinan Paşa’ya vermişti. Böylece Sinan Paşa’yı Osmanlı döneminin ilk evkaf nâzırı sayabiliriz. Daha sonra hükümdar vakıfları, vezir, kadıasker, sadrazam, şeyhülislâm, bâbüssaâde ve dârüssaâde ağaları gibi devlet adamları tarafından idare edilir oldu.
Yıldırım Bâyezid, her vilayete müfettiş-i ahkâm-ı şer’iyye tayin ederek vakıf işlerini denetlenmesini sağlıyordu. Çelebi Sultan Mehmed devrinde ise Cemaleddin Mehmed Çelebi, hâkimu’l-hukkâmi’l-Osmaniyye unvanıyla vakıflarla ilgili işlerin umumi nazırlığına getirilmişti. Sultan II. Murad devrinde bu iş kadıaskere, Fatih Sultan Mehmed de vezirler havale etmişti. Bu dönemde evkaf idaresinden sadrazamlar sorumlu olduğundan, Sadr-ı Âli Nezâreti teşkil olunmuştu. Fatih’ten sonra oğlu II. Bâyezid, evkaf işlerini Şeyhülislâm Alâeddin Ali Efendi’ye tevcih etti. Yavuz Sultan Selim ile Kanunî Sultan Süleyman zamanlarında evkaf nezâreti ve idaresi tekrar sadrazamlara verildi. Daha sonra da yönetim bazen kadıaskerlere, bazen de şeyhülislâmlara verilir oldu.
Mısır, Suriye, Arabistan ve Kuzey Afrika’nın Osmanlı yönetimine geçmesinden sonra buralarda bulunan vakıflar 1587 senesinde kurulan Haremeyn Evkaf Nezâreti’ne bağlandı. Daha sonraki gelişmelerin sonucu olarak Anadolu ve Rumeli’deki vakıfların idaresi de 1826’da kurulan Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti’ne bağlandı. Haremeyn Evkaf Nezâreti de 1838’de adı geçen nezarete bağlandı.
Osmanlılar döneminde 1826 yılında kurulan Evkaf Nezareti’nden önce vakıflar, vâkıflarının şartlarına göre ayrı nezaretlerce yönetiliyorlardı. Bu nezaretler şu isimlerle anılıyorlardı: a. Haremeyn Nezareti, b. Vezir Nezareti, c. Şeyhülislâm Nezareti, d. Tophane Ümerası Nezareti, e. İstanbul Kadıları Nezareti.
Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti, 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan 429 sayılı kanunla ortadan kaldırılarak Başbakanlığa bağlı bir genel müdürlük haline getirildi. Bu kanunla Vakıflar Umum Müdürlüğü kurulmuş oldu. Bununla beraber bu kanun vakıflarda fazla bir değişiklik yapmıyordu. Cumhuriyet’ten sonra vakıf mevzuatında ilk mühim değişiklik, 5 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayılı kanunla yapıldı. Bu kanun 5 Aralık 1935’te yürürlüğe girdi.
AHİLİK
Özellikle Müslüman Türklerin iktisadî ve ictimaî hayatlarında önemli bir rol oynayan ahilik, asırlarca esnaf teşkilâtlarının maddî ve manevî bir ruhla donatılmasına yardımcı olmuştur. Esnaf ve sanatkârın kaliteli mal üretmesine, tüketiciye daha rahat ve ucuz ulaştırılmasına hizmet eden bir teşkilât olduğu için iktisadî kurumlarımızdan biri olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Teşkilât, elinde bulunduğu yetkiyle doğru çalışmayan, kalitesiz mal üreten, hile yapan ve tüketiciyi aldatan sanatkâr ile esnafı mesleğini icra etmekten men edebiliyordu. Fütüvvet geleneğinden esinlenerek ortaya çıktığı bilinen ahilik, Arapça kardeşim anlamındaki ahî kelimesinden gelmektedir.
7. Ünite - İktisadî Kurumlar 131
Uzun tarihî bir geçmişe sahip olan ahiliğin, Abbasi halifesi en-Nâsır Lidinillah (1180- 1225) rehberliğinde kurulduğu bilinmektedir. Toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel hayatında önemli derecede rol oynayan bu müessese, Arap dünyasından Müslüman Türk dünyasına geçmesinden sonra burada da büyük hizmetler ifa etmişti.
Tarihî gelişim ve Anadolu’ya gelişine burada temas edemeyeceğimiz ahiliğin Anadolu’daki kurucusu Şeyh Nasiruddin Mahmud (öl. 1262)’dur. Daha sonraları Ahi Evran ismiyle şöhret bulmuş olan bu kişi, esnaf ve sanatkârı bir birlik etrafında toplayarak sanat ve ticaret ahlâkını, üretici ve tüketici menfaatlerini güven altına almaya; böylece kötü politik ve ekonomik atmosfer içinde onlara yaşama ve direnme gücü vermeye çalışıyordu.
Özellikle I. Alaeddin Keykûbad’ın (1221-1237) büyük destek ve yardımlarını gören Ahi Evran, bir taraftan İslâmî düşünceye ve fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak tekke ve zâviyelerdeki şeyh-mürid ilişkilerine benzer bir sistemi geliştirmek suretiyle, iş yerlerine usta, kalfa ve çırak münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadî hayatı düzenleyen ahili- ğin Anadolu’da kurulup gelişmesinde büyük bir rol oynamıştı.
Ahi Evran’ın bu çabaları sonucunda ilk defa Kırşehir’de XIII. asırda kurulan ahilik teşkilâtı, kısa bir zaman içinde Anadolu’nun hemen tarafın yayılma imkânı buldu. Büyük şehirlerde çeşitli gruplar halinde teşkilâtlanan ahilerden her birinin müstakil bir zâviyesi (günümüzde dernek) vardı. Küçük şehirlerde ise muhtelif meslek grupları tek bir birlik teşkil edebiliyorlardı. Bu birlikler, Anadolu Selçuklu Devleti zamanında kendi mesleklerine ait problemleri bizzat kendileri hallettikleri gibi devlet ile olan münasebetleri de düzenliyorlardı. Mal ve kalite kontrolü ile fiyat tesbiti (narh) bu birliklerin aslî görevlerindendi.
Bütün prensiplerini dinin asıl kaynağından alan ahiliğin nizamnamelerine fütüvvetname adı veriliyordu. Fütüvvetnâmelere göre teşkilât mensuplarınıda bulunması gereken vasıflar, vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, nasihat, doğru yola sevketme, affedici olma ve tevbe idi. İçki kullanma, zina, yalan, gıybet ve hile gibi davranışlar ise meslekten atılmayı gerektiren sebeplerdi. Meslekten ihraç ise günümüze kadar gelen “pabucu dama atıldı” uygulaması ile gerçekleşiyordu. Dolayısıyla ahi baba veya onun vekâlet verdiği kimse tarafından ayağındaki pabuçlardan biri dükkânın damına atılan esnaf veya sanatkâr artık o mesleği icra edemezdi.
Abdurrahman Vefik. (1328). Tekâlif Kavaidi, İstanbul. Âşık Paşazâde. (1332). Tarih, İstanbul. Cin H. (1978). Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması, Ankara. Ebu Ubeyd Kasım b. Selâm. (1968). Kitâbu’l-Emvâl, Mısır. Ebu Yusuf. (1970). Kitabu’l-Harac, çev. Ali Özek, İstanbul. Erken V. (1998). Bir Sivil Örgütlenme Modeli Ahilik, Ankara. Hamidullah M. (1969) İslâm Peygamberi, çev. M.S. Mutlu-S. Tuğ, İstanbul. Hamidullah M. (1969). Modern İktisat ve İslâm, çev. S. Tuğ-Y. Z. Kavakçı, İstanbul. Hitti, Ph. K. (1980). Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, çev. S. Tuğ, İstanbul. İbrahim Fuad Ahmed Ali. (1970). el-Mevâridu’l-Maliye fi’l- İslâm, Kahire. Karamursal, Z. (1940). Osmanlı Malî Tarihi Hakkında Tetkikler, Ankara. Kazıcı Z. (2005). Osmanlı’da Vergi Sistemi, İstanbul. Kazıcı Z. (2006). Osmanlı’da Yerel Yönetim (İhtisâb Müessesesi), İstanbul. Kazıcı Z. (2006). İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul. Manan, M. A. (1973). İslâm Ekonomisi, çev. Bahri Zengin, İstanbul. Mübarek, M. (1974), Nizâmü’l-İslâm el-İktisad, Beyrut. Nebravi, F. (1981). Târihu’n-Nuzum ve’l-Hadarati’l- İslâmiyye, Kahire. Süleyman Sudi, (1306). Defter-i Muktesid, İstanbul. Tuğ, S. (1963). İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara. Yeniçeri, C. (1984). İslâm’da Devlet Bütçesi, İstanbul.
İslâm Eğitim-Öğretim Kurumları
Okuma-yazma bilmemenin büyük bir eksiklik kabul edilmediği, ahlâkî ve sosyal yapıya paralel olarak eğitim-öğretim konusunda da tam anlamıyla bir cehaletin yaşandığı Arap yarımadasında İslâm’ın geldiği sıralarda, okuma-yazma oranı düşük, okur-yazar sayısı son derece azdı.
İslâm, tarihi boyunca eğitim-öğretime birinci dereceden önem veren bir din olagelmiştir. Öte yandan, İslâm dininin ilme ve araştırmaya verdiği önem âyet ve hadislerde açıkça ortaya konulmuştur (Bkz. Ankebût, 29/43, Fâtır, 35/28, Zümer, 39/9). Kur’ân-ı Kerim içeriğinin büyük bir kısmının eğitimle ilgili amaçlar çerçevesinde yoğunlaşması dikkat çekicidir.
Başlangıçta okuma-yazma bilmeyen bir peygambere (Bkz. Cum’a, 62/2) inen ilk buyruğun muhtevasının, aynı zamanda İslâm dininin ve Kur’ân öğretisinin önceliklerini belirlemesi açısından son derece önemlidir. Okuma ve yazmayı emreden ilk ilâhî mesaj (Bkz. Alak, 96/1-5), sadece peygambere değil, bütün Müslümanlara yüklenen bir sorumluluğu göstermekteydi.
Hz. Peygamber, hicret öncesinde Mekke’nin olumsuz şartları içinde, nâzil olan âyetlerin, sayıları sınırlı olan vahiy kâtiplerince değişik materyaller üzerinde kayda ge- çirilmesine özen gösteriyordu. Kur’ân okumanın önem taşıdığı bu dönemde, okuma bilenler, bilmeyenlere indirilen âyetleri okuyarak naklediyor, sonuçta Müslümanların sayısı günden güne artıyordu.
Hicreti müteâkip Mescid-i Nebî’nin de inşâsıyla, âdetâ bir okuma-yazma seferberliği yaşanmış ve okur-yazar oranı hızla artmıştır. Arap yazısını bilenlerin sayısı Medine’de ancak hicretten bir yıl sonra artmaya başlamıştır. Özellikle hicretin ikinci yılında (624) Bedir savaşı sonundaki bir uygulama şehirde okuma yazmayı öğrenen çocukların sayısını ciddi şekilde artırmıştır.
İLKÖĞRETİM
Asr-ı Saadette İlköğretim
“Yazı yazmanın öğretildiği yer” anlamındaki mekteb kelimesinden daha çok, İslâm’ın ilk dönemlerinde küttâb tabiri kullanılırdı. İslâm’ın ilk devirlerinde, biri genel anlamda okuma-yazmanın öğretildiği, diğeri de Kur’ân ve din eğitiminin verildiği iki tür küttâb vardı.
Eğitim-Öğretim Kurumları
İslâm öncesinde varlığı bilinen küttâblar birinci kategoridekilerdir. İkinciler ise İslâmî karakter taşıyan, öğretimde ağırlığın Kur’ân ve dinî bilgilere verildiği kurumlardı.
Mekkeliler, yeni doğan çocuklarına Arapçanın saf halini en iyi bir şekilde öğretebilmek için şehir dışındaki Bedevîler arasına gönderiyorlardı. Hz. Peygamber de aynı yöntemle bir süre için sütanne Halime’ye teslim edilmişti.
İslâm’ın eğitim-öğretime verdiği önem doğrultusunda, Bedir esirlerine uygulanan yöntemle yüzlerce Müslüman çocuğunun okuma-yazma öğrenmesi sağlanmış oldu. Bu uygulamayla birlikte, öğreticilerin bulundukları evler mektep olarak kullanılmaya baş- lanmıştı. Başlangıçta sadece çocukların okuma-yazma öğrendikleri bu yerler, sonraları Kur’ân ve dinî bilgilerin öğretildiği mekânlara dönüştü. Böylece küttâb, çocukların hem okuma-yazma, hem de Kur’ân ve dinî bilgiler aldıkları yer haline geldi.
Hz. Peygamber devrinde çocuklara yönelik, özellikle okuma-yazma öğretilen bu tür kurumların açıldığına dair bazı bilgilere sahibiz. Meselâ, Ümmü Seleme, küttâb mualliminden kendisine yardım etmeleri için birkaç çocuk istemişti. İbn Ömer ve İbn Üseyd bir münasebetle sıbyan mektebine uğramışlardı. Ümmü Derdâ, bir öğrencisine okuma-yazma öğretirken bir levhadan istifade ediyordu. Ayrıca Hz. Aişe’nin, “Ramazan ayında bize imâmet yapmaları için küttâbdan çocuklar alırdık” ifadesinden hareketle mahalle mektepleri anlamında küttâbların açıldığını söylemek mümkündür.
İlk dönemlerde küttâblarda ders veren öğretmenleri, genellikle Yahudi ve Hıristiyan olan gayrimüslimler teşkil ediyordu. Bu uygulama askerî fetihler sona erinceye ve Müslü- manlar eğitim-öğretim işini kendileri yapabilecek duruma gelinceye kadar devam etmiş- tir. Bu nedenle, ilk devirlerde küttâblarda dinî bilgilerin verildiği şüphelidir.
İslâm’ın ilk devirlerinde, bazı çocukların -Ali bin Ebî Tâlib, Abdullah bin Abbâs gibitemel dinî bilgileri, mescitlerdeki halkalarda büyükler arasına karışarak alıyor, büyük ço- ğunluğu ise Kur’ân-ı Kerim’i, babalarından ve yakınlarından ya da hususi olarak tutulan hocalardan öğreniyorlardı.
Râşid Halifeler Döneminde İlköğretim
Hz. Peygamberin vefatından sonra devlet başkanlığı yapan Hz. Ebu Bekir, görevde kaldığı iki yıl boyunca daha çok siyâsî ve askerî birtakım girişimlerde bulunmuş ve dinî, sosyal ve kültürel alanlarda çok ciddi adımlar atma fırsatı bulamamıştı. Hz. Peygamberin vefatı sırasındaki mevcut durumun Hz. Ebu Bekir döneminde de değişmeden devam ettiği söylenebilir.
İkinci halife Hz. Ömer devrinde ise her alanda büyük hamleler yaşanmıştı. Çocukların öğretimi için özel olarak tespit edilen ilk program Ömer bin el-Hattâb tarafından kaleme alınmış ve ülkenin her bölgesine gönderilmişti.
İbn Hazm, çocuk mekteplerinin Hz. Ömer devrinde ortaya çıktığını şu ifadelerle belirtir: “Rasûlullah’ın vefatından sonra İslâm yayıldı... Mescidler inşâ edildi. Her yerde Kur’ân okunuyordu. Çünkü kadın erkek, çoluk çocuk herkes okuma yazma öğrenmişti. Hz. Ömer zamanında fetihler genişledi. Mescid yapılmayan yer kalmadı. Kur’ân’lar çoğaltıldı, herkes Kur’ân okudu. Garbda ve Şarkta Kur’ân’ı Küttâb’da çocuklara öğrettiler”.
Hz. Ömer döneminde Kur’ân-ı Kerim’in öğretilmesi için ülkenin her köşesine mektepler açılmış ve bu mekteplerde ders vermek üzere maaşlı öğretmenler tayin edilmişti. Hz. Ömer’in, öğretmenleri maaş kapsamına alması bir yenilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Medine’deki küttâb öğretmenlerine 15 dirhem aylık ödenmekteydi. Bedevîlere Kur’ân öğretimi zorunlu hale getirilmişti. Kur’ân’ın yanında, bu devirde mekteplerde yazı da öğretilmekteydi.
Hz. Ömer, içte devletin kurumlaşmasını ve toplumun teşkilâtlanmasını sağlamış, dışta da giderek genişleyen büyük bir fütûhata imzasını atmıştır. Vefatıyla Hz. Osman iş başına geçmiş, ancak hilâfette kaldığı sürece ortaya çıkan siyâsî istikrarsızlıktan o da nasibini almış ve bir dizi sosyal hadiselerden sonra oldukça dramatik bir şekilde ruhunu teslim etmiştir. Benzer bir durumun yaşandığı Hz. Ali döneminde, hızla tırmanan siyâsî tansiyon, nihayet onun bu hilâfet görevini istemeyerek de olsa alma noktasına getirmişti. Ancak âkıbeti, bir önceki halifeden pek farklı olmamıştı.
Müslümanlar bu dönemde birden fazla kişi etrafında toplanmışlardı. Sürekli çalkantıların yaşandığı ve sosyal düzenin kaybolduğu böyle bir ortamda, dinî ve sosyokültürel müesseselerin Hz. Ömer devrine kıyasla niçin bir gelişme göstermediğini anlamak güç değildir. Dolayısıyla, küttâb konusunda, kaynaklarda bu dönemle ilgili bilgilere ulaşılamamaktadır.
Kısacası, ilk halifeler devrinde fiilen küttâbların bulunduğu, bunların başına muallimlerin getirildiği ve hatta çocukların ellerinde yazı öğrenimine mahsus araç ve gereçlerin mevcut olduğu bilinmektedir.
Emevî ve Abbâsî Dönemlerinde İlköğretim
Emevî ve Abbasîleri konu edinen kaynaklar, bu dönemlerdeki ilköğretim uygulamaları ile ilgili ayrıntılı ve tatmin edici bilgilere maalesef yer vermemektedir. Emevîler devrinin (661-750) -ki, biz bununla Şam Emevîlerini kastediyoruz- özellikle kuruluş aşamasında vuku bulan siyâsî çalkantılar ve Hulefâ-yı Râşidîn devrine kıyasla yönetim yapısında ya- şanan önemli değişiklikler, bu dönemde kurumlaşma faaliyetindeki ivmenin yavaşlaması sonucunu doğurmuştur.
Emevîler devri, iç ve dış savaşlar, göçebelikten yerleşik hayata geçiş ve bu hayata intibak çabası, Yunan ve İran kültürleri ile irtibat kurulması ve bu kültürleri tanıma ve anlama gayretleri yönünden oldukça faal bir devre olarak bilinmekle beraber, bu devrede bir mektepler sistemi kurulamamış, eğitim ve öğretim fertlerin kişisel çabalarıyla sınırlı kalmakta devam etmiştir. Emeviler devri bir bakıma Ortaçağ İslâm kültürünün bir oluşum devresidir.
Abbasîler devri (750-1258), ilim ve fikir hareketleri bakımından, bir önceki hanedana göre son derece büyük gelişmelere sahne olmuştur. İslâm medeniyetinin müspet ilimler alanında en parlak devri bu dönemdir. 830 yılında Bağdat’ta, Abbasî halifesi Me’mûn tarafından kurulduğu kabul edilen Beytü’l-Hikme ilmî gelişmelerin tetikleyicisi olmuştur
Abbasiler devrinin en önemli kurumu olan Beytü’l-Hikme’de ne tür faaliyetlerin gerçekleş- tirildiğini ve hangi birimlerden oluştuğunu araştırınız.
Abbasiler devri, bir mektepler sisteminin geliştirilmesi yönünden İslâm eğitimine büyük katkılarda bulunmuştur. Artık bu dönemde ilköğretim hizmeti gören küttâb ve mekteplerden sık sık söz edildiği görülmektedir. Halife el-Mu‘tasım’ın bir küttâba gitmiş olduğu, ayrıca bu dönemde Palermo’da 300 küttâb öğretmeninin bulunduğu bildirilmektedir. Yine bu devirde, bu tür ilköğretim kurumları, başta büyük şehirler olmak üzere, İslâm coğrafyasının her köşesine yayılmıştı.
Yine Abbasîler döneminin hemen başında İspanya’da ortaya çıkan Endülüs Emevîleri (756-1031) döneminde, başta başkent Kurtuba olmak üzere, ülkenin değişik şehirlerinde yapılan medrese ve mekteplerle, her yaşta ve seviyede vatandaşa tahsil imkânı verilmiş oluyordu. X. yüzyılda Endülüs ve Mısır’daki durumla ilgili bilgi veren S. Hunke şu ifadeleri aktarır: “Kurtuba’daki seksen resmî okula ilâve olarak 965 yılında II. el-Hakem, fakir çocuklar için yirmi yedi okul daha inşâ eder. Kahire’de el-Mansur Kalavûn, Mansûrî Hastahanesi’nin pavyonları arasında bir yetimler okulu tesis, her çocuğa günde bir tayın ekmek ile yazlık ve kışlık birer kat elbise tahsis eder. Gezici öğretmenler, bedevilere kadar uzanırlar” (Hunke, 1972, s.283).
İslâm dünyasında Müslümanların eğitim-öğretim konusunda ulaştıkları seviye ile Batı Hıristiyanlık âleminin mevcut durumunu karşılaştıran Hunke, oldukça enteresan tespitler yapar: “9, 10, 11, 12 nci asırlarda Orta Avrupa’nın en az % 95’inin okuma yazma bilmedi- ğini yeniden hatırlatmağa acaba lüzum var mıdır? ...Batı’lı asilzâdelerin yazı bilmedikleri halde iftiharla göğüs kabarttıkları, manastırlarda ancak birkaç papazın kalem kullanması- nı bildiği St. Gallen Manastırı’nın Rûhânî Meclisi’nde 1291 yılında bir tek okuma ve yazma bilen papazın bulunmadığı sırada, Arap Dünyası’nın köy ve şehirlerindeki binler ve binlerce mektebde, 6 ilâ 11 yaş arasındaki Arap erkek ve kız çocukları, küçük seccâdelerinin üzerlerine çömelmişler, kahverengi siyah karışımlı mürekkepleriyle muntazam yazı tahtalarına markalarını boyuyorlar, koro halinde Kur’ân’ın sûrelerini söyleyebilecek hâle gelinceye kadar heceliyorlar, gramerin esaslarına adım adım nüfuz ediyorlardı. İslâmiyet’i kabulden sonra gerçek bir Müslüman olabilmek arzusu, bu mekteplerin esasını teşkil eder. Bunlar kendiliklerinden vücûda gelmiştir. Tesisleri için kimse emir vermemiştir” (Hunke, 1972, s.281-282).
Selçuklular Döneminde İlköğretim
Asr-ı saadetten Osmanlılara varan çizgide son halkayı, bir Türk-İslâm devleti olan Bü- yük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları oluşturmaktadır. Selçukluların İslâm medeniyetine kazandırdığı en önemli kurum medreselerdir. Alp Arslan devrinde 1067’de, vezir Nizamülmülk’ün maddî ve manevî gayretleri ile Bağdat’ta yapımı tamamlanan ve adına izafeten “Nizâmiye” ismini alan bu ilk medrese, eğitim-öğretim hayatında önemli bir çığır açmıştı.
XIII. yüzyılda Selçuklu şehirlerinin tamamına yakını, bir veya daha fazla medreseye sahip bulunuyordu. Bu yüzyılda Selçuklu Türkiyesi, manevî kültür bakımından oldukça yüksek bir seviyeye ulaşmıştı. Çocuklara okuma yazma öğretmek amacıyla her mescit yanında inşâ edilen mekteplerden başka her taraf medreselerle dolmuştu. Sağlanan asayiş, artan sosyal refah, sultanların ulemâya hürmet ve itibar göstermesi ve bilhassa Moğol istilâsının Anadolu’ya sürüklediği âlim, şâir ve mutasavvıfların çalışmalarının bu topraklardaki fikrî faaliyetlere canlılık kazandırması, bu devir Selçuklu medreselerini haklı bir şöhrete ulaştırmıştı.
Öte yandan, XIII. yüzyılda Sivas, Konya ve Erzurum gibi ekonomik açıdan gelişmiş şehirlerde, hükümdarların, hükümdar ailesine mensup kadın ve erkeklerin, büyük ve zengin devlet adamlarının, zengin tâcirlerin tesis ettikleri vakıflar sayesinde, çok sayıda hastahane, imâret, tekke, medrese ve sıbyan mektepleri idare edilmekteydi.
XIV ve XV. yüzyıllarda Anadolu Beylikleri ile Karakoyunlu ve Akkoyunluların Anadolu toprakları üzerinde çok sayıda kurdukları eğitim-öğretim kurumları arasında mektepler de bulunuyordu. Bu dönemde medreselerin yakaladıkları ilmî aktivite, disiplin, düzen ve sistemin, benzer bir şekilde mekteplere de yansıdığını düşünmek mümkündür.
Osmanlılar Dönemi
Selçuklu birikimi üzerine yükselmiş yapısıyla birçok alanda son derece başarılı hamleler gerçekleştiren Osmanlılar, Türk eğitim-öğretim tarihinin belki de en ciddi gelişmelerine imza atmışlardır. Devletleşme ve müesseseleşme sürecinin en yoğun yaşandığı kuruluş dönemini müteakip yükseliş devrinde medreselerle birlikte mekteplerin de Osmanlı coğ- rafyasının en ücra kent ve kasabalarına son derece hızlı bir şekilde inşa edilmiş oldukları görülmektedir. Nerede bir medrese bina edilmişse, o bölgede birden fazla mektep de mutlaka bulunuyordu. Bütün Osmanlı coğrafyasında yüzlerce hatta binlerce eğitim-öğretim müessesesi açılmış ve bu konuda üç kıtaya yayılan ülkenin en şanslı bölgesi şüphesiz Anadolu olmuştur.
Sıbyan Mektepleri
Osmanlı klasik dönemi boyunca daha çok muallimhâne, daha sonraları ise genelde mekteb kelimesinin tercih edildiği bilinen sıbyan mektepleri için mektebhâne, dâru’t-ta’lîm, mahalle mektebi, beytü’t-ta’lîm ve küttâb adları da kullanılıyordu.
Mektepler, eğer bir külliye içinde değil ise, genellikle sokakların kesiştiği yerlerde ve cami ile mescit yakınında yer alırlardı. Medreselerden farklı bir mimariyle yapılan mektepler daha çok evlere benzetilerek bir ya da iki katlı, kubbeli veya tonozlu, ahşap ya da kâgir olarak inşa edilirdi. Genellikle odaların yanısıra sofa, matbah, selâmlık, (akarsulu) havuz ve tuvaleti olan mektepler, içi meyveli ağaçlarla dolu bir bahçe içinde bulunurdu. Mekteplerin genelde ev mimarisinde yapılması, ilk kez evleri dışında uzun süreli bir eğitim-öğretim alacak küçük çocukların psikolojilerinin önemsenmesinden kaynaklanırdı.
50’yi aşkın öğrenciyle ders yapılabilecek bir mekân büyüklüğüne de ulaşabilen mekteplerde, zemin tahta döşeme ile kaplanır, kubbelerdeki “tepe camları” ile aydınlatma sağlanır, öğrencilerin derslerde okudukları elifbâ cüzleri ile Kur’ân-ı Kerimlerin ve yine derslerle ilgili diğer araç-gereçlerin konulduğu dolaplar bulunurdu.
Osmanlı mektepleri daha ziyade sultanlar ile hanedana mensup diğer kişilerin yanı sıra ticaret erbabı ile ilim adamları tarafından yaptırılırdı. Mektep kurucularının en az % 10’unu hanımlar oluştururdu. Toplumun ihtiyacına paralel olarak inşa edilen mektepler sayesinde, daha ziyade maddî durumları elverişsiz ailelerin çocuklarına ve -vakfiyelerde çoğu zaman dikkatle vurgulandığı gibi- yetimlere tahsil yapma imkânı tanınmış oluyordu.
Mektep Öğretim Kadrosu
İlmiye teşkilâtının dışında tamamen bağımsız vakıf üniteler olan mekteplerde, berat alan muallimler hemen göreve başlar, eğitim-öğretimin aksamasına fırsat vermezlerdi. Mektep muallimlerinin bu göreve gelmek için, bir ölçüde günümüzün orta dereceli öğretimini karşılayan İbtidâ-i Hâric ve Hareket-i Hâric medreselerinden mezun olmaları yeterliydi.
Mektep vakfiyelerinde, iyiliklerle donanımlı, kötülüklerden kaçınan, çocuk eğitiminde maharetli ve eğitim-öğretim hizmetini aksatmamaları istenen muallimlerin, iffetli ve dindar olmalarına da özen gösterilmekteydi. Görevlerinden azlini gerektirecek bir gelişme olmadıkça, hayat boyu aynı yerde görev yapabilen muallimlerin ölümleri halinde ya da bazı olumsuz davranışları sebebiyle görevlerinden el çektirilmesi durumunda yerleri boş bırakılmamakta ve nitelikleri uygun görülen bir kişi bu göreve getirilmekteydi.
Muallimler, mekteplerin bağlı bulunduğu vakfın ekonomik durumuna göre, 1-6 akçe arasında değişen miktarda günlük alıyorlardı. Mekteplerin büyük bir bölümü muallimlerine, genellikle 2-4 akçe arasında değişen günlük ücret ödüyorlardı. Muallimler ayrıca, -bulundukları mektepteki faaliyetlerini aksatmamak şartıyla- ek görevler yapabiliyordu.
Muallime yardımcı olan halifeler, kendisine verilen görevleri yerine getiren ve muallimin derse gelemediği olağanüstü durumlarda dersleri devam ettirmekle görevli idi. Halifede, muallimde aranan özelliklerin bulunması istenirdi. Günlük 1-3 akçe arasında değişen ücret ödenen halifeler, herhangi bir nedenle vazifelerinden ayrıldıklarında vakit kaybetmeksizin yerlerine, yapılan bir sınavdan sonra bir başkası görevlendirilirdi.
Öğrenciler ve Aldıkları Dersler
Osmanlı sıbyan mekteplerinin en önemli öğesi olan öğrenciler, bu kurumlara 5-6 yaşlarında başlar ve en az 3-4 yıl süreyle eğitim-öğretim alırlardı. Mekteplerin daha çok “yetimler” ve “fakirler” için açılması öngörülmekle birlikte pratikte maddî durumları müsait olmayan ailelerin çocuklarına da bu imkânın tanındığı anlaşılmaktadır. Kız ve erkek öğ- renciler mekteplerde beraber ders yaparlardı.
Öğrenci sayısının 9 ile 60 arasında değiştiği mekteplerde, vâkıflar yetim ve fakir çocuklar için belli miktarda karşılıksız burs verir, aynî yardımlarda bulunurlardı. Çocuklarayapılan bu tür yardımlarda ilk sırayı, genellikle dinî bayramların birinde olmak üzere, giyim-kuşam almaktaydı. Öğrencilere ayrıca vakıf kanalıyla ücretsiz yemek de verilirdi.
Osmanlı sıbyan mekteplerinde en önemli ders Kur’ân-ı Kerim’in öğretimi olmakla birlikte, dilbilgisi ve gramer (sarf-nahiv), yazı (hüsn-i hat), fıkıh/ilmihal, dinler tarihi, edep/ ahlâk, aritmetik derslerinin de okutulduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlı eğitim-öğretim sisteminin bu örgün boyutu dışında, yine aynı düzeydeki çocukları hedefleyen yaygın bir eğitimden de bahsedilebilir. Mekteplerin dışında, yine mekteplere benzer müfredatın takip edildiği bazı uygulamalar daha çok cami ve mescitlerde veriliyordu. Ayrıca zaviyelerin de zaman zaman bu işe tahsis edilebildiği görülmektedir. Bu yaygın faaliyetlerin dışında, ekonomik durumu müsait bazı ana-babaların, özellikle kız çocuklarının eğitim-öğretimi için özel muallimler tuttukları da bilinmektedir.
Osmanlılardaki sıbyan mektepleri, ilköğretimin nasıl işlediği, öğreticilerin ve öğrencilerin durumlarına dair arşiv kaynaklarından yararlanılarak yazılan Mefal Hızlı’nın Osmanlılarda İlköğretim ve Bursa Sıbyan Mektepleri adlı kitabını okuyunuz.
Tanzimat Sonrasında Sıbyan Mektepleri
Klasik dönem boyunca genel çizgisini bu biçimde devam ettiren sıbyan mektepleri özellikle Tanzimat sonrasında bazı müdahalelerle karşı karşıya kalmıştır. 1824, 1838, 1845 ve daha sonraki tarihlerde sıbyan okullarını ıslah etmek için bazı çalışmalar yapılmıştır. 1868 yılında İstanbul’da bir Daru’l-Muallimîn-i Sıbyan açılarak ilkokullara yetiştirilecek öğretmen konusunda önemli bir adım atılmıştır. 1869 yılında yürürlüğe konulan Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi ile; yapılacak yenilikleri kolayca uygulamak için sıbyan okulları dışında ibtidaî okulları açmak ve sıbyan okullarını tedricen ve muhafazakâr zümrelerin dikkatini çekmeden usûl-i cedid (yeni usûl) üzere ders veren bir duruma getirmek amacı güdülmüştü.
II. Abdülhamid devrinde hazırlanan Kanun-i Esasî’ye (1876) göre kız ve erkek çocuklarına ilköğretim mecburi hale getirilmiş ve böylece çocukların eşit şekilde eğitim imkânlarından yararlanması hukuken sağlanmıştı. 1879’da Maarif teşkilatında yapılan değişiklikle Maarif Nezareti bünyesinde Mekatib-i Sıbyaniye Dairesi kurulmuştu. Bu, devletin ilköğretim konusuna özenle eğildiğinin bir göstergesiydi.
II. Mahmud tarafından 1824’de çıkarılan Talim-i Sıbyân Hakkında Fermanda ise öncelikle zarurât-ı diniyenin öğretilmesi şart koşulmuş ve çocuklara Kur’ân talimi, tecvid ve ilmihal okutulması istenmiştir. Daha önceleri uygulanmaya çalışılan “çocuklarını mektebe göndermek yerine bir sanat öğrenmesini isteyen ebeveynin cezalandırılması” hükmü, padi- şahın bu fermanıyla daha da genişletilmiş ve böyle çocukları yanında çırak olarak çalıştı- ran kimselerin de aynı cezaya çarptırılması öngörülmüştü. Söz konusu uygulama, artık bu dönemden itibaren ilköğretimin zorunlu hale getirildiğini göstermektedir.
İlk Derecedeki Mektepler
İbtidâî Mektepleri: Tanzimat sonrasında yeniden şekil verilen eğitim-öğretim kurumlarından biri de ibtidâî mektepleridir. Tanzimatta dokunulmayan sıbyan mektepleri, 1862’de mekteplere dönüştürüldü ve mevcut 360 sıbyan mektebinden 36’sı ibtidâî mektep haline getirilerek yeni usulde eğitim ve öğretime başlandı.
1871’de sıbyan mektepleri ıslahatı daha genişleyerek devam etti. Ancak sıbyan mektepleri tamamen ortadan kalkmadı. Bir taraftan sıbyan mektepleri kendi içinde ıslahata tabi tutulurlarken, diğer taraftan da ibtidâîye programları geliştirildi. 1891’de şehirlerdeki ibtidâîler 3 yıl, köylerdekiler 4 yıldı.
Orta Derecedeki Mektepler
1. Rüşdiyeler: Sıbyan mekteplerinin programlarının geliştirilmesiyle meydana gelen bu orta seviyedeki okullar II. Mahmud tarafından 1839 tarihinde açılmıştır.
Rüşdiyelerde bir süre farklı öğrenim süreleri uygulandıysa da 1869’da 4 yıl olarak netleştiği görülmektedir. Tarih içinde rüşdiyeler, erkek, kız, karışık, askerî ve özel rüşdiyeler şeklinde bütün Osmanlı ülkesine yayılmıştır.
2. İdadiler: 1869’da orta öğretimin ikinci kademesi olarak açılan okullar 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’yle açılmıştır. Bu okullar, bugünkü lise karşılığı okullardır. Bu okullar, 4 yıllık rüşdiyeler üzerine 3 yıl olarak açılan okullardır. Nizamname, bu okulları rüşdiyelerin üstünde ve sultanîlerin altında göstermektedir.
Osmanlı tarihi boyunca adında ve ders programlarında yaşadığı bazı küçük değişiklikler dışında işleyişini büyük ölçüde devam ettiren sıbyan mektepleri, klasik devrin bir hatırası olarak Cumhuriyet dönemine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.
MEDRESELER
İslam medeniyetinde medrese, orta ve yüksek düzeyde eğitim-öğretim yapan örgün kurumların ortak adıdır. Medrese, memleketin ihtiyaç duyduğu kültürü veren ve elemanlar yetiş- tiren bir eğitim ve öğretim kuruluşudur. Daha önceki devirlerde olduğu gibi Osmanlı’da da şahıslar tarafından tesis edilen ve yaşaması için vakıflar tahsis edilen medreselerin hocalarına müderris, yardımcılarına muîd, talebelerine dânişmend, talebe ve suhte denirdi.
Geceleri Medine’deki mescitte yatan, gündüzleri de Hz. Peygamber’in bizzat verdiği dersleri takip eden Ashab-ı Suffe’nin bu faaliyetini İslâm’da ilk medrese/üniversite olarak kabul edenler olmakla birlikte kurumsal kimliğiyle medresenin ortaya çıkışı daha sonraki yüzyıllara rastlamaktadır.
Bu öğretim müesseselerinin ilk örnekleri X. yüzyılda, önce Taberan’da, sonra Bağdat’ta görülmektedir. Ancak İslâm dünyasında medreseler alanında en önemli isim Selçuklu veziri Nizâmülmülk’tür (öl.1092). Nizâmülmülk’ün Bağdat ve çevresinde kurduğu medreseler örnek alınmak suretiyle İslâm coğrafyasının değişik yerlerinde ve bu arada Anadolu’da da medreseler inşâ edilmeye başlandı. Gerçekten de, medreselerin geniş anlamda devlet eliyle kurulması, tahsilin parasız olması, öğrencilere burs bağlanması ve medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadara tespiti Selçukluların eseridir.
Osmanlı öncesi Selçuklu döneminde Anadolu’nun çeşitli yerlerinde köklü bilim kurumlarının yerleşmiş gelenekleri ile dönemin en önemli kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye, Endülüs, İran ve Türkistan’dan gelen bilim adamları, aynı zamanda Osmanlı topraklarındaki bilimsel nüveyi de oluşturmuşlardır. İslâm dünyasında XII. yüzyılda giderek sönmeye yüz tutan bilimsel aktivite ve heyecan, Osmanlılar sayesinde yaklaşık dört asır daha devam etme şansı bulmuştur. XVI. yüzyılagelindiğinde ise, etkinliğinin ve performansının zirvesine ulaşan bir İslâm bilimi ile karşılaşılmaktadır. Bunda, bilim ve kültür hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katan Osmanlıların büyük katkısının olduğu şüphesizdir. Artık bu dönemde, İslâm dünyasının bilinen kadim bilim merkezlerine Bursa, Edirne, İstanbul, Üsküp, Saraybosna gibi yeni kültür ve bilim merkezleri de ilave edilmiştir.
İlk Dönemin Önemli Bilim ve Kültür Merkezleri
İlk Osmanlı medreselerinde müderris olanların bir bölümü tahsilinin tümünü Anadolu’da tamamlıyor, büyük bir bölümü de ilk öğrenimlerinden sonra İslâm dünyasının ünlü bilim merkezlerine giderek değişik alanlarda kendilerini yetiştirip icazet alıyorlardı. XIV ve XV. yüzyıllarda Osmanlı ilim adamları ve geleceğin müderrisleri Mısır, İran ve Türkistan’a gitmişler ve oradaki medreselerde öğretimlerini tamamlamak suretiyle tekrar Anadolu’ya gelerek ilmî faaliyetlerine devam etmişlerdir.
İznik’te kurulan Orhan Gazi adındaki ilk Osmanlı medresesinin ve Osmanlıların ilk müderrisi Davud-ı Kayserî, öğrenimine Karaman beldesinde başladıktan bir süre sonra Kahire’ye gitmiş ve orada hadis, tefsir ve fıkıh usûlü ilimlerini okumuş, Mısır’da bir kaç sene kaldıktan sonra Anadolu’ya dönmüştür.
Bu seyahatler neticesinde gelişen bir ilim alış-verişinin yanında Anadolu’ya bilhassa Şam, Mısır, Maverâünnehr ve Horasan’dan bir kitap akımı da başlamıştı. Bu devir bilim adamlarından Molla Fenarî’nin 10.000 ciltlik zengin bir koleksiyonu vardı. Bunun yanında Osmanlı medreselerinde yetişen bilim adamlarının da bu devirde eser vermeye başlamaları ve bu eserlerin kopyalarının meydana getirilmesiyle de artık Osmanlı ülkesinde bir birikiminin başladığı görülmektedir.
Kuruluş Dönemi Bursa Medreseleri
Osmanlı medrese geleneğinin doğuşuna dair ilk örneklerine rastlanan Bursa ve havalisinde Osmanlı yükseköğretim kurumlarının ilki olan İznik medresesi Orhan Gazi tarafından l330/1331 yılında kurulmuştur. Böylelikle Orhan Gazi, İznik Orhaniyesi adıyla da anılacak olan bu medrese ile bir “ilk”e imza atmış ve eğitim-öğretim alanında vakıf kuran ilk Osmanlı padişahı olma ünvanını da elde etmiştir.
Bu şekilde başlayan medrese kurma yarışı, Bursa’da yine aynı padişah tarafından inşa edilen iki medrese ile devam etmiştir. Güçlü vakıfları bulunan bu medreselerin bina edildiği alanlar ve çevreleri, aynı zamanda halkın da yerleşim bölgeleri haline gelmişti. Vakıflar, medresenin yanı sıra cami, mektep, imarethane (aşevi), kütüphane vs. inşâsıyla oluş- turdukları külliyeler sayesinde, bu mahallerde ikamet etmekte olan vatandaşların dinî, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanmasına zemin hazırlamışlardı.
Orhan Gazi Bursa’nın fethinden yaklaşık on yıl sonra (1335) kentin en büyük manastırını medreseye çevirdiği gibi (Manastır Medresesi) ayrıca 1339-1340’da şimdiki Orhan Camii’nin yanında bir medrese daha yaptırmış ve her iki medreseye de vakıflar tahsis etmişti. Gerçekten de Orhan Gazi’nin yaptığı bütün bu atılımları arasında en çok dikkat çekeni kültür ve eğitim ağırlıklı faaliyetleridir.
Öte yandan yine kuruluş döneminde Bursa’da daha birçok medrese inşa edildiği gö- rülmektedir. Bunlar; Orhan Gazi’nin büyük komutanlarından Lala Şahin Paşa tarafından Bursa’da kurulan ve kendi adıyla anılan medresesi, I. Murad döneminde inşâ edilen Çekirge’deki Hudâvendigâr Medresesi, Ulu Cami civarındaki Esediye (Musallâ) Medresesi, Yıldırım devrinde yapılan Çandarlı Hayreddin Paşa’nın oğlu Ali Paşa Medresesi, Molla Yegân Medresesi, Eynebey Subaşı Medresesi, Ferhâdiye Medresesi, Molla Fenârî Medresesi ve Yıldırım Medresesi.
Medreselerin Fiziksel Yapısı
Osmanlı medreseleri, genellikle açık-avlulu ve revaklı bir avlunun etrafında inşa edilmiş talebe odalarından ve bu avlunun bir tarafında ders okutmaya ayrılmış eyvan gibi önü açık veya kapalı büyük bir dershaneden meydana geliyordu.
Medreseler ahşap ya da kargir olarak inşa edilmekteydi. Önce kârgir olarak bina edilmiş iken daha sonraları tamir sırasında ahşap yapıya dönüştürülen medreseler de vardı. Medreselerde göze çarpan önemli bölümlerden biri avludur. Avlular, medreselerin hücre sayısıyla orantılı olarak geniş bir alan kaplayabilmekteydi.
Medreselerde öğrenciler ile bazı görevlilerin kalmaları için inşâ edilmiş odalara hücre adı verilmekteydi. Talebeler, revakın arkasındaki küçük hücrelerde vâkıfın belirttiği şartlar doğrultusunda kalmaktaydı. Selâtin medreselerinde her hücrede bir öğrencinin kalması âdet haline gelmişti.
Medrese hücrelerinde, öğrencilerin rahat bir şekilde barınmasına uygun bazı eşyaların bulunuyordu. Bazı giyim eşyalarının konulacağı dolapların, yüklük ve minder tahtalarının da bulunduğu hücrelerde, ısınmak ve ihtiyaç duyulduğu zamanlarda kullanmak amacıyla ocaklar ve tahta döşemeler üzerinde hasırlar vardı. Hücrelerin sıvalı duvarlarına kireç badana yapılıyor ve hücre önlerinde, kömür konulmasına uygun biçimde tahtadan imal edilmiş kömürlükler konuluyordu.
Medreselerde ayrıca dershane olarak kullanılan ve genellikle avlunun güney kısmında, medresenin iki tarafındaki hücrelerin bitiminde yer alan ve yapıya bütünlük kazandıran büyük bir oda bulunmaktadır. Medrese dershanelerinin kıble yönünde genellikle bir mihrap bulunurdu. Ders saatleri dışında ve namaz vakitlerinde dershanelerin mescit işlevi de vardı. Çoğunlukla medreseler camilerin yanı başında inşa edilmekte ve öğrenciler namazlarını daha ziyade camilerde kılmaktaydı.
Dershaneler çoğu zaman kubbeli olarak bina edilmekteydi. Dershanelerin bir kısmı kiremitle, bir bölümü de kurşunla örtülü idi. Dershanelerde zemine hasır döşendiği, öğrencilerin minderler üzerinde oturduğu, müderrise ait bir kürsünün bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bazı medreseler kütüphanelere sahip idi. Genellikle medrese kurucuları, yaptırdıkları medreseye ya sahip oldukları kitapları vakfederek ya da bunun için bir fon ayırarak bir kütüphane oluşmasını sağlıyorlardı.
Bunlar dışında medresede, sakinlerinin ihtiyaç duyduğu başka birimler de yer alı- yordu. Tuvaletler, bazen medresenin dâhilinde, bazen de dışında bulunuyordu. Çama- şırhane ve mutfak, daha çok binadan ayrı inşa edilmekteydi. Ayrıca medreselere çeşme de yaptırılmaktaydı.
Osmanlı medreselerini, genelde, daha başlangıçta medrese olarak yapılması ya da zaviye iken medreseye dönüştürülmesi yönüyle ikiye ayırmak mümkündür. Kurucusuna ait yerlerde inşa edilen medreseler olduğu gibi, ilgili kişi ya da vakfa belirli bir ödeme yapılmak suretiyle, başkasına ait bir yerde de medrese inşa edilebilmekteydi.
Kuruluş Dönemi Osmanlı İlim Adamları
Osmanlıların ilk müderrisi Davud-ı Kayserî önde gelen bir Türk bilim adamı ve düşünü- rüdür. İlk tahsilini Karaman beldesinde yaptıktan sonra Kahire’ye gitmiş ve orada hadis, tefsir ve fıkıh usûlü ilimlerini öğrenmiştir. Mısır’da ancak bir kaç sene kalmış, Anadolu’ya gelişinde bir müddet Bursa’da ikamet etmiştir. Tasavvuf üzerine geniş bilgisi olan Davud-ı Kayserî, Muhyiddin İbn Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem adlı ünlü eserine geniş bir şerh yazmış ve bu şerhin başına bir de mukaddime eklemiştir. Bu eserde tasavvuf ilminin esaslarını açıklamıştır. 1351 yılında vefat etmiş olup kabri İznik’tedir. Hadis, tefsir, fıkıh ve tasavvuf ilimlerine dair yirmiyi aşkın eseri vardır.
İlk Osmanlı medresesi Orhan Gazi tarafından İznik’te kurulmuş ve bu medresenin başına da Davud-ı Kayserî getirilmiştir. Dolayısıyla Osmanlıların ilk resmî müderrisi de aynı kişidir.
Davud-i Kayserî’den sonra İznik’deki Orhan Gazi Medresesi’ne Tâceddîn-i Kürdî ve Alâeddîn Esved müderris olarak atanmışlardır. Yine bu dönemdeki ünlü bilim adamlarından biri olan Molla Fenârî, tasavvuf, mantık ve diğer aklî ilimlerde söz sahibi idi.
Diğer bir ilim adamı, matematikçi ve astronom Kadızâde-i Rûmî adıyla şöhret bulan Musa Paşa’dır. Kadızâde, aslen Bursalı olup burada tahsilini tamamladıktan sonra önce Horasan’a, sonra da Türkistan’a giderek ders görmüş ve Semerkant’ta rasathane müdürlü- ğüne, daha sonra da Semerkant Medresesi başmüderrisliğine yükselmiştir.
Osmanlı kuruluş döneminde bunlardan başka değişik alanlarda Molla Yegân, Murad b. İshak, Hacı Paşa adıyla meşhur Celâleddin Hızır, Şeyh Cemâleddin-i Aksarayî, Taceddin İbrahim ve Hüsameddin-i Tokadî gibi bilim adamları da yetişmiştir.
Kuruluş Döneminde Osmanlı Medrese Düzeni
Medreseleri Selçuklulardan devralan Osmanlılar, mimari ve teşkilat yapısı bakımından son derece önemli gelişmeler kaydetmişlerdir. Bağlı bulundukları vakıfların destekleriyle hizmetlerini sürdürebilen medreseler, fizikî bakımdan eğitim-öğretime en elverişli şekilde inşâ edilmekteydi.
Medrese ve mektep yaptırmayı ibadet sayan Osmanlılar, medreselerin dershanelerini kıble tarafına bakacak şekilde inşa etmeye özen götseriyorlardı. Sayıları 5-22 arasında de- ğişen medrese odalarında öğrenciler, XIX. asır sonlarına kadar, tek başlarına kalıyorlardı. Oda sayısına paralel öğrenci mevcudu barındıran medreselerde, öğrencilerin derslerini tekrar ettiren ve bir sonraki dersi hazırlamakla görevli muîdler de kalabiliyordu.
Her öğrenciye, en az bir din görevlisinin günlüğü tutarında bir burs bağlanmakta, yine ücretsiz olarak günde iki öğün de yemek verilmekteydi. Bu öğünlerde et yemeği çıkması- na oldukça itina gösterilmekteydi. Öğrencilere vakıflarca derslerin medrese dışında yapılması durumunda yaylâkiye, bahâriye ve nehâriye adlarıyla ek ödemeler yapılıyordu.
İcâzetini alan bir talebe, şayet müderrisinin dikkatini çekecek performans sergilemişse muîd olarak tayin olunur, muayyen bir müddet muîdlik yaptıktan sonra yine müderrisin referansı ile kendisine bir medrese verilirdi. Medreseye tayinlerinde müderrislere berat verilirdi. Sağlanan bütün bu imkânlar, öğrencilerin geçinme, barınma vb. sıkıntılarını asgariye indirerek çalışma şartlarını en üst seviyeye çıkarmayı amaçlıyordu.
İlk dönem medreseleri yirmili, otuzlu, kırklı, hariç, dâhil şeklinde derecelerle anılı- yordu. Bunlar, bir bakıma ders veren müderrislerin aldıkları günlük ücretleri gösteriyordu. Yirmi akçe ile başlayan müderris yevmiyeleri, altmış ve hatta bazı özel durumlarda daha da yükseğe çıkabiliyordu. En düşük yevmiyeli bir medresede görev alan bir müderrisin maaşı, herhangi bir mescitte görev yapan imamın 4-5 katına eşitti. Aldıkları ücrete ek olarak her gün verilen yemek ve sağlanan lojman imkânı, müderrislerin eğitim-öğretimde performanslarının en üst düzeye çıkmasını sağlıyordu.
Osmanlı medreselerinin hiyerarşisi müderrislerin bir günde aldıkları ücretlere göre düzenlenmişti. Medreselerin en düşüğü yirmili adını almış, en yükseği ise Kanuni dönemiyle birlikte Dârülhadis olarak belirlenmişiti.
Osmanlılarda ilk devirlerde medreselerde derecelerine göre çeşitli zamanlarda değişik dersler okutulmuştur. Detay bilgilerimiz olmamakla birlikte, İslâm coğrafyasının diğer medreselerinde okutulmuş ya da okutulmakta fıkıh, hadis, tefsir, fıkıh usulü tarzındaki dersler (naklî ilimler) ile mantık, kelâm, belâgat, lügat, nahiv, hendese, hesap, hey’et ve felsefe gibi derslerin (aklî ilimler) Osmanlı medreselerinde de verildiği şüphesizdir.
Medreselerde dersler, genelde Türkçe verilmekle beraber çoğunlukla dinî ve Arapça yazılmış eserleri anlama yönünden bu dil üzerinde ciddiyetle duruluyordu. Medrese hocalarının ve talebelerinin Arapçayı iyice öğrendikleri konusunda şüphe yoktur.
İlk devir Osmanlı medreselerinde, Selçuklularda olduğu gibi Hanefî fıkhı üzerinde ders verilirdi. Osmanlı medreselerinde baştan itibaren müderrisler hep maaşlı idi. Maaş yanında müderrislere, onların yardımcıları ve asistanları durumundaki muîdlere ve öğ- rencilere de yiyecek yardımında bulunulurdu. Müderrislere günlük maaş yanında birtakım yan ödemeler de yapılırdı. Bu yan ödenekler senelik veya mevsimlik olarak veriliyordu. Kışlık yakacak olarak ücretsiz odun verilmesi de âdetten idi.
Osmanlılarda İhtisas Medreseleri
Osmanlı medreseleri başlangıcından son yüzyıla kadar genelde umumi statüde olmakla birlikte, ihtisas adı verilen ve belli uzmanlık alanlarına göre de sınıflandırılmıştır. İhtisas medreseleri üçe ayrılmıştır:
1. Darülkurra: İslâm dininin kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerim ve onunla ilgili ilimlerin öğretidiği medreselerdir. 2. Darülhadis: İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in söz, fiil ve davranışlarını bilimsel yöntemlerle ele alan derslerin okutulduğu medreselerdir. 3. Daruttıb: Tıbbî gelişmelerin ve derslerin uzman tabip ve hekimler aracılığıyla öğrencilere öğretildiği ve derslerden çok pratiğin temel alındığı medreselerdir.
İlmiye Mensuplarının Hizmet Alanları
Osmanlı döneminde, en az altmışlı dereceden bir medrese mezununun önünde üç istihdam seçeneği vardı:1. Müderrislik 2. Kadılık 3 Müftülük
Müderrislikte belli bir süre görev yapan bir kişi, en son görev yaptığı medrese gö- revi eksen alınarak yatay geçiş yöntemiyle kadılık ya da müftülük görevine geçebilirdi. Söz gelimi bir kadı adayı en alt seviyedeki bir kadılıktan başlayarak Kadıaskerlik, hatta Şeyhülislamlığa kadar yükselebilirdi. Yine dilerlerse diğer hizmet alanlarına yatay geçiş yapabilirdi.
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde müftülük, kadılık ve müderrislik, Molla Fenarî örneğinde olduğu gibi, tek kişide toplanması mümkün iken sonraları bu görevler ayrı ayrı şahıslara verilmiştir.
Fatih ve Sonrasında Osmanlı Medrese Düzeni
Osmanlı Devleti sınırları içindeki medreselerin hiyerarşisi, Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan Sahn-ı Semân ile birlikte yeniden düzenlendi. Medreseler -Enderun mektebi hariç tutulacak olursa- giderek yükselen hiyerarşik bir yapıya sahipti. Buna göre, en alt seviyede kelâm alanıyla ilgili Hâşiye-i Tecrîd adlı kitabın okutulduğu Tecrîd medreseleri bulunmakta idi.
İkinci sırada belâgata dair Miftâh adlı eserin okutulması nedeniyle bu adı alan medreseler vardı. Miftâh medreselerinden sonra Kırklı medreseler geliyordu. Kırklı medreselerin üzerinde ise Hariç Ellili medreseler yer almaktaydı. Hariç medreseleri, umumiyetle Osmanlılardan önceki Müslüman devlet yöneticileri, yani hükümdarlar, onların oğulları, kızları veya devlet erkânı tarafından yapılmışlardı. Osmanlı döneminde devlet adamları tarafından yaptırılan medreseler de daha ziyade bu kategoriye dâhil edilmişti.
Hariç Ellili medreselerin hemen üstünde Dâhil Ellili medreseler bulunuyordu. Bunlar Osmanlı padişahlarıyla şehzadeler, valide sultanlar, hanım sultanlar ve padişah kızları tarafından yaptırılmışlardı. XVI. yüzyıldan sonra, devlet erkânı tarafından yaptırılan birçok medrese de Dâhil statüsünü kazanacaktır. Her iki medrese arasındaki fark ‘itibarî’ idi. Zira ulemaya göre hükümdarlar tarafından yaptırılan medreselerde ders vermek bir imtiyaz ve itibar göstergesiydi. Fatih külliyesi içinde statüsü en yüksek olan medreseler ise Sahn-ı Semân medreseleri idi.
Kanunî ve Sonrasında Medrese Düzeni
Bu medrese düzeni, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Süleymaniye medreselerinin yapılışıyla büyük ölçüde değişmiş ve genişletilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566), ordunun tabip, cerrah ve mühendis ihtiyacını karşılamak üzere bir tıp medresesi/dârüşşifa, riyaziyat öğretimine mahsus dört tane medrese, ayrıca hadis alanında üst düzeyde öğretim yapan bir de dârülhadis kurmuştur. Kanunî devrinde yapılan düzenlemeyle öğretim, dâhil statü- lü medreselerden sonra iki kola ayrılmıştır. Birincisi Sahn-ı Seman medreselerinde hukuk, ilâhiyat ve edebiyat dallarında yapılan öğretim, ikincisi ise Süleymaniye medreselerinde riyaziyat ve tıp alanlarında yapılan öğretimdir. Bunların üzerinde de dârülhadis öğretimi vardı.
Ahmed Cevdet Paşa, XIX. yüzyılın sonlarına kadar varlığını sürdürecek olan bu medrese düzenini şu sıralamayla verir: 1. İbtidâ-i Hâriç / 2. Hareket-i Hâriç / 3. İbtidâ-i Dâhil / 4. Hareket-i Dâhil / 5. Mûsıla-i Sahn / 6. Sahn-ı Semân / 7. İbtidâ-i Altmışlı / 8. Hareket-i Altmışlı / 9. Mûsıla-ı Süleymâniye / 10. Süleymaniye / 11. Hâmis-i Süleymaniye / 12. Darülhadis.
Bu sıralamada kırklı ve daha küçük medreseler dikkate alınmamış olmakla birlikte eğitim-öğretime devam ettikleri şüphesizdir. Bu derecelendirme, İstanbul, Edirne, Bursa gibi büyük şehirlerdeki medreseler için geçerliydi. On iki payeli bu sistem II. Meşrutiyet’e kadar sürmüştür.
II. Meşrutiyet döneminde medreselerin ıslah gayretleri içinde İstanbul´da bulunan bütün medreseler Şeyhulislam ve Evkaf Nâzırı Mustafa Hayri Efendi’nin zamanında çı- karılan Islâh-ı Medâris Nizamnâmesi (1914) ile Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi adı altında birleştirilmiş ve tâli kısm-ı evvel, tâli kısm-ı sâni ve âlî kısım olmak üzere her biri dört yıllık üç seviyede düzenlenmiştir. Taşra medreselerinde ise eğitim süresi beş yıldı.
Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreseleri üstünde “Medresetü’l-Mütehassısin” adı ile bir ihtisas medresesi kurulmuştur. Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi’nin döneminde, 1916’da çıkarılan nizamnâme ile bu medreselerin eğitim süreleri yeniden düzenlenmiş ve klasik dönemde olduğu gibi ibtidâ-i hâriç, ibtidâ-i dâhil, Sahn ve Süleymaniye isimleriyle anılmaya başlanmıştır. 1845’de kadı yetiştirmek için Süleymaniye’de kurulan Muallimhane-i Nüvvab medresesi 1908’de Mekteb-i Nüvvâb, 1909’da ise Medresetü’lKuzât adıyla faaliyetini sürdürmüştür. II. Meşrutiyet döneminde imam hatip ile vâiz yetiştirmek için Medresetü’l-Eimme ve’l-Hutabâ ile Medresetü’l-İrşad ayrıca 1914’te hat ve onunla ilgili klasik sanatları okutmak üzere Medresetü’l-Hattâtin kurulmuştur. Modern üniversite yapısı içinde dinî ilimlerin eğitimi için 1900’de tesis edilen Dârü’lFünûn-ı Şâhâne’ye bağlı olarak kurulan Ulûm-i Âliyye-i Dîniyye (İlahiyat) Şubesi, 1914’de çıkarılan Islâh-ı Medâris Nizamnamesi ile Dârü´l-Hilâfeti´l-Aliyye’nin medreselerinin âlî kısmına devredilmiştir.
Medrese eğitiminde uzun zaman tartışılıp yapılması istenilen bu köklü düzenlemelerden beklenen semereler tam olarak ortaya konmadan, 1924 tarihli ve 430 sayılı Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile Osmanlı medreseleri tarihe karışmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir İmam Hatip Mektebi ile İstanbul Dârü’l-Fünûnu’nun bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi açılıp kısa süre sonra kapatılmıştır.
Öğretim Programları
Osmanlı medreselerinin bir sistem içinde kurulmasında ve teşkilâtın işlemesinde, ilk önemli adım Fatih Sultan Mehmed tarafından atılmıştır. Kurduğu medreselerle Osmanlı ilim tarihine adını yazdıran Fatih, medreseler teşkilatının ve ders programlarının dü- zenlenmesi görevini, bilimsel kariyere sahip bir heyete havale etmişti. Ali Kuşçu, Molla Hüsrev ve Mahmud Paşa’dan oluşan komisyonun hazırladığı tüzük, padişah tarafından “kanun” haline getirilmişti.
Kânûnî Süleyman’ın, Fatih’ten yaklaşık bir asır sonra kurduğu külliye için hazırlanan vakfiyede, medrese dersleri ve kitapları konusunda pek bilgi yoktur. Osmanlılarda, eğitim-öğretim alanında zirveye çıkılan bu dönemde, Kânûnî’nin Süleymaniye Vakfiyesi’nde dârülhadis için ayrılan bölümden anlaşıldığına göre, bu medresede, hadis alanında en önemli eserler sayılan Buharî, Müslim, Mesâbih ve Meşârik okutulmakta, ayrıca tefsir ile ilgili eser veya eserler takip edilmekteydi.
Osmanlı Medreselerinde Okutulan Dersler ve Kitaplar
Osmanlı medreselerinde XVI. yüzyılın ortalarına kadar müderrisin merkezde olduğu bir sistem hâkim idi. Aslında bu gelenek Osmanlılardan önce de vardı. Eğitim-öğretim faaliyetleri, devlet tarafından sınırları ve muhtevası net olarak belirlenmemiş ve vakıf kurucusunun kısmen tespit ettiği, ama daha çok geleneğin yönlendirdiği bir biçimde yü- rütülmüştü. Devlet, medreseleri sadece yakından takip etmeye çalışıyor, ama müdahale mekanizmasını büyük ölçüde işletmiyordu.
Bizzat müderrisin yönetiminde görülen derslerin işlenmesi, seçilen kitabın takip edilmesi tarzında olurdu. Belli sürede okunması gereken kitap ya da kitapların belirli bölümleri tamamlanmadıkça başka bir derse geçilmesi söz konusu değildi. Bu anlamda medreselerde sınıf geçme değil, ders/kitap geçme yöntemi uygulanmaktaydı.
Dersler, her biri için esas olarak alınmış olan bir veya birkaç ana kitap üzerinde takrir yoluyla yapılırdı ve dersler bu kitapların adı ile anılırdı. Okutulan dersler aşağı dereceli medreselerde muhtasar (özet), yüksek dereceli medreselerde ise mufassal (ayrıntılı) olarak işlenmekteydi.
İslâm coğrafyasında olduğu gibi o dönemde medreselerde tahsil olunan bütün ilimler, “aklî” ve “naklî” olmak üzere iki gruba ayrılıyordu. Osmanlı medreselerinde okunan ilimler farklı bir tasnifle “ulûm-ı âliye ( )”علوم آليهve “ulûm-ı ‘âliye ( )”علوم عاليهolarak da isimlendirilmişti. Sözgelimi İsmail H. Uzunçarşılı, genel olarak medreselerde okunan ve okutulan kelâm, mantık, belâgat, lügat, nahiv, hendese, hesap, hey’et, felsefe, tarih ve coğrafya ile ilgili dersleri “ulûm-ı âliye”; aralarında Kur’ân, hadis ve fıkıh konuları bulunan diğer dersleri de “ulûm-ı ‘âliye” (yüksek ilimler) olarak iki ana başlık altında değerlendirir.
Fatih döneminde hazırlanan bu tür kanunnamelerde hangi derecedeki medresenin ne tür dersleri okutacağı belirtilmektedir. Sözgelimi, “Yirmili” medresede “belâgat”, “kelâm” ve “fıkıh” adıyla üç temel dersin ve ilgili kitapların okunduğu görülmektedir. Ancak bu ve daha yukarı medreselerde, derslerin ve kitapların anlaşılmasını kolaylaştırmak için öğrencinin öncelikle bazı temel gramer ve mantık derslerini almış olmaları gerekir. Bu derslerde; Arapça gramerin sarf kısmında Emsile, Binâ, Maksud, İzzî ve Merah; nahiv kısmında Avâmil, İzhâr ve Kâfiye; mantık dersinde Şerh-i Şemsiyye, Şerh-i Tevâli, Şerh-i Metâli‘, Şerh-i İsagoci; fıkıh usulü dersinde de Telvîh kitaplarının tamamının ya da bir bölümünün okunması gerekiyordu.
Osmanlılarda Askeri Eğitim Kurumları
Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin ilk zamanlarında gönüllülerden oluşan ilk Osmanlı ordusu, I. Murad devrinde Yeniçeri teşkilatının kurulmasıyla eğitimli bir yapıya kavuştu. l826’da Yeniçerilğinilgasından sonra da Osmanlı’da askerî eğitim müesseseleri açılmaya devam etti. Bu müesseseleri şöyle özetlemek mümkündür:
1. Acemioğlanlar Ocağı: Pençik ve Devşirme usulleriyle toplanan çocuklar, yetiştirilmek amacıyla önce bir Türk ailesine verilir ve oradan da Acemioğlanlar Ocağı’na gelirlerdi. Bu çocuklar, burada bir yandan Sıbyan Mektebi eğitimi alırken diğer yandan da askerî disiplinle Yeniçeri Ortası’na hazırlanırdı. Bu ocak, l826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar varlığını devam ettirdi.
2. Yeniçeri Ocakları: I. Murad’ın Edirne’yi fethinden sonra l362’de Edirne’de kurulmuştur. Acemioğlanlar arasından seçilen kıdemli oğlanlar, Cemaat Ortaları, Sekbanlar ve Ağa Bölükleri’nde eğitime tabi tutulurlar. Bu eğitimin orta seviyede bir eğitim olduğu anlaşılmaktadır.
3. Enderun: Orduya kurmay yetiştirmek üzere açılmış bir yükseköğretim kurumudur. Burada eğitim ve öğretim, Büyük ve Küçük Oda, Doğancı Koğuşu, Seferli Koğuşu, Kiler Koğuşu, Hazine Odası ve Has Oda denilen bölümlerde yapılırdı.
Tanzimat Sonrasında Orta ve Yüksek Öğretim Kurumları
Askeri Alandaki Kurumlar
1. Askerî Rüşdiyeler: Yüksek seviyedeki askeri okullara öğrenci hazırlamak maksadıyla 1875’de açılan orta seviyedeki okullardır.
2. Askerî İdadiler: 1845’te açılmış bu okullara Rüşdiye mezunları imtihanla alınırlardı. 1869 nizamnamesiyle bu okullar orta öğretimin ikinci kademesi olarak belirlenmiştir.
3. Hendesehane Mektebi (Humbarahane): Islahat döneminin açılan ilk askerî mektebidir. Ahmed Paşa, 1734’te Üsküdar’da açılan bu mektebin kurucusu ve ilk öğretmenidir. Humbarahane de denilen bu mektepte ordunun ihtiyacını karşılamak amacıyla çağa uygun teknik ve uzmanlık eğitimi yapılmıştır.
4. Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyun: Bahriye zabitlerini yetiştirmek için açılmış bir yüksek okuldur. Hendesehane Mektebi’nin bir devamı olan bu mektep daha sonraları “Mühendishane-i Bahri-i Hümayun” adını almıştır.
5. Mühendishane-i Berrî-i Hümâyun: Kara Mühendishanesi de denilen bu yüksekokulda Topçu zabiti ve kurmayı yetiştirilmiştir. 1796’da Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun’un genişletilmesiyle tesis olunmuştur.
Yüksek Öğrenim Kurumları
1. Mekteb-i Mülkiye-i Şâhâne: Osmanlıda açılan ilk sivil yüksek okuldur. Kaymakamlık, müdürlük gibi mülkiyede istihdam olunacak elemanları yetiştirmek üzere l859’da İstanbul’da açıldı.
2. Hendese-i Mülkiye Mektebi: Daha önce açılan iki mühendishane mektebinin ihtiyaçları karşılayamaması üzerine 1883’te açılmıştır. İlk defa şube halinde Mühendishane-i Berrî-i Hümayun yanında açılan bu mektebin ismi 1909’da Hendese-i Mülkiye Mektebi oldu.
3. Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne: Sivil tabip yetiştirmek maksadıyla l867’de açılmış bir yüksek okuldur. Başlangıçta beş yıl olan bu mektep, önce altı yıla daha sonra da yedi yıla çıkarılmış, 1908’de askerî tıbbıye ile fakülte olarak birleştirilmiş ve 4 Mart l9l5’te de Dâru’l-funûn’a bağlanmıştır.
4. Mekteb-i Hukûk-ı Şâhâne: Batı modelinde açılan mahkemelere hâkim yetiştirmek maksadıyla açılmış mekteptir. 1870’de Dâru’l-funûn-i Osmanî içinde bir şube olarak İlm-i Hukuk şubesi ve l874’te Galatasray Mekteb-i Sultanisi bünyesinde İlm-i Hukuk Mektebi açılmıştı.
5. Ticaret Mektebi: 1882’de açılmış üç yıllık bir yüksek okuldur.
6. Dâru’l-Muallimîn: Rüşdiye, İdadi ve Sultanilere öğretmen yetiştirmek üzere l6 Mart l848’de açılmış bir yüksek okuldur. Medreselerden alınan talebelere burada Türkçe, Arapça, Farsça dilleri ile hesap ve coğrafya dersleri verilerek bunlarla kısa zamanda öğretmen ihtiyacı karşılanmak istenmiştir.
7. sDâru’l-funûn: Osmanlı eğitim ve öğretimine şekil vermek üzere Meclis-i Maarif-i Umumiye, sistemi ilk, orta ve yüksek olarak tesbit ettikten sonra 21 Temmuz 1846’da hazırladığı bir layiha ile isteyen her Osmanlı vatandaşı için bütün ilim ve fenleri öğretmek için Osmanlı Devleti’ne kaliteli memur yetiştirmek maksadıyla İstanbul’da bir Dâru’l-Funûn açılması istenmişti.
1870’te maarif nazırı Safvet Paşa’nın hazırladığı Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne göre Dâru’l-Funûn-i Osmanî üç şube (fakülteden) oluşuyordu. Bunlar, Felsefe ve Edebiyat Şubesi, Ulûm-i Tabiiyye ve Riyaziye Şubesi, Hukuk Şubesi. Dâru’l-Funûn’da öğretim dört yıl idi.
Osmanlılarda Yaygın Eğitim Kurumları
Yaygın eğitim, her yaş ve seviyedeki insanlara medrese ve mekteplerin dışında verilen eğitimdir. Bu müesseselerin de kendilerine özgü teşkilatı bulunmaktadır. Osmanlı tarihi boyunca hangi mekânların yaygın eğitim kurumları oalarak kullanıldığına ilişkin bilgileri şöyle özetleyebiliriz:
İslâm’ın ilk dönemlerinden beri camilerin önemli fonksiyonlarından biri de eğitim ve öğretim olmuştur. Osmanlılarda Dârulkurra ve Dârülhadis medreselerinin birçoğu camilerde açılmışlardır. Modernleşme döneminde ise medreselere ek olarak camiler içinde “dersiye” adı verilen örgün eğitim müesseseleri açılmıştır.
Osmanlı coğrafyasının camilerden sonra en yaygın dinî kurumları tekkeler idi. Tarikat âdab ve erkânının öğretildiği ve icra edildiği yerler olmakla beraber, aynı zamanda birer eğitim ve öğretim yerleridir. Tekkelerde Tefsir, Hadis, Fıkıh, Siyer-i Nebi, Türkçe, Arapça ve Farsça gibi birçok ilimlerin okutulduğu görülür.
Osmanlılarda birçok camide, tekkede ve medresede kütüphaneler vardı. Ayrıca müstakil kurulmuş kütüphaneler de bulunmaktadır. Kütüphaneler, bir yandan halkın okuma ihtiyacını karşılarlarken diğer yandan da uzman kütüphaneciler (hafız-ı kütübler) sayesinde eğitim ve öğretim faaliyetleri yürütülürdü.
Osmanlı’da ilk olarak XV. asırda Bursa’da ortaya çıkan ve eski kitap satıcılığı demek olan sahhaflığın daha sonraları Edirne ve İstanbul’da da yaygınlaştığı görülmektedir. Sahhaflar, daha çok cami avlularında (İstanbul’da Eyüp, Fatih ve Bayezid camileri) sergilerini açarlardı. Matbaanın Türkiye’ye gelmesinden sonra yazma ve matbu eserler satan sahafların dükkânlarında ilimle uğraşan ulema, talebe ve kitap meraklıları sohbet ve müzakereler yaparlardı.
Fütüvvet ve ahiliğin devamı olarak XV. asırda Osmanlı toplumunda ortaya çıkan loncalar da meslek mensuplarının yetiştirilmelerine ait eğitimleriyle önemli bir yaygın eğitim kuruluşudur.
Öte yandan, İslâm tarihinde Emevilerden beri saraylarda devam eden ve yaygın eğitim kapsamına giren gelenek Osmanlılarda Osman Gazi ile başlamış ve yıkılıncaya dek devam etmiştir. Padişah hocaları, hem sultanlara müşavirlik ediyor hem de şehzadelerin eğitimleriyle meşgul oluyorlardı. Sarayda ayrıca erkâna ve davetlilere Kur’ân merkezli huzur dersleri yapılırdı.
Bunun dışında İslâm tarihi boyunca olduğu gibi Osmanlılar döneminde de başta ulema evleri olmak üzere varlıklı âilelerin konaklarında zaman zaman dersler ve sohbetler yapılırdı. Ulema evleri öğrenmek isteyen herkese açık yerlerdi. Ayrıca sohbet etmek, kahve içmek gibi amaçlarla toplanılan kıraathaneler de birer yaygın eğitim mekânıydı.
Raflarında bulunan kitaplar herkese açıktı. Bilim adamlarının da zaman zaman uğradığı bu yerler ayrıca gelen şairler, meddahlar ve saz şairler sebebiyle birer edebî muhit haline gelmişti.
Modernleşme döneminde ise Osmanlı yaygın eğitimine başka kurumların da dâhil olduğunu görüyoruz. Bunlar daha çok XX. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış İstanbul merkezli kurumlar olup başlıcaları şunlardır:
1. Dâru’l-Mesnevî: Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin Mesnevî’sini tahsil etmek amacıyla İstanbul’da Çarşamba’da Murat Molla Dergâhı’nda açılmıştır. 2. Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye: Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye 1918’de Sultan Mehmed Re- şad zamanında Şeyhülislamlığa bağlı olarak kurulmuştur. 3. Encümen-i Dâniş: Osmanlı toplumunda ortaya çıkan kurumlardan biri de Encümen-i Dâniş’tir. Başta Ahmed Cevdet Paşa olmak üzere devrin Osmanlı aydınlarının öncülüğünü yaptığı bu encümen, Abdülmecid’in iradesiyle Fransız ilimler akademisi örneğinde oluşturulmuş Osmanlı’nın ilk ilimler akademisidir.
Adıvar, A. A. (1982). Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul. Akgündüz, H. (1997). Klasik Dönem Osmanlı Medrese Sistemi, İstanbul. Akyüz, Y. (1985). Türk Eğitim Tarihi, Ankara. Atay, H.(1983). Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul. Baltacı, C. (1976). XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul. Baltacı, C. (1993). “Osmanlı Eğitim Sistemi”, Osmanlı Asiklopedisi, c.II, s.7145, İstanbul.Bilge, M. (1984). İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul. Çelebi, A. (1983). İsl amda Eğitim-Öğretim Tarihi (çev. Ali Yardım), İstanbul. Ergin, O. (1997). Türk Maarif Tarihi, c.I-IV, İstanbul. Ergün, M. (1996), II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), Ankara.Hızlı, M. (1997). Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Dönemi Bursa Medreselerinde Eğitim-Öğretim, Bursa. Hızlı, M. (1999). Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Döneminde İlköğretim ve Bursa Sıbyan Mektepleri, Bursa. Hızlı, M. (1998). Osmanlı Klasik Döneminde Bursa Medreseleri, İstanbul.Kazıcı, Z. (1999). İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul. Kodaman, B. (1980). Abdülhamid Devri’nde Eğitim Sistemi, İstanbul. Pedersen, J. (1979). “Mescid”, İslam Ansiklopedisi, c.VIII, s., İstanbul.Tekindağ, M. Ş. (1973). “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi, İstanbul.Unat F. R. (1984). Türk Eğitim Sisteminin Gelişimine Tarihi Bir Bakış,Ankara.Uzunçarşılı, İ. H. (1984). Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara.Yaltkaya, Ş. (940). “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I’den ayrı basım, İstanbul.
İslâm Hukuk Kurumları
Bir ülkeye yerleşmiş insan topluluğunun düzenini kuran ve temsil eden siyasî iktidarın, kişiliğe ve egemenliğe sahip bir kuruluş biçimindeki görünüşü devlet olarak tanımlanır. Toplumun ihtiyaçlarını karşılamak ve toplum için faydalı olan şeylerin yapılması onun varlık sebebidir. Devletin en temel görevi budur.
Bir ülkede yaşayan toplumun adaletli bir şekilde yönetilmesi, kişi hak ve özgürlüklerinin sağlanması, toplumda barış ve huzurun temin edilmesi için vazgeçilmez yöntem, devletin bütün faaliyetlerini hukuk kurallarına uygun olarak yürütmesidir. Bu sebeple bir devlet, ortaya koyulan ve genel kabul görmüş yasalarla toplumu yönetir. Bu arada toplumun bazı fertlerinin, diğerlerine haksızlık yapması durumunda onları önleyici ya da cezalandırıcı yöntemlere başvurabilir. Böylelikle kişi ve toplum haklarının ihlalinin önüne geçilmiş olur. Dolayısıyla kişi ve toplum huzurunun güvencesi büyük ölçüde hukuk devletidir. Bunu tamamlayan husus ise hâkimlerin bağımsız ve tarafsız olmalarıdır.
İslâm medeniyetinde adalet, hak ve hukuk konularına son derece özen gösterilmiştir. Bu medeniyetin en temel değerlerinden birisi adalettir. Bu konunun daha iyi anlaşılması için hak ve hukuk kavramlarının İslâm geleneğinde nasıl algılandığı ve hayata geçirildiğini bilmek durumundayız.
HAK VE HUKUK
Yüce Allah’ın da güzel isimlerinden biri olan “Hak” kelimesinin çoğulu “hukuk”tur. Hak kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de pek çok anlamıyla 285 ayette yer almaktadır. Konumuzla ilgisi bakımından “hak”, zulmün aksi olan “adalet” anlamıyla şu ayette görülür: “Allah hak (ve adalet) ile hükmeder” (Mümin, 40/20).
İslâm’a göre hakkın kaynağı ilâhi iradedir, Yüce Allah’tır; çünkü ondan başka Hâkim yoktur. İslâm’da haklar, şer‘î kaynaklar olan kitap, sünnet, icma ve kıyas ile belirlenen ilâhi ihsanlardır. Dinî haklarda, hakkın sahibi Allah, diğer haklarda gerçek veya tüzel (hükmî) kişilerdir.
Bir kişiyle ilgili üç çeşit haktan bahsedilebilir: Allah hakkı, insan hakkı ve ortak hak.
“Hukukullah” da denilen Allah hakkı, anahatları Kur’ân ve Sünnet’te belirlenmiş, yapılması durumunda Allah’a daha çok yaklaşmayı ve toplum yararı sağlayan emir ve yasaklardır. Bu kapsamdaki eylemler arasında namaz, oruç, zekât vs. gibi ibadetler ile iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, hırsızlık, içki, zina vs. gibi suçlardan sakınmak, ortak kullanım haklarını korumak sayılabilir.
Hukuk Kurumları
“Hukuku’l-ibâd” da denilen insan hakkı, özel olarak kişilerin haklarını korumayı hedef alan haklar olup daha çok “kul hakları” kavramıyla ele alınır. Genel ya da özel olan bu haklarda hak sahibinin; affetmesi, sulha yanaşması, ibra etmesi ya da mübah kılmasıyla hakkı düşürmesi mümkün ve caizdir. İnsan hakkı aleyhine işlenen her suç için ayrı ceza gerekir. Bu tür cezaların uygulanması hak sahibi veya velisinin kişisel şikâyetiyle mümkün olur.
Ortak hak ise Allah ve insan hakkının bir arada bulunduğu haklardır. Bunların bazı- larında kul, bazılarında Allah hakkı üstün olur. Sözgelimi insanın hayatını, aklını, sağlı- ğını ve malını korumada iki hak vardır; fakat Allah hakkı, toplum yararının genel olması yüzünden daha baskındır. Kul hakkı üstün olan hakların başında ise kısas ve diyet gelir. Toplumu katl suçundan temizlemek Allah hakkı, maktülün velisinin kinini dindirmek ve onun gönlünü hoş etmek ise kulun hakkıdır. Bu hak daha üstün kabul edilmiştir.
Allah hakkı olan ibadetleri, normal zamanlarda azimete; acz, hastalık veya yolculuk hallerinde ise ruhsata uyarak ifa etmek mümin için bir hak ve görevdir. Kul haklarının yerine getirilmesinde ise yükümlünün isteği ve rızası belirleyicidir.
Haklar ayrıca konusuna göre malî olan ve olmayan, şahsî ve aynî, mücerret olan veya olmayan gibi bazı bölümlere ayrılır.
İSLÂM’DA ADALET ANLAYIŞI
“Her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlığa düşmeden düzenli ve dengeli davranma, orta yolu tutma” anlamında kullanılan adalet terimi, İslâm medeniyetinde, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve makam farklılıklarından dolayı insanlara farklı davranmamak biçiminde anlaşılmıştır. Toplum içinde yaşayan bütün kesimlerin birliğini ve güvenliğini temel alan İslâm’ın Kutsal Kitabı’nda şöyle buyurulmuştur:
“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutarak Allah için şahitlik edenler olun. Kendinizin, ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Adaleti yerine getirebilmek için heva ve hevesinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 4/135).
İslâm bu anlamda, her ferdin ve her toplumun karşılıklı olarak işlerinde değişmez bir ölçü şeklinde yerini almış; istek ve heveslere yer vermeyen, sevgi ve nefretlere uymayan, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmayan, zengin-fakir ayrımı gözetmeyen, kuvvetli ve zayıf farkını göz önüne alan bir adalet anlayışı getirmiştir.
Bütün insanlık için son ve mükemmel bir din olan İslâm’ın adalet anlayışı, hukuk ve yönetim biçimi inanan ve inanmayan her insanın yararlanmasına açıktır. Adaleti gerçekleştirme görevini müslümanlara yükleyen İslâm medeniyeti, tarihi boyunca çok büyük başarılara bu temel değere gösterdiği titizlikle ulaşmıştır.
Konuya ilişkin pek çok ayet olmakla birlikte birkaçını aktarmak yeterli olacaktır: “Allah insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ, 4/58), “Ey iman edenler, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duydu- ğunuz kin sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya yakışan budur. Allah’tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mâide, 5/8). “Allah, adaleti ve ihsanı emreder.” (Nahl, 16/90). “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 4/58). “Hükmettiğin zaman onlar arasında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah adil davrananları sever.” (Mâide, 5/42, Hucurât, 49/9).
Hz. Peygamber’in (as) adalet ve adaletle hükmedenlere ilişkin birçok hadisi bulunmaktadır: “Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında adil davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır.” (Müslim, İmâre, 18). “Adil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah’ın yüce lutfuna ve himayesine mazhar olacakların öncüleridir.” (Buhârî, Edeb, 36).
İslâm toplumunda adalet, yönetenlerle yönetilenler arasında ve toplumsal ilişkilerde tam anlamıyla uygulanması önemli bir hedeftir. Yargılama işlerinde ve yönetimde Allah’ın emirleri doğrultusunda hüküm vermek esastır. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in, “Kıyamet gününde insanların Allah’a en sevgili ve en yakın bulunanı adil devlet başkanıdır.” (Tirmizî, Ahkâm, 4) sözü son derece anlamlıdır.
İSLÂM MEDENİYETİNDE HUKUK KURUMLARININ TARİHÎ SÜRECİ
Hz. Peygamber Döneminde Adalet ve Yargı
Hz. Peygamber’in sağlığında davalara bizzat kendisinin baktığı ve özellikle çevresini adaletle davranılması konusunda dikkatle uyardığı bilinmektedir. İslâm dininin yaşanmaya başladı- ğı dönemde, ashab arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklarda yargılama görevini Rasûlullah yürüttü. Bu husus, onun Muhacirler, Medineli Müslümanlar (Ensar), Yahudiler ve onların dışındaki Müşrikler arasında akdettiği Medine Sözleşmesi’nden açıkça anlaşılmaktadır.
Dinî emirleri tebliğ görevini yürüten Peygamberimiz, aynı zamanda kadılık/hâkimlik görevini de yerine getiriyordu. Onun sağlığında, sınırlar henüz genişlemediği için kendisine götürülen davalar da oldukça azdı. Herhangi bir şehre, sadece kadılık yapma göreviyle kimseyi tayin etmemiştir. Bu görevi, bir yere vali olarak atadığı kişilere genellikle ek olarak veriyordu. Bazen de herhangi bir yerde çıkan birtakım anlaşmazlıkları halletmek için ashabından birini vazifelendiriyordu.
İnsanlar arasında Allah’ın kendisine bildirdiği hükümler çerçevesinde karar veren Hz. Peygamber, bunu, huzuruna kendi arzularıyla gelen davalı ve davacıyı dinledikten sonra yapardı. İddia sahibinin, davasının doğruluğuna ve kendisinin haklı olduğuna ilişkin delilleri ortaya koymasını bekler ve şöyle buyururdu: “Bana zahire göre hükmetmek emrolundu, gizlilikler Allah Teâlâ’ya kalmıştır.”
Peygamber Efendimiz, hasımlar arasında taraf tutmaz, hiçbirine meyletmezdi. Kendi yakını bile olsa adaletten ayrılmayacağını açıkça ortaya koyuyordu. Bir gün Mahzumo- ğulları kabilesine mensup eşraftan Fatıma adında bir kadının hırsızlık yaptığı söylenerek Peygamberimizin huzuruna getirilmişti. Kadının elinin kesilmesine hükmedildi. Fakat daha önceki gelenek ve alışkanlıklara göre Kureyş’ten olan asil bir kadın hakkında suç işlemiş olsa dahi böyle bir hüküm verilemezdi. Hükmün uygulanmasının durdurulması için Kureyş’in ileri gelenleri Hz. Peygamber’in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd’i araya koyarak bu kadının affedilmesini istediler. Üsâme’nin böyle bir aracılıkta bulunması Hz. Peygamber’e çok ağır geldi. Hemen ashabını mescitte toplayıp şöyle hitap etti:
“Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzâdeleri bir hırsızlık yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir şey çalarsa onları cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun da elini kestirirdim.” (Müslim, Hudûd, 2)
Adalet konusundaki titizliği en üst düzeyde olan Hz. Peygamber, İslâm ülkesinin sınırları giderek genişleyince bazı sahabilere insanlar arasında çıkan anlaşmazlıklar hakkında kitap, sünnet ve içtihadla hüküm vermeye müsaade etmiştir. Onun sağlığında fetva vermekle meşhur olan erkek ve kadın sahabilerin sayısı 100’ü aşmıştır. Bunlardan arasında yedisi ünlenmiştir: Ömer b. Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Hz. Aişe, Abdullah b. Mesûd, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas’dır.
Günümüzde bilinen anlamıyla hapishane, Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir devrinde mevcut değildi. Bildiğimiz şekildeki hapishane, ancak Hz. Ömer devrinde ortaya çıkmış- tır. Zira Allah Rasulü zamanında tutuklanan sanığın, başkalarından ayrılarak bir ev ya da camide yalnız kalması sağlanırdı.
Hulefâ-yı Râşidîn Devri
Hz. Ebubekir, halife olarak seçildikten sonra, adlî işlerde Hz. Ömer’e görev verdi. Ancak Hz. Ömer, Hz. Ebubekir döneminde bu görevi yürütmekle birlikte “kadı” unvanını almamıştı. Hz. Ömer, iki yıl kadılık yapmış olmasına rağmen, bilinen şiddeti ve ihtiyatı sebebiyle, huzuruna iki hasım dahi gelmedi.
Hulefâ-yı Râşidîn döneminde adlî işlerde Hz. Ömer’in çok ayrı bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Hz. Ebubekir’in hilâfeti sırasında Medine’de kadılık hizmetini üzerine alan Hz. Ömer, kendi hilâfeti döneminde bu göreve Ebu’d-Derdâ’yı getirmiştir. Hz. Osman zamanında ise Medine’de kazâ işlerine Mugire b. Nevfel b. Hâris bakıyordu.
İslâm ülkesi vilâyetlerine kadılar tayin eden ilk kişi Hz. Ömer’dir. Kadılar, halife tarafından veya umumî valiler (yani namaz kıldırma ve vergi işlerini birlikte yürüten) tarafından tayin ediliyorlardı. Hz. Ömer, Ebu’d-Derdâ’yı Medine kadılığına, daha sonraları “Kadı Şureyh” olarak şöhret bulan Şureyh b. Haris el-Kindî’yi Kûfe kadılığına, Ebu Musa el-Eş’arî’yi Basra kadılığına, Osman b. Kays’ı da Mısır kadılığına tayin etti. Şam bölgesi kadılığını ise müstakil bir kadılık haline getirdi. Hz. Ömer, bu kadıların davaları halletmekte uygulayacakları bir kanun oluşturdu.
Hz. Ömer âdil bir halife olarak şöhret bulmuş, bunun yanında kadılık görevine tayin ettiği kimselere, özellikle Ebu Mûsâ el-Eşarî’ye, Kadı Şureyh’e, Osman b. Kays’a ve Şam valisi Muaviye’ye gönderdiği yargılama hukukuyla ilgili yazılı talimatlarla İslâm tarihinde seçkin bir yer kazanmıştır. Onun, kazânın sağlam bir farz ve uyulan bir sünnet olduğunu belirten “kadı”nın tarafsızlığı, tarafların delil getirme yükümlülükleri, barışma, hâkimin yanlış kararından dönmesi, Kitab ve Sünnet’te bulunmayan hususlarda kıyasa başvurulması, yalancılığı anlaşılıncaya kadar her Müslümanın şahit kabul edilmesi, delillerin maddî olarak ortaya konulması, keyfî delillerin kaldırılması, maddî delillerin bulunmadığı hallerde yemine başvurulması gibi hukukun, yargılama usulüyle ilgili belli başlı esaslarını koyması, Hulefâ-yı Râşidîn döneminin yargı sahasında ulaştığı seviyeyi göstermektedir.
Şam bölgesi başkumandanı Ebu Ubeyde’ye yazdığı mektuplarda da Hz. Ömer, yargılama sırasında fakir ve yabancı kimselere yumuşak davranmasını ve onlarla iyi münasebetler kurmasını istemiştir.
Hz. Ömer, hilâfeti döneminde ashabdan Übeyy b. Ka’b ile aralarında bir konuda anlaşmazlık meydana gelmiş ve bu anlaşmazlığı çözmek üzere o dönemin Medine kadısı olan Zeyd b. Sâbit’e gitmişlerdi. Kadı olan Zeyd, hemen devlet başkanı olan Hz. Ömer’e karşı saygılı davranıp ona oturmas ı için yere bir minder sermişti. Fakat adaletiyle ünlü Hz. Ömer, bu davranış karşısında şöyle demişti:“İşte bu davranışın, şimdi vereceğin hükümde yaptığın ilk adaletsizliktir. Ben davacımla beraber aynı yerde oturacağım.”
Sonra davacı Übeyy b. Ka’b davasını ileri sürünce Hz. Ömer bu iddiayı kabul etmedi. Bu durum karşısında Hz. Ömer’in yemin etmesi gerekiyordu. Kadı Zeyd İbn Sâbit, Übeyy’e şöyle dedi: “Gel Halife’yi yemin ettirme, onu bundan muaf tut. Davacı olduğun kişi bir başkası olsaydı sana böyle bir feragatten söz etmezdim.”
Bu teklifi duyan Hz. Ömer son derece kızarak b öyle bir ayrıcalığı kabul etmeyip derhal yemin etti. Sonra da Zeyd b. Sâbit hakkında şöyle dedi:“Halife ile herhangi bir Müslüman hakkında eşit davranmasını öğrenmedikçe ona dava götü- rülmemelidir.”
Hz. Ömer zamanında İslâm’ın yayılıp Arapların, Arap olmayan milletlerle kaynaşmasından sonra ortaya çıkan yeni medenî durum, Araplar ile diğer milletlere ait fertler arasında zuhur eden problemlerin halledilmesi için kanunî bir sistemin getirilmesini gerekli kıldı. Bu düzen, ortaya çıkan anlaşmazlıkların, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’e, eğer bu ikisinde net olarak yoksa kıyasa uygun olarak çözüme bağlanması işini yürütmek üzere halifeye vekâlet eden kadıların tayinini gerektiriyordu.
İcmâ ve Kıyas kavramları hangi anlamlarda kullanılmaktadır?
Kısacası, adlî teşkilât, Hulefâ-yı Râşidîn devrinde bağımsız ve son derece saygı gösterilen bir müessese idi. Kadıların/hâkimlerin tayininde, ilim ve takva sahibi, ayrıca ve adaletli olmalarına dikkat ediliyordu. Kadı/hâkim, fiilen ortaya çıkan bir olay kendisine sorulduğu zaman, bu olay için tatbiki istenen hükmü önce Kitap ve Sünnet’de araştırır, eğer bulamazsa, içtihadıyla hükmeder ve meseleleri benzerleriyle kıyaslayarak karar verir. Bundan dolayı içtihad (re’y veya kıyas), sonraki asırlarda adlî hükümlerde önem verilen bir kaynak olmuş, hükümlerin çoğu buna dayandırılmıştır.
İlk dönemlerde “kadı”nın kâtibi veya kararların toplandığı bir “sicil defteri” bulunmuyordu. Zira kararlar, kesinleşir kesinleşmez hemen yerine getiriliyordu. Kararların tenfîzi işini bizzat kadı yerine getiriyordu.
Emeviler Devri
Emeviler devrinde kadılık görevini yürütenler halkın seçkinlerinden olup Allah’dan korkar ve insanlar arasında adaletle hükmederlerdi. Kadıların kararlarında tamamen ba- ğımsız olmalarına rağmen halife, onların verdiği kararlarla ilgilenir, onlardan adaletten sapanları azlederdi. Anlatıldığına göre, Mısır’da kadı olan Yahya el-Hadrâmî’nin, mahkemeye başvuran bir yetim hakkında adaletsiz davrandığı Halife Hişam b. Abdülmelik’e duyurulunca, o da valisine gönderdiği emirle, Yahya’nın kadılık görevinden derhal uzaklaş- tırılmasını istemişti.
Bu dönemde kadıların verdiği kararların toplandığı defterlerin bulundurulması ihtiyacı doğdu. Bu yöntem Hulefâ-yı Râşidîn devrinde bilinmiyordu. Hasımların birbirine düşman haline gelmesi sebebiyle bu tür siciller tutuldu.
Emeviler devrinde muhakeme işleri iki yönüyle öne çıkar: 1. Kadı, içtihadının gerektirdiği doğrultuda bizzat kendisi karar verirdi. Kadıların uymak zorunda oldukları dört mezhep o sırada yoktu. Bu mezhepler daha sonra oluşmuştu. 2. Kadılar, kararlarında bağımsızdılar, yargı siyasetten etkilenmiyordu. Tasarruflarında mutlak yetki sahibi idiler, kararları valiler ve vergi âmilleri hakkında da geçerliydi. Kısacası yargı, siyasetten etkilenmiyordu.
Abbasiler Devri
Bu dönemde hukuk kurumları, yani adliye teşkilâtı mahkeme, mezâlim mahkemeleri ve hisbe teşkilâtından oluşuyordu. Abbasi halifeleri, yargıya ilişkin (kazaî) yetkilerini fakihler arasından seçilen kadılar aracılığıyla icra ederlerdi. Başlangıçta eyaletlerdeki kadılar vali tarafından tayin ediliyordu. Ancak daha sonra halifeler merkezde veya eyaletlerde kendi adlarına görev yapacak kadıları bizzat tayin etmeye başladılar. Harun Reşid devrinden itibaren ise kâdilkudâtlık (başkadılık) müessesesi ortaya çıktı. Bu göreve ilk olarak İmam Ebu Yusuf getirildi. Bu tarihten sonra kadılar başkentte bulunan kâdilkudât tarafından tayin edilmeye başlandı.
İlk dönemlerde her vilâyette bir kadı bulunurdu. Irak kadısı Hanefi mezhebine, Suriye ve Kuzey Afrika kadısı Mâliki mezhebine, Mısır’daki kadı da Şafiî mezhebine göre hüküm verirdi. Daha sonra her vilâyete dört mezhebi temsilen kadılar tayin edildi. Zaman zaman halifelerin kadıları kendi istekleri doğrultusunda hüküm vermeye zorlamaları sebebiyle bazı fakihler bu görevi kabul etmemişlerdir. Nitekim İmâm-ı Azam Ebu Hanife, Halife Mansur’un kadılık teklifini reddetmişti.
Bu dönemde “kadı”nın başlıca görevleri; davalara bakmak, yetimleri, mecnunları ve henüz erginlik çağına ulaşmamış çocukları koruyup gözetmek, bunlara veli ve vasi tayin etmek, vakıflarla ilgilenmek ve şer’î kanunları ihlâl edenleri cezalandırmaktan ibaretti.
İlk dönemde davalara mescidde bakılırken Halife Mu’tazıd bu uygulamayı yasaklamıştır. Kadılar duruşma sırasında siyah cübbe giyer, uzun bir başlık üzerine siyah sarık sararlardı.
Yine bu dönemde ortaya çıkan mezâlim mahkemeleri, mevki ve nüfuz sahibi kişilerin zulüm ve haksızlıklarına mâni olmak amacıyla kurulmuştur. Kadıların bakmaktan aciz kaldıkları bu davalara sâhibü’l-mezâlim veya kâdi’l-mezâlim denilen görevliler bakar, halife veya vali adına hüküm verirlerdi. Bunların çok geniş yetkileri vardı. Zaman zaman halife ve valiler de mezâlim mahkemelerine başkanlık ederlerdi. Bu mahkemelerdeki duruşmalarda muhafızlar, kadılar, fakihler, kâtipler ve şahitlerden müteşekkil beş grup görevlinin mutlaka hazır bulunması gerekirdi.
Selçuklular Devri
Selçuklular pek çok konuda olduğu gibi hukuk kurumları bakımından Abbasileri taklit etmişlerdi. Adlî teşkilâtın başında doğrudan Sultan tarafından tayin edilen “kâdilkudat” bulunuyordu. Bu başkadı Büyük Selçuklular zamanında Bağdat’ta, Anadolu Selçukluları devrinde de Konya’da otururdu.
Kâdilkudat aynı zamanda ilmiye teşkilâtının da başı idi. Buna bağlı kadılar ve kadıların yardımcısı durumunda olan nâibler ülkenin her yerine dağılmışlardı. Her türlü şer‘î davaya bakan, fertler arasındaki ihtilâfları halleden kadılar, bu görevlerinin dışında başka işlere de bakarlardı. Mülkî işlerde “merkezi idarenin temsilcisi” görevlerini üstlenmeleri onlara idarî, mâli, askerî, hattâ beledî bazı görevler de yüklüyordu. Bu çerçevede olmak üzere kadıların, İslâm hukuku esaslarına göre davaları hallettikleri, vakıf hizmetlerinin yürütülmesine nezaret ettikleri, noter hizmetleri yaptıkları, aile hukukunu ilgilendiren konulara baktıkları, asayişi temine çalıştıkları, suistimalleri soruşturdukları, tapu muamelelerini yürüttükleri ve her türlü belediye hizmetlerini yerine getirdikleri görülmektedir.
Diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi, Selçuklularda da mahkemeler bağımsızlıklarını korumuş ve kadılar her türlü baskıdan uzak olarak dinî hükümleri vicdanlarına göre hareket ederek vermişlerdi. Devlet, bu kadar ağır bir görevi üstlenen kadıların öğrenim durumlarına da dikkat eder ve bu göreve ancak medrese mezunları getirilirdi. Önce küçük merkezlerde görev yapan kadılar, daha sonra terfi ederek şehirlere gelirlerdi.
Kadıların verdiği kararlar kesindi. Derhal yürürlüğe girer, infaz olunurdu. Ancak dava sahiplerinin, kadıların haksız karar ve suistimalleri karşısında şikâyette bulunmaya hakları vardı. Bu durumda “kadı”nın yanlış karar ve suistimali diğer kadılar tarafından tesbit edilir ve bir yazı ile sultana arz edilirdi. Sultanların cuma günleri halkın şikâyetlerini dinlemek için kurdukları açık divanlara bile bu tür meselelerin götürülmesi mümkündü. Haksızlıkları görülen kadılar derhal görevlerinden alınırlardı.
Selçuklular döneminde orduda görev yapan ve askerler arasında ortaya çıkan davalara bakan kadılar da vardı. Bunlara Kadıasker veya Kadıleşker denirdi.
Selçuklularda adalet bakanı veya başsavcı durumunda bulunan Emir-i Dâd’ın başkanlık ettiği bir çeşit “mezâlim mahkemesi” vardı ve bu mahkemede daha ziyade örfî hukuk geçerli idi. Burada idareciler ve halk arasında çıkan ihtilâflara, devletin emirlerine, kanunlarına uymamak, siyasî suç işlemek ve düzeni bozmak gibi suçları işleyenlerin davalarına bakılırdı. Emir-i Dâd olağanüstü yetkilere sahipti. Doğrudan sultanın emri ile hareket eder ve gerekirse vezir, divan üyeleri ve yüksek dereceli devlet memurlarını tutuklatabilirdi. Hatta bunları dövme hakkına bile sahipti. Emir-i Dâd, taşrada kendi yetkisine giren konulardaki davalara bakmak için adamlarını görevlendirirdi.
Osmanlılar Dönemi
Osmanlı Devleti’nin hukuk sisteminde şer’î ve hukukî bütün meseleler şer’î mahkemelerde karara bağlanmıştır. Örfî hükümler, şer’î hukuka aykırı düşmeyecek tarzda düzenlenmiş, adeta örfi hukuk, şer’î hukuk ile birleşmiş ve hatta tek hukuk sistemi yapısına bürünmüştür.
Şer’î hükümler, Kur’an, hadis, icmâ ve kıyas gibi İslâm’ın temel ilkelerine dayanırken; örf, hükümdarın irâdesine bağlı olarak koyduğu kurallar ve bunun için çıkarılan fermanlardır.
Örf, hükümdarın siyasî-idarî konularda bağımsız iradesidir. Bunun için hükümdar yargı yetkisini kullanırken yeni birtakım kurallar koyabilirdi ve bu konuda yetkileri sınırsızdı. Öte yandan şer’î hukuk, ancak bunu bilen ve ulemâ denilen kimseler tarafından yorumlanıp uygulamaya konulurdu.
Osmanlı hukuk sisteminde, kadıların özgür iradelerinden en üst düzeydeydi. Padi- şah dâhil hiçbir kişi ve kurumun tesirinde kalmadan tamamen bağımsız çalışan Osmanlı mahkemeleri, aldıkları karar itibariyle Divân-ı hümâyun tarafından denetlenmiştir. Osmanlı mahkemelerinde kadı’nın yanısıra bir bilirkişilik (Avrupa’daki jüri) kurumu meydana getirilmiş, davaların görüldüğü oturumlarda “şuhûdu’l-hâl” veya “udûlu’l-müslimîn” gibi adlar altında yer alan bir şahitler heyeti nezaretinde dava açık olarak görülmüştür.
Davalarda alınan her türlü karar ise bugünkü mahkeme ilâmlarında olduğu gibi “sicil defterleri”ne kaydedilmiştir. Her oturum sonucu alınan kararın altına, yukarıda zikredilen “şuhûdu’l-hâl” yazılmıştır. Davaların her birinde bölgenin tanınmış ve hatırı sayılır isimlerinin yer aldığı şahitler heyeti vasıtasıyla kadı, meydana gelebilecek dedikoduların da önüne geçmiştir.
Şer’î hukuk, İslâm hukukunun kaynaklarına dayanarak fıkıh usulü ilmindeki esaslar çerçevesinde yapılan içtihatlara dayanırken, örfî kanunların hazırlanmasında, Divan-ı Hümayûn ve örfî hukuktan sorumlu olan Nişancıların çok önemli rolleri olmuştur. Şekillenen hukukî esaslar, padişahların tasdikiyle kadılara gönderilen fermanlarla kanun haline gelmekte ve uygulamaya konulmaktaydı.
Şer’î hukuk, Osmanlı Devleti’ni oluşturan Müslümanların birbirleriyle olan hukukî problemlerini çözüme kavuşturduğu gibi, Müslüman olmayanların gerek kendi içinde, gerekse devletle ve Müslüman kitle ile olan ilişkilerini de düzenlemiştir.
Osmanlı hukuk sisteminde, mahkemelerin adaleti arayan herkese açık olmasına; kadınlar, çocuklar ve yetimler gibi kendilerini savunamayacak durumda olanların korunması için, süratli ve adil bir şekilde karar vermesine dikkat edilmiştir.
İSLAM MEDENİYETİNDE OLUŞAN HUKUK KURUMLARI
Kadılık
Hz. Peygamber, insanları muhakeme ederek hükümler vermesi, Hz. Ali ve Hz. Muaz’a ayrıca kadılık yetkisi vererek Yemen’e göndermesi ve ilk dört halifenin de aynı yöntemi uygulaması, zamanla Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıkların mahkeme yoluyla çözü- münü gerekli hale getirdi. Çünkü yöneticilerin, insanlar arasındaki davalara bakmak için ne bilgileri ve ne de zamanları yeterli olmamaya başlaması üzerine, kadılık (kazâ) işleriye meşgul olacak özel görevlilere ihtiyaç duyulmuştur.
İslâm hukukuna göre, kadılık (hâkimlik) görevi; görme, duyma ve konuşma organlarının sağlamlığı yanında, hukuk formasyonu ve birtakım ahlâkî özellikleri de gerekli kılan önemli bir meslektir. Kadı (hâkim) olmanın şartları arasında Müslüman, ergen, akıl sahibi, hür, sağlam duyu organları, adalet ve içtihad bilgisine sahip olması vardı.
Hz. Ömer devrinde Kûfe kadılığına tayin edilen ve Emevi hükümdarı Abdülmelik’in iktidara gelişine kadar altmış yıl görevde kalan kadı kimdir? Araştırınız.
Kadıların Kur’an, Sünnet, İcmâ ve Kıyası bilmesi şart koşulur; özellikle Kur’an’ın nâsih ve mensûhunu, muhkem ve müteşabihini, Sünnetin mütevâtir, âhad ve meşhur kısımlarını, kavlî, fiilî ve takrirî Sünneti, vürûd ve nakil sebepleriyle ictihad metodlarını da öğrenmesi istenirdi.
Hz. Peygamber ülkenin sınırları genişleyip müslümanların sayısı artınca bazı sahabileri hâkim olarak görevlendirmişti. Ashab-ı Kirâm içinde fıkhı iyi bilenler kadı olarak tayin ediliyordu. Aynı Hz. Peygamber gibi Hz. Ebubekir de Hz. Ömer’i Medine’ye hâkim tayin etmişti. Ancak Hz. Ömer bu konuda değişik bir yöntem uygulamış ve vilayet kadılarını bizzat kendisi tayin ederken daha aşağı mevkideki hâkimlerin atama yetkisini valilerine vermişti.
Kadılık müessesesi, Abbasilerin birinci döneminde, önceki döneme oranla önemli farklılıklar gösterdi. Kadı, hüküm verirken içtihad etme zorunda kalmaksızın mevcut mezheplerden birine uygun olarak karar veriyordu.
Hukuk alanında Abbasi devrinin önceki dönemden farklılığının en önemli yanı, her vilâyette dört mezhebi temsil eden kadıların bulunmasıydı. Bu kadılardan her biri, kendi mezhebinin mensupları arasında çıkan anlaşmazlıklara bakardı. Hâkimin huzurunda devamlı olarak bulunan bir şahitler grubunun teşkil edilmesidir.
Abbasilerin bu ilk döneminde, “kadı”nın yetkisi artmıştır. Önceden sadece davalılar arasındaki anlaşmazlıklara bakmakta iken, vakıflar, velâyet ve vesâyet konularına da bakmaya başladı.
Abbasi halifeleri, “Kadilkudât” (Başkadılık) sistemini kurmuşlardır. Kadilkudât, hükü- met merkezinde oturur, bölge ve merkezlerde kendi adına görev yapacak kadıları bizzat tayin ederdi. Bu unvanı ilk alan, Harun Reşîd zamanında “Kitabu’l-Harâc” adlı kitabı yazan Ebu Yusuf ’tur (ö. 798).
Abbasi devrinde Mısır’da bazı kadılar yargılama hususunda çeşitli ıslahatlar yapmışlardır. Meselâ, Kadı Gavs (752-758) hukuk sisteminde yaygın durumda olan kötü âdetlerden biri olan yalancı şahitlik meselesini kökünden temizledi. Adaletle ve verdiği hükümlerde isabetli olmakla meşhur oldu. Adaleti, Halife Mansur ile ondan şikâyetçi olan hanımının eşit şartlar altında yargılama derecesine ulaşmıştı.
Bu asrın en meşhur kadılarından biri İbn Mesrûk el-Kindî’dir (793-800). Bu kadı, adliye teşkilâtının prestijini yükseltmeye çalışmış, valinin otoritesine boyun eğmemek için diretmiş ve kendi zamanına kadar devam eden “valinin meclisinde hazır bulunma” âdetini terketmiştir. Kadılar bu olay sonrasında artık vali meclislerine gitmekten vazgeçmişlerdi. Ayrıca bu kadı, dava dosyalarının davaya bakılacağı zaman açılmak üzere mühürlenerek konulduğu bir arşiv edinmekle adliye sicillerini ıslah etmiştir.
Diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi, Endülüs’te de kadıların üstün bir mevkii vardı. Nitekim bu vazife dinî mahiyet taşıdığı için, hükümdar veya halife adliye teşkilâtının en yüksek başkanıydı. Kâdilkudât, “kâdi’l-cemâa” (başkadı) adıyla da anılırdı. Çünkü o, devletin başşehri Kurtuba’da oturur ve hükümdar veya halife tarafından tayin edilirdi.
Endülüs’te, vakıf gelirlerini ve fetva sicillerini kontrol etmek, Kurtuba Ulu Camii’nde veya ez-Zehrâ şehrinde aynı adla anılan camide cuma ve bayram namazlarını kıldırmak ve yağmur duasında dua etmek de kadı’nın görevleri arasındaydı. Endülüs’teki kadılar Eski İspanyolcayı biliyorlar ve gerektiği zaman mahkemede davacı ve davalılarla bu dille konuşuyorlardı.
Peygamber (as) zamanında duruşmaların yapıldığı özel bir mekân yoktu. O, camide, pazarda, evde veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde tarafları dinler ve meseleyi çö- züme kavuşturarak verdiği kararların yerine gelmesini sağlardı. Ancak sonraki devirlerde, kaza fonksiyonunun yerine getirilmesi için özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda görülmeye başlandı. Emeviler zamanına kadar davalara bakmak için belirli gün ve saat tayin etme âdeti de yoktu. Mahkemeler, haftanın her gününde ve her saatinde gelen davalara bakardı.
İlk dönemlerde kadılar, insanlar arasındaki davalara bakmak için mescitlerde otururlardı. Fakat sonraları görevin önemi ve yüklenilen sorumluluğun büyüklüğü, davaların özel binalarda ihtişamlı ve heybetli bir tarzda görülmesini gerektirmiştir.
Kadıların temel görevi kazâ/yargı olmakla birlikte İslâm ülkelerinde bazı yer ve zamanlarda onlar mâlî, idârî, askerî, dinî eğitim ve öğretim işleriyle de yükümlü kılınmıştır.
Kadıların görev yeri ve yapacağı işlerin kapsamı kararnamelerinde belirlenirdi. Dört halife devrinde bazı hâkimler beytülmâl, yani defterdarlık görevini de üstlenmişlerdi.
Mezheplerin ortaya çıkmasından önce kadılar, müçtehid hukukçular arasından se- çilirdi. Abbasilerde Ebu Yûsuf ’tan itibaren Hanefî mezhebi kazâda ayrıcalık kazanmış, Selçuklular da devletin bünyesine uygunluğu ve toplumun ihtiyaçlarına daha iyi cevap vermesi yüzünden aynı mezhebi tercih etmişlerdir. Vezir Nizamülmülk’ün Şafiî bilginlere karşı hoşgörülü davranması, Selçuklu sınırları içinde bu mezhebin de yaşamasına yardımcı olmuştur. Doğu’da Gazneli Mahmud, Batı’da Selahaddin Eyyubî (Mısır) de Şafiî mezhebi için aynı imkânı sağlamıştır
Osmanlılar Döneminde Kadılık
Osmanlılar kendilerinden önceki İslâm devletlerinin geleneklerine uyarak kadı tayininde çok titiz davrandılar. Zira İslâm’a göre adaletle hükmetmek bu dinin en önemli prensiplerinden biridir. Bu bakımdan Osmanlılar herhangi bir kimseyi değil, her yönüyle tanınmış âlim ve güvenilir kimseleri bu makama getiriyorlardı.
Osmanlılarda kadılık görevine getirilme işi ilk kez Osman Gazi tarafından kayınpederi Şeyh Edebali’nin damadı ve talebesi Dursun Fakih ile başlar.
Osmanlı devlet teşkilâtında kadı’nın adlî görevi yanında idârî, ilmî, beledî ve hatta askerî görevi de vardır. Çünkü Osmanlı şehir idaresinde beledî ve mülkî idare fonksiyonları birbirinden kesin çizgilerle ayrılmamıştır. Kadı, şehrin yargı makamı olduğu kadar asayişin, beledî hizmet ve zabıta görevlerinin âmiri, vakıfların da denetleyicisidir. Bütün bu vazifeleri yerine getirirken bazı kişiler ona yardımcı olmaktadır.
Osmanlı toplumunda görev alan kadılar biri Anadolu, diğeri de Rumeli olmak üzere iki kadıaskerliğe bağlıydılar.
Osmanlı ülkesinde kadı olabilmek için medresenin yüksek derecelerinden mezun olmak gerekiyordu. İslâm hukuku öğrenimi görmemiş tahsilsiz bir kimse en küçük bir kazaya bile kadı olamazdı.
Osmanlı kadısı sancak ve kazalara tayin edilirdi. Hiyerarşide sancak kadıları daha üstün idiler. Kadı ilk olarak kazaya tayin edilerek 20 akçe yevmiye ile vazifeye başlardı. Kaza kadılarının görev süresi bir yerde 20 ay, mevleviyetlerde de bir seneyi geçemezdi. Bu müddeti dolduran kadı, görevi bitmiş sayılarak yerine sırada olan bir başkası atanırdı. Kadıların bu kadar kısa bir sürede yer değiştirmesi muhtemelen terfî imkânlarının tıkanmaması ve halk ile adalete şüphe düşürecek kadar ileri gidebilecek bir yakınlık göstermemeleri içindir. Kaza kadılığından yükselen kadı, sancak kadısı olur ve mevleviyet pâyesi alırdı.
Osmanlı devlet teşkilâtında hâkim sıfatıyla davaları çözüme kavuşturan ve karara bağ- layan kadıdır. Kadı’nın hükmü olmadan hiçbir kimsenin ceza verme ve infaz yetkisi yoktur. Bu Osmanlı hukuk sisteminin temel prensiplerinden biridir.
Osmanlı toplumunda “kadı”nın hükümlerine dışarıdan herhangi bir şekilde müdahalede bulunulması söz konusu değildir. Zira onun görevi, başkasının tesiri altında kalmasına müsaade etmez. Eğer kadı böyle bir etki altında kalmış veya istenmeyen bir olaya karışmış ise derhal görevinden el çektirilerek çeşitli cezalara çarptırılırdı.
Osmanlı hukuk sisteminde diğer önemli bir konu da mahkeme esnasında kadıların yanında bir jürinin bulunmasıdır. Mutlaka açık duruşma biçiminde gerçekleşen mahkemelerde kadıların yanında, davanın kurallara uygun görüldüğünü tespit eden Şuhûdu’lhâl (Udulu’l-müslimîn) denilen bir bilirkişi heyeti vardır. Günümüzde bazı ülkelerde uygulanan bu sistem, Osmanlılar döneminde başarılı bir şekilde uygulanıyordu.
Mahkemelerde ayrıca, çeşitli konularda kadılara vekâlet eden ve kadılar tarafından geçici veya daimi olarak belirli bir iş için görevlendirilen nâibler vardı. Nâibler, kadı adına keşif yapar veya mahkemenin yetki alanındaki davaların görürlerdi. Nâibin bir veya birden çok olması, kadının tayin edildiği bölgenin büyüklüğüne ve işlerin yoğunluğuna göre değişirdi. Nâibler görevlerinin mahiyetine göre, kadı nâibleri, mevâli nâibleri, bab nâibleri, arpalık nâibleri gibi kısımlara ayrılıyorlardı.
Öte yandan mahkemede, davacılarla davalıları mahkemeye çağıran ve duruşma sırasında hazır bulunmalarını sağlayan muhzır adındaki bir görevli vardı. Birden çok muhzı- rın bulunduğu yerde amire de muhzırbaşı deniliyordu. Son olarak mahkemelerde görülen davaların deftere, tarafların iddia ve savunmalarını, şahitlerin beyanını tam ve doğru bir şekilde kaydetmekle görevli kişilere de kâtib denirdi.
12 Mart 1917 tarihli kanunla kadılıkla birlikte kazaskerlik, muhallefât ve evkaf mahkemeleri de dâhil olduğu halde, bütün şer’î mahkemeler ve ona bağlı olan daireler Adliye Nezareti’ne devredilmiş, 8 Nisan 1924 tarih ve 469 nolu şer’î mahkemelerin ilgasına dair kanunla adı geçen mahkemelerin bütün görevleri asliye mahkemelerine bırakılmışş ve bu tarihten sonra Türkiye’de kadılık ünvanına son verilmiştir
Kazasker / Kadıasker
Asker kadısı veya ordu kadısı anlamındaki kazaskerlik görevi Abbasilerde ortaya çıkmış, daha sonraları Harzemşahlarda, Eyyubilerde, Memluklerde, Anadolu Selçuklularında ve hatta Karamanoğullarında da bu makam korunmuştu.
Osmanlılarda kazaskerliğin ortaya çıkışı ise I. Murad zamanındadır. İlk Kazasker Çandarlı Kara Halil’dir. Kazaskerlik makamı başlangıçta askerî sınıfa ait dava ve şer’î iş- lerin görülmesi ihtiyacından doğmuştur. Ancak kazaskerler, askerî hukuktan başka diğer hukukî işlerin de amiri durumundaydı.
Kazaskerler Divan’ın tabii üyesiydi. Fatih devrine kadar bir tane kazasker vardı. Karamanî Mehmed Paşa’nın tavsiyesi ile Fatih bu sayıyı ikiye çıkardı. Birinciye Rumeli, ikinciye Anadolu kazaskeri ünvanı verildi. Bunlar arasında derece farkı olmakla bereber vazife bakımından eşitlik mevcuttu. Divan’da protokole göre vezirlerden sonra gelirlerdi.
Şeyhülislâmların Divan’da ve Meclis-i Vükelâ’da bulunmaları çok sonraları olduğu için Divan-ı Hümayun’da dinî meseleler kazaskerler tarafından çözüme kavuşturulurdu. Divan toplantılarının dışında haftada beş kez kendi makamlarında kurdukları divanda yüksek davalara bakarlardı. Anadolu ve Rumeli’deki bütün kadılar kazaskere bağlı idiler. Duruşmaların açık yapılması istenen mahkemelerde en hızlı şekilde adaletin gerçekleş- mesi kazaskerlerin en önemli görevleri idi. Sadece vezir-i azama karşı sorumlu idiler. Kadı ve müderrisleri tayin eder, ilmiye kıyafeti giyerlerdi. Kazaskerlik bugünkü Milli Eğitim ve Adalet bakanlıklarına karşılık gelen bir teşkilâttı.
Hisbe / İhtisab
İslâm dünyasında, Hz. Peygamber devrinden itibaren varlığı bilinen ve İslâm dünyasının önemli bir kurumu olan hisbe kurumu, “iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak” esprisine dayanıyordu.
Oldukça geniş yetkilere sahip bir teşkilâtın tarihteki bütün müslüman devletlerde bulunması tabiî karşılanmalıdır. Zira bu hem Kur’ân’ın emri, hem de bizzat Hz. Peygamber’in uygulaması ile müslümanlara bir miras olarak intikal etmişti. Hatta muhtesib olmanın şartlarından biri olan “erkek olma” prensibinden söz edilmesine rağmen, Hz. Peygamber’in Medine çarşısı üzerine Hz. Ömer’in yakınlarından olan Şifa binti Abdullah adındaki kadını görevlendirdiğini biliyoruz. Keza bu kadın, Hz. Ömer’in halifeliğinde de aynı vazifeyi yerine getirmiştir.
Hisbe sistemini ilk defa uygulamaya başlayan Ömer b. Hattâb’dır. Muhtesib ünvanı, ancak Abbasi halifesi Mehdî zamanında (775-785) kullanılmaya başlanmıştır.
Hisbe kurumunun başında bulunan muhtesib, dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. Gerçi İslâm’da, iyiliğin emredilmesi ve kötülüklerden sakınılmasına nezâret etme, bütün müslümanların yerine getirmesi gereken ortak bir vazifedir. Ancak diğer bazı emirlerde olduğu gibi, bunun da bir grup müslüman tarafından ifâ edilmesi diğerlerini de sorumluluktan kurtarır. İhtisâb müessesesinin doğuşu da böyle bir zorunlulukla gerçekleşti.
Günümüzde görev ve yetkileri tek müessesede toplanamayacak kadar çok olan hisbe teşkilâtının dayandığı esaslardan bir bölümü İslâm hukukuna, bir bölümü de İslâm Devlet başkanının takdir alanına girer. Bu bakımdan müessesenin başında bulunan muhtesib, toplum huzurunun sağlanmasında önemli derecede rol oynayan bir görevliydi.
Dinî emirlere uygun hareket edilmesini sağlamak durumunda olan muhtesib, müslü- manların yaşadığı bölgelerde halkın cuma namazları için camiye gidip gitmediklerini denetler, Ramazan ayında alenen oruç yiyenlere, içki içip sarhoş olanlara, iddet beklemeden evlenen kadınlara ve yasaklanmış musikî aleti çalanlara gereken cezaları verirdi. Muhtesib ayrıca okulları denetler, öğrencileri gereksiz yere döven öğretmenleri cezalandırır, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklar, çarşıların düzenini sağlamaya, ölçü ve tartı âletlerini kontrol etmeye, şeriatla alay edenleri takibe, komşu hakkına tecavüzü önlemeye, İslâm ülkesinin vatandaşı olan gayrimüslimlere (zimmiler) ait binaların müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye varıncaya kadar pek çok alanda geniş yetkiler kullanırdı.
İslâm’ın ortaya çıkışından bir müddet sonra belirli hâle gelen hisbe görevi, zamanla tarihte kurulan bütün müslüman devletler de önemli derecede fonksiyonu bulunan bir müessese haline gelmiştir.
İslâm devlet teşkilâtının geniş kadrosu içinde yer alan ve muhtesib denilen bu görevliyi Osmanlılar da aynı isimle anmışlardır. Osmanlı Devleti’nde ihtisâb vazifesini yapmakla görevli bir yetkilinin resmen bu vazifeye ne zaman getirildiği kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber Osman Gazi (1281-1324) zamanına ait bir rivayet bu vazifenin Osmanlılardaki başlangıcı hakkında bazı ipuçları vermektedir.
Osmanlılarda muhtesibin ilk kez ne zaman tayin edildiğine dair kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte kaynaklar, ilk defa I. Murad’ın 1385 tarihli bir vakfiyesinde hem idareci hem de şahit olarak bir muhtesibin isminden bahsetmektedir. Bundan başka Evliya Çelebi’deki bir kayda göre Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra, şehrin ticarî, iktisadî ve buna paralel olarak sosyal düzeni sağlamak ve diğer hizmetleri görmek için tayin edilen hâkimlerden sekizincisinin İhtisâb Ağası olduğu anlaşılmaktadır.
Bütün müslüman devletlerde olduğu gibi, Osmanlılarda da özellikle dinî emir ve yasakların kontrolü ile ahlâk ve geleneklerin nesilden nesile bozulmadan intikali konusunda her zaman titizlik gösterilmiştir.
Osmanlı döneminin önemli bir bölümünde, kadısı bulunan her kaza merkezinde bir muhtesibin de bulunmasına özen gösterilmiştir. Gerçekten de Osmanlı şehir hayatında hisbe teşkilâtı, vazgeçilmez bir unsur olarak görünmektedir. Zira toplum hayatında özellikle şehir yaşayışını sağlam temellere oturtmak ve kurulu sosyal düzeni korumak, zarurî günlük ihtiyaç maddelerinin halkın eline uygun ve ucuz bir şekilde geçmesini sağlamak da gerekiyordu. Bu sebeple esnaf ve diğer ticaret erbabının kontrol altında tutulması oldukça önemliydi.
Bilindiği üzere, Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişiklikler II. Mahmud (1808- 1839) zamanında yapıldı. 1826 yılında Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonra şehir idaresinde daha geniş yetkilerle kontrolu sağlayacak yeni bir idarî sistemin kurulması gerektiğinden, başlangıçta muhtesib, ihtisab ağası, ihtisab emini gibi ünvanlarla hisbe teşkilâtını idare eden kimse, 1826 tarihli nizamnâme ile “ihtisab nazırı” ünvanını almıştı. “İhtisâb Nezâreti” adıyla yeniden kurulan bu müessese Sadrazamlığa bağlanmıştı. Üzerinden çeyrek asır geçmeden 16 Ağustos 1854 tarihindeki resmî bir tebliğ ile İstanbul’da Şehremaneti kurularak İhtisâb Nezareti’ne son verildi.
İslâm geleneğinde muhtesib olacak kimsenin çok iyi şekilde seçilmesi konusunda özen gösterilmiştir. Zira onun görev ve yetkileri bunu gerektiriyordu. Dövme, hapsetme gibi cezaları da verebilen bu görevlinin diğer insanlardan ayrılan bazı özelliklerinin bulunması kaçınılmazdı. Bu bakımdan devlet tarafından, çok iyi derecede bilgili, ahlâklı, rüşvete bulaşmamış ve Allah korkusu olan bir kişinin muhtesib olarak seçilmesine diikat ediliyordu.
Teşkilâtın başında bulunan muhtesib birçok yardımcı da kullanıyordu. Değişik mesleklere mensup çok dürüst kimseler arasından seçilen bu yardımcılara “ârif ”, “emin “gulam”, “avn” “huddam-ı ihtisâb”, “terazicibaşı”, “koloğlanları” gibi isimler verilmektedir.
Endülüs’de de hisbe görevini her şehirde muhtesib veya sâhibu’s-sûk (çarşı ağası) adı verilen bir memur yürütüyordu. Çünkü bu memurun vazifesinin ağırlık tarafı çarşı ve pazarın durumunu kontrol etmekti. Muhtesiblik görevinde, ilim, keskin anlayış ve bilgisiyle tanınmış olmak şart koşulduğundan bu kişiler kadılar arasından seçiliyordu. Çünkü onun görevi adliye ile ilgilidir. Çarşı-pazardaki esnafın kontrolünün üst düzeye çıktığı bu dönemde, ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının hisbe teşkilâtı tarafından sınırlandırıldığı bilinmektedir. Muhtesibler için ihtisab mevzularına dair kanunlar vardı. Fıkhî ahkâmın tedris edildiği gibi muhtesibler bu kaideleri öğrenirler, bu konuda ders görürler, bunları müzakere ederlerdi. Zira bunların alış verişi yapılan bütün mallara müdahale hakkı vardı.
Mezâlim Mahkemeleri
Daha adil bir toplum düzeni kurmak gayesiyle ortaya çıkmış ve İslam medeniyetinde en üst yargı makamı kabul edilmiş mezâlim mahkemesi, günümüz hukuk anlayışına göre istinaf mahkemesi, temyiz, danıştay gibi kurumlara karşılık gelmektedir. Mezâlim mahkemeleri, yargı fonksiyonu dışında kalan çeşitli alanlarda da faaliyet göstermiş ve idarî, dinî, malî vs. gibi görevlerin yerine getirilmesinde yardımcı olmuştur.
Adliye işlerinde, kadı ve muhtesibin otoritesinden daha yüksek bir yetkiye sahip olan mezâlim mahkemesi kadılığı, yüksek makam, soy ve şeref sahibi kimselerin zulmünü önlemek için kurulmuş ve bu mahkemelerde kadılık görevi, Allah korkusu son derecede olan yüksek makamdaki kişilere verilmiştir.
Bu teşkilât, müslüman devletlerin merkez ve taşra teşkilâtlarında yer alıp hem siyâsi, hukukî ve iktisadî alanlarda; hem de idarî ve adlî yargı alanlarında, yüksek dereseli memurların katıldığı bir kurul halinde görev yapan devlet organıdır.
Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler dönemlerinde sıkça rastlanan mezâlim mahkemeleri uygulamasının tam teşkilâtlı bir kurum olarak ortaya çıkışına dair ilk adımlar Emeviler döneminde atıldı. Emevilerden, ilk defa mezâlim olaylarını doğrudan karara bağlamak üzere haftanın belli bir gününü bu işe ayıran, Halife Abdülmelik b. Mervan (685-705) olmuştur.
Gerek vali, gerekse halk tarafından yapılan haksızlıklar çoğalınca, Halife Ömer b. Abdülaziz (717-719), amcası Abdülmelik’in uygulamasını daha da ileri götürerek kendisini bu işe adadı. Emevi hanedan üyelerinin zulümle aldıkları malları sahiplerine iade etti. Sünnete uygun hareket ederek adil bir şekilde mezâlim mahkemelerinin işlerine bakmaya başladı.
Abbasiler devrinde, doğrudan halifeye arzedilmek suretiyle merkezî idareye akseden şikâyet ve ihtilaflar için bir “Divanü’l-Mezâlim” vardı. Abbasilerin ilk hükümdarlarına göre mezâlim, devlet idaresinin temel özellik ve organlarından biridir.
Endülüs Emevi Devleti’nde de “Sahibu Ahkâmi’l-Mezâlim” ünvanı ile anılan bir görevli ve bunun idare ettiği bir mezâlim müessesesi vardı. Bu görevli, kamu ve devlet işlerine bakan memurlarına, idare adamlarına yönelik iletilen şikâyetlere bakar ve bunları hukukî bir çözüme kavuştururdu. Hâkimler tarafından verilen hükümler, durum ve işlenen suça göre para cezası, kamçılama, hapis ve kısas şeklinde ortaya çıkardı.
Müslüman hükümdarlar, halk tarafından kendilerine ulaştırılan şikâyetleri dinleyip görmek zorundaydılar. İster kendileri, isterse çocukları aleyhinde bile olsa, haksızlığı ortadan kaldırmaya çalışırlardı. İslâm tarihinde bu türden pek çok örnek vardır. Bu dönemlerde halk belli günlerde şikâyetlerini ve uğradığı haksızlıkları hükümdara götürmeyi âdet haline getirmişti.
Tarihî seyri içinde gelişimine ve uygulamasına ilişkin kısaca temas edilen mezâlimin görevleri de şöyledir:
1. Halka karşı sert davranarak hak ve adalet yolundan sapan zalim idareciler hakkındaki şikâyetlerin incelenmesi. 2. Memurların, vergi ve diğer devlet mallarını tahsil ederken yaptıkları haksızlıkların giderilmesi. 3. Divan kâtiplerinin denetlenmesi. Bunlar, müslümanların malları hakkında kendilerine güvenilen kimselerdir. 4. Devletten maaş alanların maaşlarının gecikmesi veya eksik ödenmesiyle ilgili şikâyetlerin incelenmesi. 5. Yöneticilerin veya güçlü kimselerin gasb ettiği mallarla ilgili şikâyetlerin incelenmesi. 6. Umumî ve hususî vakıfların denetlenmesi. Vakıfların, vâkıfın şartlarına göre idare edilmesi gerekir. 7. Kadı mahkemelerinin verdiği kararların uygulanması. Bazen mahkemelerin verdiği kararı uygulamak zorlaşabilir. Böyle bir durumda kuvvetçe daha üstün olan mezâlim mahkemeleri hükmün gereği ne ise onu tam olarak uygularlar. 8. Muhtesiblerin ve özellikle maliye ile uğraşanların yerine getiremediği kararları uygulamak. 9. Cuma ve bayram namazları ile hac ve cihad gibi açık ibadetlerin yerine getirilmesini sağlamak.
Mezâlim mahkemelerinde sadece kadı değil, aynı zamanda bir kurul da hazır bulunurdu. Bu durum, mezâlimin karakteristik yönlerinden biridir. Kurula başkanlık eden veya katılanların sayılarında devlet ve zamanlara göre az çok bir değişiklik olmuştur.
Mezâlim mahkemelerinin oturumlarında, her zaman aynı sayıda üye bulunmamakla birlikte, genellikle şu kişilerden oluşurdu: Hükümdar, vezir, vali, sahibü’l-mezâlim (özel mezâlim görevlileri), kadı, hukukçular ve müftüler, şuhûd (mahkeme başkanının verdiği kararın hukuka uygunluğunu tespit eden ve aynı zamanda bilgilerine müracaat edilen kimseler), ordu ve maliye temsilcileri (özellikle Fatımî ve Memlükler devrinde) ve bazen de muhtesib ve sahibü’ş-şurta (polis, bekçi vs. emniyet görevlileri)
Kadı, Muhtesib ve Mezâlim Hâkimleri Arasındaki Farklar
Devlet başkanının yargıya dair otoritesini, görevlendirdiği bazı kişilerle (kadı, muhtesib, mezâlim mahkemeleri kadıları/hâkimleri) yaptığı bilinmektedir. Toplumun düzenini çok yakından ilgilendiren görevler olduğu için de her kesimden kişilerin saygı duyduğu makamlar olan kadılık, ihtisab ve mezâlim mahkemeleri arasında pek fark yok gibi görünse de her bir görevin birbirinden ayrılan tarafları vardı.
Kadıların görevi genellikle dinî meselelerle ilgili anlaşmazlıkları halledip ayırdetmek; muhtesibin görevi ise kamu düzeniyle (asayiş) ilgili işleri kontrol etmek ve bazen da hemen halledilmesi gereken cinayetlerle ilgilenmek; mezâlim mahkemesi hâkiminin görevi ise kadı ve muhtesiblerin hükümlerine yapılan itirazlara bakmaktı.
Kadılık ve muhtesiblik, aralarında zıtlık bulunan iki görev olmasına rağmen, bazen aynı kişiye veriliyordu. Bu iki görevin zıtlığı şudur: Kadı/hâkimin işi, araştırmak, hüküm vermekte temkinli ve yavaş davranmak; fakat muhtesibin görevi meseleleri çözme konusunda acele davranmak esasına otururdu.
Sahibu’ş-Şurta
Emniyet teşkilâtının vazifelerini yürütmekle beraber ceza hukuku alanında kaza yetkisiyle de donatılan şurta, devletin güvenliği ve kamu düzeniyle ilgili suçlarla ilgilenmiştir. Bu konudaki gerekli cezalar şurta mahkemelerince verilip infaz edilmiş, diğer tazir cezaları ve hadler ise kadıların vazife ve yetkileri içinde kalmıştır.
İslâm devletlerinde polisin yaptığı işler, adlî işler (hüküm verme ve tahkikat yapma), hapishanelerin idaresinin yanı sıra genel asayişi sağlamak için gerektiğinde cezaları icrayla infaz etme ve hükümlerin icrası görevlerini yerine getiren şurta’nın bu vazifeleri dönem ve ülkeye göre değişiklikler göstermiştir.
Abbasiler, Endülüs Emevileri, Fatımilerde ve doğudaki Türk devletlerinde şurta, idare ve asayişle ilgili suçlara bakar ve siyasete göre hüküm verirdi. Söz gelimi Endülüs Emevilerinde devlet teşkilâtında çalışan makam sahipleri hakkında hüküm verme, bunlardan zulüm yapanları, onların yakınlarını ve onlara bağlı bulunan mevki sahiplerini cezalandırmak Şurta’nın göreviydi.
Akyüz, V. (1995). İslam Hukukunda Yüksek Yargı ve Denetim Divan-ı Mezâlim, İstanbul. Atar, F. (1979), İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara. Aydın, M. A. (1994). “Osmanlı’da Hukuk”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, ed. E. İhsanoğlu, İstanbul. Aydın, M. A. (1997). İslam ve Osmanlı Hukuku Araştırmaları, İstanbul. Baltacı, C. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi, İstanbul. Hasan, İ. H. (1985). Siyasi Dini Kültürel Sosyal İslâm Tarihi I/2, çev. İ. Yiğit - S. Gümüş, İstanbul. Hitti, Ph. K. (1980). Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi II, çev. S. Tuğ, İstanbul. Karaman, H. (1984). Anahatlarıyla İslam Hukuku I, İstanbul. Kavak çı, Y. (1975). Hisbe Teşkilâtı, Ankara. Kazıcı, Z. (1987). Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, İstanbul.Kazıcı, Z. (2006). İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul. Köprülü, F. (1983). İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi, İstanbul. Sarıçam, İ.-Erşahin, S. (2007). İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara. Schacht, J. (1997). “Hukuk ve Adalet”, çev. İ.Kutluer-H. Yılmaz, İslâm Tarihi, Kültür ve Medeniyeti, İstanbul. Uzunçarşılı, İ. H. (1984). Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara.
İslâm Askerî Kurumlari
İslâm’dan önce Arabistan’da bugünkü anlamda bir devlet yoktu. Mekkeli müşrikler her ne kadar siyasî bir organizasyona sahip idiyseler de bunu, meselâ Bizans veya Sasani devletiyle karşılaştırmak mümkün değildi. Diğer taraftan Mekke dışında, Medine (Yesrib) ve Taif gibi birkaç şehir istisna edilirse, Hicaz bölgesinde başka bir siyasî yapılanma da yoktu. Belli kabilelere mensup olan Araplar, tamamen kabilenin sosyal yapısına uygun bir hayat sürüyorlardı. Şüphesiz topraklarını koruma ihtiyacı duydukları zamanlar da oluyordu. Bu durumda geçici olarak eli silâh tutan erkekler kılıç, ok, mızrak ve kalkan gibi o dönemin bilinen silâhlarını alıyor, yaya veya süvari olarak kabile liderinin başkanlığında bir askerî birlik oluşturuyor ve düşmanla savaşıyorlardı. Savaştan sonra da evlerine dönüp günlük işleri ile meşgul oluyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki bu uygulama yüzyıllar boyu sürüp gitti. Böylece İslâm’dan önce hem Hicaz bölgesi şehirlerinde hem Arap kabilelerinde askerî kurumlar oluşmadı.
İslâm’dan sonra da bir süre bu durum devam etti. Henüz Müslümanlık Mekke dışına yayılamamıştı. Müslümanlar, büyük sıkıntılar çekerek Mekke’de kendileriyle sürekli uğra- şan müşrik Araplarla birlikte yaşıyorlardı. İşte bu dönemde Hz. Peygamber bir ordu kurma ihtiyacı duymadı. Zaten fiili durum buna imkân vermezdi. Şüphesiz bunun iki temel sebebi vardı. Birincisi, Müslümanların düşmana karşı koruma zorunluluğu duyacakları bağımsız bir devlet ve topraklarının olmamasıydı. İkinci önemli sebep ise henüz savaşa iznin verilmemesiydi.
Hz. Peygamber 622 yılında Medine’ye göç edince durum değişti. Artık Müslümanların bir devletleri, üzerinde bağımsız olarak yaşadıkları toprakları vardı. Üstelik bu topraklarda, özellikle Medine’de, kendileriyle birlikte yaşayan başkaları da bulunuyordu. Değişik Yahudi kabilelerine mensup bu farklı sosyal gruplarla Hz. Muhammed’in (as) bir anlaşma yapması ve onlara âdeta yurttaşlık statüsü kazandırması yeni bir devletin kuruluş sinyallerini verdi. Üstelik Hicret’ten çok kısa bir süre sonra öteden beri Müslümanlara düşmanlık gösteren Mekkeli müşriklerin silâhlı saldırıları başladı. Bu saldırılara karşılık vermek ve her türlü dış tehlikeye karşı korunmak çok önemli bir hâle geldi.
Müslümanların güvenliğine çok önem veren Hz. Muhammed (a.s.), bazı tedbirler aldı. Medine’ye yakın kabile reisleriyle anlaşmalar imzaladı. Müşriklere gözdağı vermek ve kontrol etmek amacıyla, Mekke-Şam ticaret yolu gibi stratejik önem taşıyan bölgelere seriyyeler gönderdi. Bu seriyyelerden biri Hicret’in 2.nci yılında (624) Abdullah b. Cahş komutasında Batn-ı Nahle bölgesine gönderilmişti. Seriyyede bulunanların görevi savaş- mak değil, düşmanın neler yaptığını öğrenmekti.
Askerî Kurumlar
Gazve ve seriyye ne demektir?
Müslümanlar Mekkeli müşriklerin tehdidi altındaydı. Medine meralarına kadar ula- şan silâhlı müşrik hücumlarına rastlanıyor, topraklarının istilâ edileceği endişesi onları rahatsız ediyordu. Ama henüz Allah tarafından savaşa izin verilmediği için Müslümanlar silâhlı hareketlere girişemiyorlardı. İşte bu şartlar altında iken Müslümanlara savaş yapma izni verildi. Bu son gelişme İslâm toplumunda askerî kurumların ortaya çıkması bakımından son derece önemli bir başlangıç oldu.
HZ. PEYGAMBER DEVRİ
İslâm dini bakımından asıl olan barıştır. Savaş, ancak barışı gerçekleştirmenin mümkün olmadığı durumlarda söz konusu olabilir. Bununla birlikte ülkenin ve halkın zarar görmemesi için düşmana karşı daima hazırlıklı olmak gerekir. Medine döneminde yukarıda sözünü ettiğimiz güvenlik ihtiyacının ortaya çıkması Hz. Peygamber’in böyle bir hazırlık yapmasına sebep oldu. Ancak henüz devletin kurumları oluşmamıştı. Düzenli bir ordu yoktu. Hatta iç güvenlik ihtiyacı için de herhangi bir hizmet birimi oluşturulmamıştı. Bundan dolayı askerî uygulamalar bakımından eski Arap gelenekleri devam ettirildi.
Silâh kullanabilen her yetişkin Müslüman erkek, yurt savunması ve îlâ-yı kelimetullah için askerlik yapmakla mükellefti. Hz. Peygamber, bir sefer düzenlediğinde veya düşman saldırısı söz konusu olduğunda devlet başkanı sıfatıyla gönüllüleri çağırırdı. Medine’deki gönüllüler hemen Hz. Peygamber’e başvurur ve savaşa katılmak istediklerini bildirirlerdi. Medine dışından gelecek askeri, kabile başkanları toplardı. Savunma savaşlarına herkes katılırdı. Ancak savaş Medine dışında olacaksa Hz. Peygamber herkesin sefere katılmasını doğru bulmaz, bazı Müslümanları Medine’de bırakırdı. Genellikle birbiriyle kardeşleştirilen Müslümanlardan biri harbe katılır, diğeri geride kalarak hem kendi hem de kardeşinin işlerini yapardı. Böylece ekonomik hayatta bir sıkıntı oluşması önlenirdi. Herhangi bir karışıklığa meydan vermemek ve kimlerin orduya katıldığını bilmek için bir sicil defteri açılır ve gönüllülerin isimleri buraya yazılırdı. Gönüllülerin, silâhlarını, erzak ve binek
hayvanlarını kendilerinin hazırlaması gerekiyordu. Kendi imkânlarıyla bu hazırlığı yapamayan fakir Müslüman askerlerin silâh, yiyecek ve gerekirse binekleri devlet tarfından sağlanırdı.
Sefer çağrısını alan gönüllü Müslümanlar, şehir dışında bir karargâhta toplanırlardı. Hz. Peygamber oraya gelir, orduyu teftiş ederdi. Sefer için gerekli asker sayısını kendisi belirlerdi. Hemen her seferde, gideceği bölgeye orduyu en kısa ve güvenli yoldan ulaştıracak bir kılavuz görevlendirir, onun rehberliğinde hareket ederdi. Şayet Hz. Peygamber sefere katılmayacaksa bir komutan tayin eder, ona gerekli uyarılarda bulunur, yolda ve harp sı- rasında nasıl davranması gerektiğini bildirir ve dua ile uğurlardı. Savaştan sonra askerler evlerine ve işlerine dönerlerdi.
HULEFÂ-YI RÂŞİDÎN DEVRİ
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir halife unvanıyla devlet başkanı oldu. Halife, yönetimi, Hz. Peygamber’den gördüğü gibi sürdürmeyi tercih etti. Dolayısıyla askerî yapılanmada da bir değişiklik olmadı. Zaten bu dönem kısa sürmüş ve Hz. Ebubekir iki yıl sonra vefat etmişti (634).
Hz. Ebubekir’den sonra Hz. Ömer halife oldu. Onun hilafeti pek çok değişikliği beraberinde getirdi. Bu değişiklikler askerî alanda da görüldü.
Hz. Ömer devrinde fetih faaliyetleri iyice arttı. İslâm orduları değişik istikametlerde hareket ederek yeni şehirler, bölgeler ele geçirdiler. Mısır, Filistin, Suriye, Irak ve İran’ın büyük bir bölümü Müslümanların eline geçti. İslâm orduları Azerbaycan’a kadar ilerledi. Antakya’nın fethinden sonra Toroslar, Bizansla Müslümanlar arasında sınır hâline geldi. İşte bu geniş topraklarda eski usullerle askerî faaliyetlerin sürdürülmesi mümkün değildi. Gönüllülük esasına dayanan askerî yapılanma ile devletin ihtiyaçları karşılanamazdı. Daimi bir orduya ve bunun için gerekli diğer müesseselere ihtiyaç vardı. Yeni halife Hz. Ömer, bu ihtiyaçları hemen gördü ve ona göre yeni bir askerî yapılanmaya gitti. Böylece İslâm dünyasında askerî kurumlaşma faaliyetleri başlamış oldu.
Hz. Ömer devrinde sosyal hayatta da önemli gelişmeler yaşandı. Fethedilen topraklardan elde edilen cizye ve haraç vergileri hazine gelirlerinin artmasına, devletin zenginleş- mesine sebep oldu. Halk, özellikle savaşlara katılan Müslümanlar ele geçirdikleri ganimetlerle eskisinden çok daha müreffeh bir hayat yaşamaya başladılar. Bu zenginlik insanlarda mal kazanma hırsını artırdı. Ayrıca pek çok kişi, fethedilen Irak, Şam, Filistin ve Mısır’ın verimli topraklarına yerleşmeye ve tarımla uğraşmaya başladı. Bütün bunlar îlâ-yı kelimetullah için yapılması gereken cihada büyük bir engel oluşturuyordu. Fetihlerin arttığı ve daha çok askere ihtiyaç duyulduğu bir zamanda azalan gönüllülerle bu hizmetler sürdü- rülemezdi. Bu tehlikeyi sezen Hz. Ömer, halkı cihada teşvik etmeye başladı. Asıl önemlisi gönüllü askerliğin yanında dâimî ve düzenli bir ordu kurmaya karar verdi.
Bu kararından sonra Halife Ömer, ilk askerî divanı kurdu. Askerliği devamlı hâle getirdi. Bu sisteme dâhil olan askerlerin isimleri divan defterlerine yazıldı. Her askerin aile ve kabilesiyle ilgili bigilere kayıtlarda yer verildi. Bu askerlere ve ailelerine devlet hazinesinden (beytü’l-mâl) ayrıca maaş bağlandı. Kimin ne kadar maaş alacağı da bu sicillere işlendi. Hz. Ömer bununla da yetinmedi. Bu maaşlı ve profesyonel askerler için daimî ordugâh-şehirler (askerî garnizonlar) inşa ettirdi. Emsâr adı verilen bu şehirler merkeze uzak, sınırlara ve harp sahalarına yakın yerlerde kuruldu. Askerler aileleriyle birlikte bu korunaklı şehirlere yerleştirildi ve hem kendilerinin hem eş ve çocuklarının güvenlikleri sağlandı. Mısır’da Fustat, Irak’ta Kufe ve Basra şehirleri böyle ortaya çıktı. Savaş sırasında askerler cepheye gidiyor, aileleri bu şehirlerde kalıyorlardı.
Maaşlı-dâimî askerlik uygulaması bu insanların askerliği bırakıp tarım ve ticaretle uğ- raşmalarının önüne geçti. Böylece cihad ruhu canlı tutuldu.
Hz. Ömer’in başlattığı bu uygulama Hz. Osman ve Hz. Ali devrinde de devam etti. Ancak Hz. Osman’ın halifeliği döneminde baş gösteren iç isyanlar, Hz. Ali devrinde ortaya çıkan fitne ve karışıklıklar fetihlerin yavaşlamasına sebep oldu. Bununla beraber gönüllü- lerin savaşa katılmaları her zaman devam etti.
EMEVİLER DEVRİ
Dört Halife döneminden sonra Emeviler iş başına geçti. Bu dönem askerî faaliyetlerin çok canlı, fetihlerin çok yaygın olduğu bir dönemdir. Müslümanlar Türkistan’dan Atlas Okyanusu’na kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmış, İspanya’yı ele geçirmişlerdi. Dolayısıyla askerî kurumlar önemini devam ettiriyordu. Buna rağmen Emeviler, Hz. Ömer devrindeki askerî sistemde bir değişiklik yapmadı. Düzenli, dâimî ve paralı askerlik sistemini devam ettirdi. Orduyu, II. Mervan’a kadar hamîs adı verilen beş bölüm halinde düzenledi: Buna göre ordu, ortada başkumandanın emrinde savaşan merkez birlikleri (kalbü’l-ceyş), sağ kanat (meymene), sol kanat (meysere), süvarilerden oluşan öncü birlikler (talîa veya mukaddeme) ve artçı birliklerden (sâkatü’l-ceyş) meydana geliyordu. Ancak II. Mervan’dan sonra sistem değiştirildi ve kurdûs denilen taburlar ortaya çıktı. Böylece Bizans askerî yapısı taklit edildi. Emevi ordusu, piyade ve süvarilerden oluşuyordu.
Ordunun yönetimi Divânu’l-cünd tarafından yürütülürdü. Emevi ordusunun temelini mürtezika denilen nizami ve daimi statüdeki muvazzaf ücretli askerler oluşturuyordu. Bunlar yaptıkları askerî hizmet karşılığında devlet bütçesinden maaş alırlardı. Diğer ihtiyaçları da devlet tarafından karşılanırdı. Cihadın faziletinden yararlanmak için kendi arzuları ile cepheye koşan ve mütetavvia denilen gönüllülere ise maaş ödenmezdi. Bunlar, sadece ele geçirilen ganimetten pay alırlardı.
İlk dönemlerde Emevi ordusunda sadece Arap asıllı askerler vardı. Daha sonra mevâlî, yani Arap olmayan Müslümanlar da askere alındı. Bunlar arasında İranlılar, Türkler ve Berberîler de vardı. Komutanlar ise yine Araplar arasından seçilirdi.
Emeviler döneminde, bir asker, ailesinden ayrı olarak dört aydan fazla cephede tutulmazdı. Kendisine bir süre izin verilir ve ailesinin yanına gönderilirdi. Savaştan sonra komutanların görevi askerlerle ilgilenmek, onları hazırlamak için eğitmek, silâhları ve savaş hazırlıklarını tamamlamaktı. Silâhlı askerî birliklerin mevcudu 60.000 dolaylarında idi. Asker ve aileleri için yapılan yıllık harcama 60 milyon dirhemi buluyordu.
ABBASİLER DEVRİ
Emevilerden sonra iş başına geçen Abbasiler, fazla bir değişiklik yapmadan Emevi askerî geleneklerini sürdürdü. Dîvânü’l-ceyş denilen askerî divan görevine devam etti ve ordunun idarî, malî ve kazaî işlerini yürüttü. Emevi ordusunda olduğu gibi Abbasi ordusunun temelini de mürtezika denilen askerler oluşturuyordu. Ordunun ikinci büyük muharip gücü mü- tetavvia denilen gönüllülerdi. İçlerinde bedevilerin, köy, kasaba ve şehir halkının, ulema ve sûfilerin yer aldığı bu gönüllü grupların Yemen ve Türkistan gibi çok uzak yerlerden geldikleri oluyordu. Emevi ve Abbasiler devrinde iki yüz yıldan fazla süren Anadolu Gazaları’na
Türkistan’dan pek çok gönüllü geldiği ve bu savaşlara katıldığı bilinmektedir. Abbasi ordusu beş temel gruptan oluşuyordu: 1. Başşehirde bulunan ve doğrudan halifeye bağlı olarak görev yapan muhafız birliği. Bunlara, haresü’l-halîfe (halifenin muhafızları) denilirdi. 2. Vezirler, valiler ve diğer önde gelen devlet adamlarının emrinde görev yapan birlikler. 3. Vilâyetlerde bulunan askerî kuvvetler. 4. Anadolu’da Tarsus, Adana, Ceyhan, Maraş ve Malatya civarında oluşturulan, Avâsım ve Suğur adı verilen askerî bölgelerdeki sınır garnizonlarında görev yapan birlikler. Avâsım ve Suğur bölgesinde yani Bizans-İslâm sınırlarında Harun Reşid özel düzenlemeler yapmıştı. 5. Yardımcı kuvvetler.
İlk Abbasi halifeleri orduya büyük bir önem vermişlerdi. Buna bağlı olarak orduda görev yapan bazı muharip sınıflar oluştu. Bunlar yaptıkları iş ve hizmetlere göre isimlendirilmişlerdi. Müşât veya reccâle, kılıç, kalkan ve mızrakla donatılmış yaya birlikleri idiler. Fürsân denilen atlı birlikler miğferli ve zırhlı olup mızrak ve savaş baltaları taşırlardı. Rumât adı verilen özel yetiştirilmiş okçu birlikleri vardı. Neffâtün, neft yani petrole bulaştırılmış paçavraları düşman üzerine atan askerî birliğin adıydı. Bütün bunların dışında kaleleri kuşatmada kullanılan silâhları yapan ve tamir eden, tünel açan, duvar yapan vb. gibi çeşitli zenaat erbabından oluşan mühendisler ve istihkâm birlikleri de vardı. Orduda, savaş sırasında Emevilerde olduğu gibi merkez, sağ kanat, sol kanat, öncü ve artçı birlikleri olmak üzere beşli düzen esas alınırdı.
Abbasi devletinin kuruluşunda İranlıların büyük yardımı olmuştu. Daha sonra Türkler de bu hizmet kervanına katıldılar. Bu durum zaman zaman İran ve Türk askerî geleneklerinin Abbasiler tarafından benimsenmesine sebep oldu. Harun Reşid’in üç oğlu Emin, Me’mun ve Mu’tasım’ın birbirleriyle mücadelelerinde Arap, İranlı ve Türk askerlerinin bu üç halifeyi destekledikleri görülür. Bu destek önce İran sonra Türk asıllı askerlerin ordu içindeki yoğunluk ve etkilerini artırdı. İşte buna bağlı olarak ötedenberi Emevi ve Abbasi ordularında süregelen Arap hâkimiyeti, yerini yavaş yavaş İran ve Türk hâkimiyetine bıraktı. Halife Mu’tasım, Fergana ve Türkistan’ın diğer bölgelerinden getirilmiş Türklerden yeni bir askerî birlik, bir Muhafız kıtası meydana getirmişti. Bu birlikler kısa zamanda güçlendiler ve Bağdat içinde karışıklık çıkarmaya başladılar. Halk bundan rahatsız oldu. Bunun üzerine Halife, 836 yılında Samarrâ adı verilen yeni bir şehir kurdurmak ve merkezî yönetimi bu şehre taşımak zorunda kaldı.
Türk askerlerinin hilâfet ordusu saflarına katılmasından sonra bazı değişiklikler ya- şandı. Abbasiler, Türklerin onlu askerî sistemini uygulamaya başladılar. Buna göre arîf 10 askere, halîfe 50 askere, nakîb 100 askere, kâid 1.000 askere, emîr 10.000 askere komuta ediyordu. Yüz neferin oluşturduğu askerî birlik bölüğü, çok sayıda bölükler de taburu (kurdûs) meydana getirirdi. Bu dönemin önemli bir değişikliği de Arap asıllı olmayan komutanların iş başına getirilmesi oldu. Bunlar arasında Afşin gibi çok ünlü Türk komutanlar da vardı. Özellikle Anadolu seferleri ve bazı isyanların bastırılmasında bu komutanların büyük hizmetleri görüldü. Abbasi ordusunda Türklerin eline geçen bu üstünlük, Büveyhîlerin Bağdat’ı işgaline kadar sürdü.
TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNDE ASKERÎ KURUMLAR
Emeviler devrinde tek bir İslâm devleti varken Abbasiler zamanında pek çok yeni İslâm devlet kurulmuştur. Bunlar arasında Türk asıllı hânedanlar da vardır. Genellikle bütün bu devletler bazı farklılıklar bulunsa bile Abbasilerin devlet yönetim tarzını benimsemiş ve yine Abbasi kurumlarını aynen veya değiştirerek alıp uygulamışlardır. Aşağıda Müslüman Türk devletleri askerî kurumlarına örnek olmak üzere ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılarla, Selçuklu ve Osmanlı askerî kurumları ele alınacaktır.
Karahanlılar
Öteden beri Türk devletlerinin temel özelliklerinden biri de askerî karakterli oluşlarıdır. Aynı durum Karahanlılarda da sözkonusuydu. Karahanlı ordusu saray muhafızları, hassa ordusu, melik ve diğer hanedan mensupları ile valilerin emrindeki askerler ve devlete tâbi Çiğil, Karluk, Uğrak gibi Türk boylarına mensup kuvvetlerden meydana geliyordu.
Karahanlı ordusunun başında subaşı adı verilen bir komutan bulunurdu. Bu devirde sü başlamak, orduyu sevk ve idare etmek demekti. Askerler düzenli olarak defterlere yazı- lır ve genellikle şehirlerin dışında çadırların kurulmasıyla oluşturulan ordugâh-şehirlere yerleştirilirdi. Harp sırasında devlete bağlı boylara haber gönderilerek askerî yardımları istenirdi. Sağ-sol, öncü-artçı birliklerle hareket hâlindeki ordunun güvenliği sağlanırdı. Ayrıca daha ilerilere keşif kolları çıkarılırdı. Savaş sırasında Turan taktiğini (sahte ricat) uygularlardı. Onlu sisteme göre kurulan askerî birliklerin başında subaylar bulunurdu. Ok, yay, kılıç, süngü, balta, hançer, topuz, tulga, zırh, kalkan belli başlı silâhlar arasındaydı. İyi ata binme ve isabetle ok kullanma askere güç ve üstünlük sağlıyordu.
Selçuklular
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletleri, Orta Çağ’ın en mükemmel ordularına sahiptiler. Özellikle Büyük Selçuklu Devleti’nin Melikşah zamanında muazzam bir ordu teşkilâtı vardı. Melikşah ve Nizamülmülk, Selçuklu Devleti teşkilâtını sağlam esaslara oturtmaya çalışırken, bir taraftan da güçlü ve disiplinli bir ordunun kuruluşu için gayret gösteriyorlardı.
Anadolu Selçuklu Devleti ordusu, Büyük Selçuklu Devleti ordusu esas alınarak kurulmuştu. Her iki Selçuklu ordusu şu kısımlardan meydana geliyordu;
1. Gulâmân-ı Saray (saray köleleri): Türk, Arap, Ermeni, Rum, Gürcü, İranlı vb. gibi çeşitli milletlerden, küçük yaşta saraya alınan ve özel yetiştirilen gençlerden meydana geliyordu. Köle olarak satın alınan bu çocuklar önce saraydaki Gulamhane adı verilen okullarda eğitimden geçirilirdi. Bu okulda yetişenler kabiliyetlerine göre çeşitli devlet memuriyetlerine getirilirlerdi. Çok zeki ve becerikli olanlar vali ve komutan olurlardı. Gulamhane, Osmanlı sarayındaki Enderun Mektebi’ne benzerdi. Bunlardan iyi yetişmiş müfredan denilen 200 asker, sultanın hizmetine memurdu. İsim ve görevleri divan defterinde kayıtlı bulunan Gulâmân-ı saray, ordunun diğer sınıflarından farklı olarak ikta sahibi değillerdi. Yılda dört defa hazineden bistgânî denilen maaş alırlardı.
2. Hassa Ordusu: Hassa ordusu, Selçuklu ordusunun çekirdeği idi. Atlı olan bu birliklere sipahi adı veriliyordu. Başkente yakın garnizonlarda otururlardı. Sipahiler ikta sahibiydiler. Bu sebeple kendilerine maaş verilmezdi. İsimleri, künyeleri, sicilleri ve iktalarının gelirleri divan defterlerine kaydedilirdi. Bunların yetiştirilmesinden ve her an savaşa hazırlanmasından, Büyük Selçuklu Devleti’nde Sipehsalar, Anadolu Selçuklu Devleti’nde ise Beylerbeyi (Emirü’l-ümerâ) sorumlu idi. Selçuklu ordusu sefere giderken, ihtiyaçları, Emir-i Ârız tarafından tedarik edilirdi. Emir-i Ârız’ın başında bulunduğu askerî divan, Divan-ı Arzu’l-Ceyş adını taşıyordu.
Hassa ordusu sipahilerinin dışında bir de ıktalarında oturan ve çağırıldıklarında orduya katılan Sipahiler vardı. Sipahilerin sayıları diğerlerinden çok fazla idi. Kendilerine verilen iktalarda yaşarlar ve çiftçilerden aldıkları vergilerle geçinirlerdi. Bu askerlerin ellisi bir müfreze oluşturur ve başlarında ellibaşı denilen komutan bulunurdu. Tımarlı sipahilerin önemli illerdeki komutanlarına subaşı denilirdi.Melikler, valiler ve devlet ileri gelenlerine bağlı askerler, Türkmen kuvvetleri, tâbi hükümetlerin gönderdikleri askerler Selçuklu ordusunun diğer askerî unsurlarını oluşturuyordu.
Selçuklu devleti serleşkerlik denilen askerî bölgelere ayrılmıştı. Serleşkerlerin arasından ehliyet ve liyakat sahibi olanlar emirü’l-ümera, yani beylerbeyi olurlardı.
Osmanlılar
Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yıllarında düzenli bir askerî teşkilâtı yoktu. Aşiret beyleri, gerektiğinde Osman Bey’in hizmetine giriyor ve kendi kuvvetleri ile savaşa katılıyorlardı. Savaş sonunda ganimetten pay alıyorlar, fethettikleri topraklara yerleşme hakkı kazanı- yorlardı.
Kapıkulu Askerleri
Orhan Bey zamanında fetih hareketleri genişleyip devlet gelişme gösterince askerî, malî ve idarî düzenlemelerin yapılması gerekti. Orhan Bey, öncelikle orduyla ilgili düzenlemeler yaptı. İlk düzenli askerî birlikler, İznik’in fethinden önce Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil’in teklifleri doğrultusunda oluşturuldu. Yaya ve Müsellem denilen bu askerlerden meydana gelen birliklere Türk gençleri alınmıştı. Müsellemler atlı askerlerdi.
Osmanlı fetihleri Rumeli topraklarına taşınca sınırlar daha da genişledi. Asker ihtiyacı arttı. Bu ihtiyacın giderilmesi için çareler arandı. Sonunda savaşlarda esir alınan ve askerliğe uygun Hıristiyan çocuklarının kısa bir süre Türk terbiyesi ile yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf kurulması kararlaştırıldı. Beşte bir olarak alınan bu çocuklara Pençik Oğlanı adı verildi. Yalnız, daha sonra çeşitli zaruretler sebebiyle bu usul yerine dev- şirme usulü getirildi. Bu yeni sistemle yetiştirilen askerlere de Yeniçeri denildi. Bunlar hassa (muhafız) birlikleri olduklarından kendilerine Kapıkulu askerleri denildi. Bu askerî sınıfın özünü Yeniçeri Ocağı meydana getiriyordu. I. Murat zamanında (1362- 1389) kurulan teşkilât, Fatih devrinde son şeklini aldı. Yeniçeri Ocağı’nın başında Yeniçeri Ağası bulunuyordu. Yeniçeriler ulufe adı verilen maaşlarını üç ayda bir alırlar, börk denilen beyaz keçeden başlık giyerlerdi. Seferde ve hazarda mutlaka padişahla beraber bulunurlardı.
Osmanlı kapıkulu askerleri, yaya (piyade) ve atlı (süvari) olmak üzere iki kısma ayrılırdı. Kapıkulu Piyadeleri, bunların ilk yetişme yeri olan Acemi Ocağı bir tarafa bırakılırsa Yeniçeri, Topçu, Toparabacıları, Cebeci, Humbaracı ve Lağımcı olmak üzere altı ocağa ayrılırdı. Kapıkulu Süvarileri de Sipah, Silâhtar, Sağ Ulufeciler, Sol Ulufeciler, Sağ Garibler, Sol Garipler olmak üzere altı bölükten meydana geliyordu.
Eyalet Askerleri
Osmanlı ordusunun en eski ve en önemli askeri teşkilâtı Tımarlı sipahilerdir. Tımarlı sipahilerin temeli tımar sistemine ve toprak idaresine dayanırdı. Kendilerine devletçe maaş ödenmez buna karşılık dirlik verilirdi. Dirlik sahipleri, dirliklerinin bulunduğu sancak, kaza ve köylerde reayadan aldıkları vergilerle hem kendileri geçinirler, hem de artan para ile atı, silâhı ve savaş âleti tam olan atlı asker yani cebeli beslerlerdi. İşte bu tımar sahipleri ile besledikleri cebelilerden meydana gelen askerî teşkilâta Tımarlı Sipahiler denirdi.
Eski Türk zaferlerinin kazanılmasında en büyük hisse, ordunun bel kemiği durumunda olan Tımarlı sipahilere aittir. Ne yazık ki Kanuni’den sonra Tımarlı sipahilere gereken ilgi gösterilmemiş ve bu teşkilât giderek eski gücünü kaybetmiştir.
Yardımcı Kuvvetler
Osmanlı ordusunun önemli askeri kuruluşlarından biri de Akıncı Ocağı’dır. Keşif, yağma veya tahrip maksadıyla düşman topraklarında yapılan askerî faaliyete akın, bunu yapan askere akıncı denilmiştir. Akıncı beyleri ve askerleri, özellikle Rumeli’deki fetihler sırasında büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Yardımcı kuvvetler arasında azablar, deliler, yörükler, leventler, sekban ve sarıcalar, gönüllü ve beşliler de yer alırdı.
Yeniçeri Ocağı bozulunca III. Selim devrinde, Nizam-ı Cedid adıyla yeni bir ordu kuruldu. II. Mahmut tarafından 1826 yılında Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırıldı ve yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adıyla başka bir ordu kuruldu. Sonraları Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adı terk edildiyse de teşkilât giderek gelişti ve kuvvetlendi. Böylece II. Mahmut’tan sonraki Osmanlı ordusunun esası oldu.
184 İslâm Kurumları ve Medeniyeti
Devşirme usülünün doğru bir şey olmadığı, Hıristiyan çocukların anne ve babalarından koparılıp alınmalarının barbarca bir davranış olduğu hakkında yaygın bir kanaat vardır. Bu hususta Paul Wittek şöyle diyor; “Bu tedbirin barbarca bir âdet olduğu hakkında araştırılmadan edinilmiş bir fikirden kendimizi kurtaralım. Bilakis bu müessese, Hıristiyan unsuruna hükûmet ve idare yolunu açmakta idi. Bu devşirmelerin İslâma girmesi, onların aileleri ile münasebetlerini devam ettirmelerine zaruri bir engel teşkil etmezdi. Hatta nüfuzlu bir hâle gelen bu mühtedilerin, Hıristiyan akrabaları lehine faydalı bir şekilde müdahale edebildiklerinin misalleri bile vardır. Bu devşirme müessesi, nüfusun fazlasını kısmen yutarak -ki bu fazlalık da Hıristiyanlar harp kayıplarından korunmuş olduğu için mühimdi- Hıristiyan köylülerin iktisadî durumunun ağırlığını azaltmakta idi.” (Wittek, 1963, 17-18)
Askerlerin Ücretleri
Yukarıda da ifade edildiği gibi, Hz. Peygamber devrinde savaşa katılanlar savaşta ele ge- çirilen ganimetten paylarına düşeni alırlar, ayrıca kendilerine bir ücret ödenmezdi. Henüz dâimî ordu kurulmadığı için savaştan sonra askerler işlerinin başına dönerlerdi. Hz. Ömer’in divan kurmasından sonra bu durum değişti. O, İslâma girişteki önceliği ve dine hizmeti ölçü alarak Medine halkına ve fetihlere katılan askerlere maaş bağladı.
Divan defterlerinde isimleri bulunan kişilerin karşısına yılda bir kere alacakları ücret ile aylık erzakın miktarı yazılarak herhangi bir karışıklığın çıkması önlenmek istendi. 641 yılındaki bu düzenlemeden sonra ordu bir kurum haline geldi ve maaşlı askerlerden dü- zenli bir askerî güç oluşturuldu. Bu düzenlemeyi yapan Hz. Ömer ücretli askerlerin ticaret veya tarımla uğraşmasını da yasakladı. Onun döneminde divana kayıtlı Arap kabilelerine mensup asker sayısı 150.000’e ulaşmıştı.
Bu uygulama ilk Emevi halifesi Muâviye zamanında da sürdürüldü. Ayrıca asker maaşları artırılarak yaya askerlerin yıllık maaşı 1.000 dirheme çıkarıldı. Maaşlar, Mervân devrinde iki katına çıkarıldı. Abdülmelik tarafından tekrar artırıldı. Ekonomik hayattaki değişiklikler ve devlet hazinesinin durumu maaş miktarlarının azalıp çoğalmasına sebep oluyordu. Mesela, III. Yezid, bütün maaşları yüzde on oranında eksiltmiş ve bundan dolayı kendisine Nâkıs (eksilten, azaltan) denilmişti. Devletin malî sıkıntıları maaş yerine arazi iktâı uygulamasının başlatılmasına sebep oldu. Bu uygulama ile belli bir arazinin devlete ait olan gelirleri iktâ sahibine maaş karşılığı olmak üzere veriliyordu.
Abbasiler zamanında asker sayısı daha da arttı. Buna rağmen mürtezika denilen ücretli dâimî askerlere maaş ödemeleri sürdürüldü. Maaşlar, aylık, birkaç aylık veya yıllık ödenirdi. Devletin kuruluşu sırasında yaya askere ödenen ortalama ücret, yılda 960 dirhem idi. Süvari askere ise bunun iki katı tutarında ödeme yapılıyordu. Bu rakamlar Emevilerin ilk yıllarında ödedikleri asker maaşlarından daha düşüktü. Me’mun zamanında asker sayısı 125 bin dolaylarına çıkınca yaya askerin yıllık maaşı 240 dirheme düşürüldü. Süvari asker eskiden olduğu gibi yayanın iki katı maaş alıyordu.
Halife Mansur zamanında Bağdad inşa edilirken baş mimara günde bir dirhem, işçiye ise 1/3 dirhem ücret ödenmişti. Bu rakamların karşılaştırılması göreceli olarak askere yüksek ücret ödendiğini gösterir. Sınır garnizonlarını tahkim ettiren Harun Reşid’in Tarsus’ta görev yapan askerlere yıllık 10 dinar fazla ödediği bildirilmektedir. İsyanları bastırmak için gönderilen askerlere de maaşlarından ayrı bağışlarda bulunulurdu. Devletin zayıfladığı dönemlerde hazine nakit darlığı çektiği için özellikle asker maaşlarını nakden ödeme yerine arazi iktâı yoluna gidilmiştir. İktâ sistemi Selçuklular devrinde daha da yaygınlaştı.
Selçuklular ve Osmanlılar devrinde biraz daha farklı bir durum ortaya çıktı. Kölelikten gelen Selçuklu hassa askerleri üç ayda bir bistgânî denilen maaş alırlardı. Devşirmeden gelen Yeniçeriler ise yine aynı periyodlarla ulûfe adı verilen maaş alıyorlardı. Sipahilerin durumu ise farklıydı. Sipahilere, yaptıkları askerî hizmetlerin karşılığı olarak maaş değil, bunun yerine Selçuklularda iktâ, Osmanlılarda dirlik veriliyordu.
Bu sistem ile hem devlete yük olunmuyor hem de toprağın işlenmesi ve üretimin artması sağlanıyordu. Bu sistem Abbasiler ve eski Türk toprak hukukunun yeni şartlara uydurulmuş bir şekliydi. İktâ veya dirlik sistemi, devletin askerî olduğu kadar idarî ve hukukî temellerinden birini oluşturuyordu.
Bayrak ve Sancaklar
Bir hâkimiyet sembolü olarak değerlendirilen bayrak ve sancaklar ötedenberi devlet ve hükümdarlar tarafından kullanılmıştır. Araplar dâhil Müslüman olan milletlerin İslâm’dan önce çeşitli bayrak ve sancaklara sahip oldukları da ayrıca bilinmektedir. Nitekim Cahiliye dönemi Mekke şehir yönetiminde bayraktarlık (liva’) ve sancaktarlık (râye) görevi vardı. İlki Abdüddâro-ğulları tarafından yürütülen bir görevdi ve livâ’ adı verilen bayrağı onlar saklıyorlardı. İkinci görev ise Ümeyyeoğullarına verilmişti ve râye denilen sancak onların elinde idi.
Hz. Peygamber bütün seriyye ve gazvelerinde hatta Hicret yolculuğunda bile bayrak ve sancak kullanmıştı. Bayrak beyaz renkte, sancak ise siyah renkte idi ve Ukaab (kartal) adını taşıyordu. Diğer Arap kabileleri de değişik renklerde hatta üzerinde birden çok renk bulunan bayrak ve sancaklara sahip idiler. Emeviler beyaz liva kullanırken Abbasiler bayrak ve sancaklarında siyah rengi tercih etmişlerdir.
Bayrak ve sancaklar mızraklara veya uzun sırıklara bağlanırdı. Bayraktarlar veya sancaktarlar tarafından develerin üstünde taşınırdı.
İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlı Devleti’ndeki bayraklar hakkında fazla bilgi yoktur. Bunların tuğ kullandıkları ve bu tuğların sayısının, sahibinin gücüne ve önemine göre değiştiği biliniyor. Dîvânü Lugâti’t-Türk’te kaydedildiğine göre hükümdar bayrakları al (kırmızı) renkte idi. Başka renkte bayrakların kullanıldığı da oluyordu.
Tuğ ne demektir?
Büyük Selçuklu Devleti sultanları türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanmışlardı. Bayraktarlık (emîr-i alemlik) Selçuklu devlet teşkilâtında önemli bir memuriyetti. Selçuklu bayrakları hakkında fazla bilgimiz yoktur. Bazı kaynaklar ordu bayraklarının kırmızı renkte olduğundan söz eder. Ancak Büyük Selçuklularda olduğu gibi Anadolu Selçukluları’nda da Abbâsîler’e bağlılık alâmeti olarak siyah renkli bayrak kullanılmış olmalıdır. Bayrakların üzerinde ay, ejderha, arslan ve hümâ gibi şekillerin bulunduğu anla- şılmaktadır.
Diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlılar da hükümdara mahsus sancağın dı- şında değişik renklerde bayraklar kullanmışlardır. Bu bayrakların üzerinde muhtelif şekiller ve yazılar yer alırdı. Zaman içinde beyaz ve kırmızı sancak ve bayrakların kullanımı yaygınlaştı. Osmanlı Donanması’nda daha çok cihad ve gaza kavramını hatırlatan yeşil renkli sancak kullanılmıştır. XIX. yüzyılın ilk yarısında, üzerinde hilâl ve yıldız işareti bulunan kırmızı (al) sancak Osmanlı Devleti’nin millî bayrağı olmuştur.
Hz. Peygamber, seferlerde ve savaş sırasında parola ve işaretler kullandırmış, üniforma sayılabilecek belli renkte sarık ve elbiseler giyilmesini istemiştir. Daha sonra da bunun uygulandığı, özellikle hükümdarların çevresinde bulunan hassa askerleri için özel kıyafetler hazırlatıldığı görülmektedir. Bunun tarihimizdeki son güzel örneklerinden biri Yeniçeri kıyafetleridir.
Silâh ve Âletler
Silâh kelimesi genel olarak bütün savaş âletleri için kullanılır. Silâhın bilinen en eski örne- ği Yontma Taş devri başlarında ortaya çıkan el baltasıdır. Daha sonra bıçak, kılıç, ok-yay ve mızrak hemen herkesin ihtiyaç duyduğu silâhlar arasında yer aldı. Bu silâhlar, eski çağlarda yaşayan insanların, sadece savaşlarda değil, günlük hayatlarında da kullandıkları, birini veya birkaçını yanlarında taşıdıkları âletler arasına girmişti.
Hz. Peygamber ve sonrası devirlerde de durum bundan farklı değildi. Hemen herkesin bir silâhı vardı ve bunu kullanmasını biliyordu. Dolayısıyla ilk zamanlarda savaş için bir araya gelen insanlar özel bir eğitiminden geçmeden ellerindeki silâhları maharetle kullanabiliyorlardı. Arapların öteden beri kullanageldikleri silâhlar; kılıç, kalkan, mızrak, ok-yay, gürz, zırh, miğfer, savaş baltası, hançer, harbe, bıçak vb. idi.
Araplar, âdeta millî silâh hâline getirdikleri kılıca çok önem verirlerdi. Yemen, Hindistan ve Şam’da üretilen kılıçlar çok meşhurdu. Üretim yerlerine göre bunların şekil ve özellikleri değişirdi. Türklerde de kılıç önemli bir silâhtı. Türkler’in kullandığı (Türkî) kılıçların genellikle bir ağızları keskin olurdu. Uçlarına doğru sivrilir, incelir ve bazen hafif eğri bir şekil alırdı.
Osmanlılar da kendine özgü pek çok kılıç türü geliştirdiler. En çok önem verdikleri kılıç, Dımaşkî dedikleri Şam kılıcı idi. Şam işi ya da Şam tekniği olarak bilinen bu kılıç ve kamalar uzun yıllar şöhretini devam ettirmiş ve İstanbul’da da bu adla üretilmiştir. Ateşli silâhların ortaya çıkışından sonra terk edilmeyen tek silâh olan kılıç, günümüzde hâlâ bir merasim silâhı olarak sembolik anlamını sürdürmektedir.
Kılıca, gerek Osmanlılar’da gerekse diğer İslâm toplumlarında dinî-siyasî bir anlam da yüklenmiştir. Meselâ Osmanlı padişahlarının tahta oturmalarında yapılan en önemli merasimlerden biri kılıç kuşanma olup Eyüp Sultan Camii ve Türbesi’nde gerçekleştirilirdi.
Araplar, ok ve yayı savaştan daha çok avda kullanırdı. Ok kullanmadaki maharetleri Bizans, İran ve Nubyalılarla ilişki kurduktan sonra gelişme gösterdi. Ok kullanımında İranlıların ve Türklerin üstünlükleri vardı. Hangi boy ve ağırlıkta olursa olsun, İranlılar arasında ok atma canlı bir gelenek halinde idi. Türkler ise oku at üzerinde, çeşitli yönlere atarak, düşman içine korku saçmakta mahir idiler. Türklerin, kullanımı çok zor olan çift kavisli yayları meşhurdu.
İslâmiyet’ten sonra yeni silâhlar kullanılmaya başlandı ki, mancınık ve arrâde bunlar arasında yer alır. İkisi de atıcı âlettir. Mancınık, İslâm tarihinde ilk defa Hz. Peygamber zamanında kullanılmıştır. Selman-ı Farisî, Taif muhasarasında bu silâhın nasıl kullanılacağı- nı Müslümanlara öğretmişti. Mancınık ile arrâde şehir ve kalelerin kuşatılması esnasında düşman üzerine ağır taş gülleler, yaralayıcı metal parçaları, nefte (petrole) bulanmış ve tutuşturulmuş paçavralar, içi yılan ve akrep gibi panik çıkarıcı zehirli hayvanlarla doldurulmuş çömlekler atmak için kullanılırdı. Daha sonra İslâm ordularında çok yaygınlaşan mancınık ve arrâde özellikle kalelerin kuşatılması ve alınmasında büyük bir rol oynadı. Neft ateşi atmakla görevli askerler, neffatûn denilen ayrı bir birlik oluştururlardı.
Kuşatma silâhları arasında dabr ve debbabeler de yer alıyordu. Bunlar, tahtadan yapı- lıp deriyle kaplanmış bir çeşit zırhlı harp aracıydı. Askerler altına saklanır ve kale surlarına yaklaşırlardı. Böylece düşman oklarından korunur ve merdivenlerle surlara tırmanırlardı. On metreyi aşan yükseklikte debbabeler yapılmıştı. Osmanlılarda muhasara kuleleri denilen bu savaş âletleri İstanbul’un fethi sırasında da kullanılmışlardı. Kuşatmalarda özellikle kale kapılarının kırılması ve surların yıkılması için kullanılan silâhlardan biri de Koçbaşı (kebş) idi.
Müslümanlar, Bizans’la yaptıkları savaşlar sırasında Grejuva ateşi de denilen Rum ateşini kullanmayı öğrendiler. Bir süre su üstünde de yanmasını sürdüren bu yanıcı madde mancınık veya okla atılırdı. Rumlar, bunun sırrını uzun süre sakladılar. Müslü- manların birçok kez denedikleri İstanbul’u alma girişimleri, Bizanslıların kullandığı bu ateşli silâhla başarısız kılınmıştı. En sonunda Müslümanlar, uzun süre Rumların tekniğini gizli tuttukları bu maddenin mahiyetini öğrendiler. Bu silâhın yakıcı etkisinden korunmak için gemilerde özel koruma tedbirleri alınır, geminin çevresine sirke ve suyla ıslatılmış keçeler sarılırdı.
İlk defa Çin’de keşfedildiği bilinen barut, XIII. yüzyılın ortalarından itibaren Çin, Endülüs ve Ortadoğu İslâm devletlerinde kullanılıyordu. Selçuklu ordusunda barutçular, nakkab denilen kale delicileri vardı. Baruta bağlı ateşli silâhların etkin hâle gelmesi ise ancak XIV. yüzyılda oldu. Top kullanımı hızla yayıldı. Özellikle Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı topçuluğu ciddi bir ilerleme gösterdi. Giderek gelişen top yapım teknikleriyle daha hafif, daha uzun menzilli ve daha etkili toplar üretildi. Toplar sadece karada değil gemilerde de kullanıldı. Osmanlılar, topçuluktaki üstünlüklerini XVII. yüzyılın sonlarına kadar sürdürdüler. XVIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa’da ortaya çı- kan gelişmeleri ise takip edemediler. Kendi teknolojilerini geliştiremeyince XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa devletlerinden top ithal etmek zorunda kaldılar.
Topla birlikte ondan daha hafif ve küçük ateşli bir silâh olan tüfek ortaya çıktı. Önce kullanımı zor ve hantal olan tüfekler zamanla geliştirildi ve ordularda tüfekli birlikler oluşturuldu. El silâhı olarak tabancanın ise XVII. yüzyılda bugünkü tiplerinin ilk örnekleri ortaya çıktı. İlk modellerinin kısa namlulu tüfek şeklinde olduğu anlaşılan tabanca, Osmanlılar’da XVII. yüzyılda yaygınlaşmıştı.
İslâm ordularında başka silâh ve âletler de kullanılmıştır. Bir savunma aracı olarak dikenli telleri, kalelere tırmanmak için kullanılan merdivenleri bunlar arasında sayabiliriz. Bütün bu silâhların, özellikle ağır harp silâh ve âletlerinin taşınması da gerekiyordu. Bu iş için deve, at, beygir ve fil kullanılmıştı. Filler bir savaş aracı olarak da değerlendiriliyordu.
Hz. Peygamber dönemi ve sonrasında İslâm ordularında daha başka uygulamalar ve yenilikler de görülmüştür. Mesela, Hz. Peygamber zamanında orduda sağlık hizmetleri de veriliyordu. Hendek Savaşı sırasında kurulan Rüfeyde Çadırı, askerî hastahane gibi görev yapmıştı. Abbasiler devrinde ordunun seyyar hastaneleri vardı. Hastalar develerle taşınan bir çeşit sedyelerle naklediliyordu.
Selçuklu ordusunda sahra hastaneleri dışında seyyar hamamlar vardı. Ordunun düzeni mükemmeldi. Ordunun arkasında, kaybolan eşya ve hayvanları toplayan bir müfreze bulunurdu. Askerler, yolda gördükleri ve kendilerine ait olmayan hiçbir şeyi alamazlardı.
Donanma
Araplar, İslâm’ın ilk yıllarında denizcilik hakkında herhangi bir tecrübeye sahip değillerdi. İlk deniz seferi Bahreyn valisi Alâ b. Hadrâmî tarafından geçekleştirdi. Alâ, Halife Hz. Ömer’den izin almaksızın bir askerî birliği gemilerle İran sahillerine geçirdi. Burada bazı sıkıntılarla karşılaştı ve güçlükle Basra’ya döndü. Deniz seferini iyi karşılamayan Halife Hz. Ömer, durumdan haberdar olunca, valiye kızdı ve onu görevinden aldı.
Yine Hz. Ömer devrinde Şam bölgesi fethedilince Müslümanlar Bizans gemilerini gördüler. Şam valisi Muâviye b. Ebî Süfyân, bu gemilerle deniz seferlerine çıkmak istedi ve durumu Hz. Ömer’e bildirerek kendisinden izin istedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Mısır valisi Amr b. Âs’dan, deniz ve deniz seferleri hakkında bilgi istedi. Amr, gönderdiği mektupta denizin tehlikelerine işaret edince, halife, Muaviye’ye istediği izni vermedi.
Hz. Osman halife olunca, Muâviye b. Ebî Süfyân deniz seferleri yapmak için yeniden izin istemeye başladı. Hz. Osman da, bu seferlere gönüllülerin katılması ve kimsenin zorlanmaması şartıyla izin verdi. 655 yılında Akdeniz’de Bizans ve İslâm donanmaları karşı karşıya geldi ve Zatü’s-Savârî deniz savaşını Müslümanlar kazandı. Bu savaşta, 200 gemilik Mısır donanması, 1.000 gemilik Bizans donanmasına karşı savaşmıştı. Yine aynı yıl Kıbrıs adası fethedildi. Rodos’a sefer düzenlendi, İstanbul kuşatmalarında donanmadan yararlanıldı. Endülüs’ün fethinde askerler gemilerle İspanya sahillerine taşındı.
Aslında Müslümanlar, denizciliği öğrenmeyi Bizanslılara borçluydular. Ancak, kısa zamanda denizcilik konusunda elde ettikleri bilgi ve tecrübeyle Akdeniz’i hâkimiyetleri altına aldılar. Denizcilik tekniklerinde Avrupa’nın hocaları oldular. Bu gelişmenin açık izleri Batı dillerinde hâlâ kullanılan ve Arapçadan geçtiği bilinen denizcilikle ilgili kelime ve terimlerdir. Admiral’in (amiral) emiru’l-mâ’dan, Arsenal’in (tersane) dâru’s-sınâa’dan geldiği bilinmektedir.
Müslümanların deniz seferleri konusunda gösterdikleri bu ilerlemeler zorunlu olarak başka bir gelişmeye sebep oldu. Her donanma değişik boyut ve fonksiyonlara sahip gemilerden oluşuyordu. Dolayısıyla bu gemilerin sürekli satın alınması yerine üretilmesi gerekirdi. Emeviler devrinde Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika sahillerinde eski tersane ve deniz üsleri bulunuyordu. Bunların çoğu İslâm fetihlerinden önce inşa edilmişti. Fakat bir kısmı yetersizdi, bir kısmı da harap olmuştu. Müslümanlar yetersiz kalan üs ve tersaneleri geniş- lettiler, harab olanları bakım ve tamirden geçirdiler. Ayrıca tamamen yeni tersaneler inşa ettiler. Böylece denizcilik altyapısını güçlendirdiler. Sonuçta Lazkiye, Trablusşam, Beyrut, Akka, Ravza, Dimyat, hatta Tunus gibi değişik yerlerde deniz üslerine ve tersanelere sahip oldular. Devlet, denizcilik için bütçede özel bir fon oluşturmuştu. Bu fonda biriken paralar, tersaneler ve donanmanın ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanıldı. Özellikle tersaneler, görevli subaylar ve müfettişlerce sıkı kontrol altında tutuluyor, her şeyin zamanında yetiştirilmesine özen gösteriliyordu.
Gemilerde çeşitli silâhlar bulundurulurdu; zırhlar, miğferler, kalkanlar, kargılar, yaylar, çengeller, kancalar, arrâdeler bunlardan bazılarıdır. Çakıl ve taş dolu torbalar, neft çömlekleri, düşmanın Rum ateşi saldırılarına karşı sirkeye batırılmış keçeler de bunlara eklenmelidir.
Emeviler zamanında bir Donanma Komutanlığı kuruldu. Gemi komutanlarına kâid, kaptanlarına reis deniliyordu. Komutan, askeri sefere ve savaşa hazırlamakla uğraşır, reis ise kaptanlık görevi yapar, gemilerin seyrüseferinden sorumlu olurdu. Tersanelerin kurulması, bakımlarının yapılması, gemilerin silâh ve gerekli diğer araç-gereçlerle donatılması, gemileri sevk ve idare edecek elemanların yetiştirilmesi, Donanma Komutanı olan Emîru’l-Bahr’ın görevi idi.
Hemen hemen aynı sistem Abbasiler devrinde de gelişerek devam etti. Onlar da en az Emeviler kadar deniz kuvvetlerine ve denizciliğe önem verdi. Değişik şehirlerde kurdukları tersanelerde, Bizans gemilerinden daha büyük gemiler inşa edildi.
Selçuklular ve Osmanlılarda Donanma
Türkler Anadolu’ya gelinceye kadar denizci bir millet değildi. Anadolu’ya gelip yerleşince durum değişti. Çünkü Anadolu onları sadece denizlerle değil, Bizans, Venedik ve İtalya gibi denizci ve gelişmiş donanmaları olan milletlerle de karşı karşıya getirdi. Bu durum
Türklerde Anadolu’yu yurt yapabilmeleri için sağlam bir donanmaya ihtiyaçları olduğu düşüncesini doğurdu. Bizans donanmasının Ege sahillerindeki hâkimiyeti, Haçlı donanmalarının Antalya ve Akdeniz sahillerine zaman zaman yaptığı baskınlar bu düşünceyi pekiştirdi.
Anadolu’da ilk Türk donanması I. Kılıçarslan zamanında Çaka Bey tarafından kuruldu. Çaka Bey, donanması ile birçok Ege adasını fethetti. Anadolu Selçukluları, Sinop ve Antalya fethedildikten sonra biri Karadeniz’de, diğeri Akdenizde olmak üzere iki ayrı donanma kurdular. Donanmaların başında Reisü’l-Bahr denilen iki ayrı amiral bulunuyordu. Gemi kaptanlarına reis deniliyordu. Sinop, Antalya ve Alanya (Alâiye)’da tersaneler kurmuşlardı. Alaaddin Keykubad devrinde Hüsamettin Çoban Bey komutasındaki Karadeniz donanması ile Kırım fethedildi.
Beylikler devrinde Ege sahilleri tekrar Türklerin eline geçti. Burada kurulan Türk Beyliklerinin (Karasi, Aydın, Saruhan, Menteşe) donanmaları vardı. Aydınoğlu Umur Bey, beyliklerin birleşik donanmaları ile Ege adalarını alt üst etti. Birçok Ege adasını fethetti. İzmir çevresinde karada ve denizde kesin bir hâkimiyet kurdu. Memlüklerin de Akdeniz ve Kızıldeniz’de çok güçlü donanmaları vardı.
Osmanlılar devrine gelince: Fatih devrine kadar Osmanlıların devlet himayesinde gelişmiş bir donanmaları yoktu. Yalnız, Ege sahillerindeki beylikler, Osmanlı devletine bağlandıkça bu beyliklere ait donanmalar Osmanlıların eline geçti. Ancak bu donanma, Akdeniz’e hâkim olan Venedik ve İspanyol donanmaları ile boy ölşücek kadar güçlü değildi. Rumeli’ye geçiş ve İstanbul’u fetih plânları donanmanın Osmanlılar için ne kadar gerekli olduğunu bir daha göstermişti. Bu sebeple Fatih, bu işe çok önem verdi. İstanbul’un fethine kadar 400 parçalık bir donanma hazırladı. Daha sonra Gelibolu, İzmit ve İstanbul’daki tersanelerde yapılan gemilerle Venedik donanmasının gücü aşıldı. Donanmanın başına yıllarını Akdeniz ve Ege sularında geçiren devrin ünlü Türk denizcileri getirildi. Baltaoğlu Süleyman Bey (Fatih devri), Burak ve Kemal Reisler (II. Bayezid devri) bunlar arasında yer alırlar.
Türk donanmasında en büyük gelişme Kanuni devrinde görülür. Bilhassa Barbaros Hayreddin Paşa’nın kaptan-ı deryalığı sırasında Türk donanması dünyanın en büyük deniz gücü hâline geldi.
Donanma-yı Hümayun denilen Osmanlı deniz teşkilâtının başında Kaptan-ı Derya bulunurdu. Vezir rütbesinde olan kaptan-ı deryalar Divan-ı Hümayun toplantılarına katılırlardı.
Osmanlılar, Donanma-yı Hümayun dışında başka deniz ve nehir filolarına da sahiptiler. Hint Donanması ve Tuna İnce Donanması bunlardandı. Hint Donanması kaptanı, Süveyş’te otururdu. Endonezya’ya kadar bütün Hint denizinden, Süveyş körfezi, Basra körfezi ve Kızıldeniz’den sorumluydu. Tuna İnce Donanması kaptanı da Tuna’nın Karadeniz’e açılan deltasından Viyana yakınlarına kadar, Tuna nehri üzerindeki çok yoğun nehir trafiği ve bu bölgenin güvenliğiyle ilgilenirdi.
Kaptan-ı Deryalık 1867’ye kadar devam etmiştir. Bu tarihten itibaren adı Bahriye Nezareti oldu
İslâmiyet’te Savaş Anlayışı
Yapılan savaşların biri teknik ve askerî, diğeri hukukî ve insanî olmak üzere iki cephesi vardır. Daha çok, kullanılan silâhları ve savaşta uygulanan taktik ve stratejileri ifade eden birinci husus az çok dünyanın her yerinde benzerlikler gösterir. Şüphesiz düşmanın canı- na ve malına zarar vermek, savaşta doğal bir durumdur. Fakat insan onuruna yakışmayan hareketlerin, evrensel hukuk kurallarını hiçe sayan davranışların savaşta da yeri olmamalıdır. İşte bu husus savaşın ikinci cephesiyle ilgilidir.
İslâmiyet’in savaş anlayış ve uygulaması konusunda ne tür yenilikler getirdiğini en iyi şekilde Hz. Peygamber’in yaptıklarına bakarak öğrenebiliriz. Bu bakımdan Peygamberimizin savaşlarını (gazvelerini) bilmek önemlidir.
Bu yenilik ve farklılıklar en belirgin şekilde savaşın amacında ortaya çıkar. Hz. Peygamber’in savaşlarının amacı, dini, vatanı ve milleti korumak, Müslümanlara karşı savaş açanlara yine savaşla cevap vemekti. “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez”. (Bakara, 190); “Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur. (Bakara, 193); “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.” (Hac, 39) ayetleri de bunu göstermektedir.
İşte bu ayetlerin ışığında Peygamberimiz, Müslümanlara, düşmanla gereksiz yere vuruşmayı değil, şartlar oluşup da savaş kaçınılmaz hale gelince sabırla direnip savaşmalarını öğütlemişti.
Araplar İslâm’dan önce çöl hayatının ağır şartlarını yağma ve baskınlar için bir sebep gibi görürlerdi. Bundan dolayı kabileler arasında sık sık savaş olurdu. Bu savaşlar kan davalarını başlatırdı.
Cahiliye devrinde yapılan savaşlarda Araplar çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden hasımlarına acımasızca saldırır, esirleri çok defa işkence ederek öldürürlerdi. Çocukları ok atmak için hedef tahtası gibi kullanır, esirlerin organlarını kesip işkence ederlerdi. Hz. Peygamber, savaşın hedefini îlâ-yı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek için cihad) olarak belirledi ve bütün bunları yasakladı. Mesela o, Hayber Gazvesi’ne çıkarken ashabına ganimet için değil Allah için savaşacak olanların ordusuna katılabileceğini söylemişti. Düşmanların çocuk ve kadınlarının, savaşa katılmayan yaşlı, hasta ve din adamlarının öldürülmesini, hayvanların ve mahsullerin yağmalanmasını, ağaçların kesilmesini, öldürülen düşman askerlerinin organlarının kesilmesini yasakladı. Esirlere temiz elbiseler giydirilmesi, karınlarının doyurulup istirahatlerinin sağlanması prensiplerini getirdi. Anlaşmalara uyulmasını istedi. Elçilerin haklardan mahrum bırakılarak haksız yere öldürülmesini yasakladı. Barış şartlarının ihlâlini ve ihlâlde ısrar edilmesini savaş sebebi saydı. Kendisi başkalarının haklarına nasıl saygı gösteriyorsa onların da Müslümanlara saygı göstermelerini istedi.
Bütün bunların sonucunda Hz. Peygamber’in emriyle gerçekleşen gazve ve seriyyeler, dünya harp tarihinin bilinen en az kan dökülen savaşları oldu.
Hz. Peygamber gönderdiği seriyye komutanlarına bazı tavsiyelerde bulunur ve bu tavsiyelere sıkı sıkıya uyulmasını isterdi. Bu tavsiyeleri şöyle özetleyebiliriz:
“Allah’dan korkunuz. Askerlere iyi muamele ediniz. Ani baskın yapmayınız. Cami gördüğünüzde veya ezan sesi işittiğinizde oraya harp açmayınız. Onları mutlaka İslâm’a da’vet ediniz. Müslüman olduklarında elde edecekleri menfaatleri, reddettiklerinde de karşılaşacakları külfetleri hatırlatınız. Da’vete icabet edenlerin Müslümanlıklarını kabul ediniz ve onları koruyunuz. Karşı taraf saldırmadıkça harp etmeyiniz. Harbe besmele ile başlayınız. Savaş esnasında katliama girişmeyiniz, haddi aşıp kadın, çocuk, yaşlı, din adamı ve harbe gücü yetmeyenleri öldürmeyiniz. İhanetten sakınınız. Müşrik ölülere karşı müsle yapıp, burun, kulak ve diğer azalarını kesmeyiniz. İntikam hırsıyla hareket etmeyiniz. Esirlere iyilikle muamele ediniz. Ganimeti adâletle dağıtınız. Müjdeleyici ve kolaylaştırıcı olunuz.” (Kapar, M. A., 1994)
Bozkurt. N.-Aydüz, S. (2009). “Silâh”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, XXXVI, İstanbul.Çetin, O. (2009). Türk-İslâm Devletleri Tarihi, İstanbul. Hamidullah, M. (1969). İslâm Peygamberi II, çev. M. S. Mutlu-S. Tuğ, İstanbul. Hasan, İ. H. (1985). Siyasi Dini Kültürel Sosyal İslâm Tarihi I/2, çev. İ. Yiğit- S. Gümüş, İstanbul. Hitti, Ph. K. (1980). Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi II, çev. S. Tuğ, İstanbul. Kapar, M. A. (1994), “Asr-ı Saadette Müşrikler ve Müşriklerle İlişkiler”, Asr-ı Saadette İslâm II, ed. Vecdi Akyüz, İstanbul. Kayaoğlu, İ. (1980). İs lâm Kurumları Tarihi, Ankara. Kazıcı, Z. (1999). İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul.Köprülü, O. F. (1992). “Bayrak”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, V, İstanbul. Sarıçam İ.-Erşahin S. (2008). İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara. Terzi, M. Z. (2007). “Ordu”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, XXXIII, İstanbul. Wittek, P. (1963). “Osmanlı İmparatorluğunda Türk Aşiretlerinin Rolü”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi, XIII. sy. 17-18, İstanbul. Yıldız, H. D. (1988). “Abbasiler”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I, İstanbul. Yiğit, İ. (1995). “Emeviler”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, XI, İstanbul.