Hak, hukukun koruduğu menfaat, insan hakları ise, insana insan olduğu için, diline, dînine, ırkına, cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne ve rengine bakılmaksızın tanınan haklar/sahip olunan özgürlük lerin belirgin ve kullanılabilir hale gelmesidir. İnsan hakları, insanın sahip olduğu, içsel, doğal, kişinin bedeni, ruhu ve, varlığının vazgeçilmez yönleriyle ilgili haklardır. Hukukçuların, filozofların ve sosyal bilimcilerin insan haklarına getirdiği çeşitli tanımlar da onların dünya görüşlerinin yansımasıdır. J. Mourgeon “Kişinin tek tek kişilerle ve iktidarla ilişkileri içinde kendi malı olarak elinde bulundurdu ğu, kurallarla yönetilen ayrıcalıklar”der ki, bu açıdan Avrupa tarihi insan hakları mücadele sinden ibaret olup 1215 Magna Carta'dan itibaren bütün bildirgeler oldukça önemlidir. İngiltere'de halkın(seçkinlerin) bu belgeyle kraldan bazı haklar koparmasına ve XVI. yüzyılda Las Casas, XVII. yüzyılda Grotius ve daha sonra Kant ve rahip St. Pierre gibi idealistlerin düşlerine rağmen, Batı insan hakları konusunda ancak son iki yüzyılda ilerleme kaydedebilmiştir ki, 1789 İnsan Haklan Bildirisi (Fransa) de en önemli adımlardan birisi olup, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini dünyaya ilân etmiş, 1948 Birleşmiş Milletler tarafından ilân edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi ise bu konuda en ileri ve kapsamlı adımdır. (ilk iki maddesi, bütün insanların hür doğduklarını, hak ve değer bakımından eşit olduklarını; beyannamede belirtilen haklardan ırk, renk, cinsiyet, dil, din ayırımı yapılmaksızın yararlanacak larını ilân etmiştir.) İslâm dünyasında ise insan hakları beyanı, tebliğle birlikte başlamıştır. Temel insan haklarını bir defa daha tesbit ve tescil etmek, insana hak ettiği değeri yeniden kazandırmak amacıyla gönderilen Kur'ân- Kerîm, insan hakları kapsamına giren noktalara temas edip korumaya almıştır.
İslâma göre, bütün haklar Allahın iradesine dayanır, O'nun lütfudur. O insanı halife, saygın, mükerrem varlık olarak yaratmış, ona emanet/önemli sorumluluklar yüklemiştir. Kur'an ve sünnette adalete ve hukukun üstünlüğüne devamlı vurgu yapılıp, keyfiliğin, ihkak-ı hakkkın (kendi hakkını kendi elde etme) ve naslarda çizilen sınırların çiğnenmesinin yasaklanması, meşruiyet ve hukuk düzeninin korunmasının emredilmesi de buna matuf tedbirlerdir. Hz. Peygamber'in hicret esnasında Medine'deki değişik inanç mensupları ve etnik gruplarla yaptığı Medine sözleşmesi, hayatı boyunca etrafındaki insanlara davranış ları, çeşitli din mensupları ve kölelerle ilişkileri ve bu konudaki tavsiyeleri, ayrıca Veda hutbesi insan hakları açısından büyük öneme sahip belge ve uygulamalardır. Veda hutbesi kişi, aile, toplum (mümin ler toplumu) ve bütün insanlığı iç içe geçmiş daireler biçiminde haklar içermektedir. Başlangıç cümlele rinden sonraki, “Ey Allah'ın kulları, sizlere Allah'tan korkup çekinmenizi tavsiye eder, hepinizi O'na itaat etmeye teşvik ederim” sözleri kişinin kendine karşı olan haklarının başında tek Allah'ı tanımak ve O'na itaat etmek geldiğini belirtir. Bundan sonra “Ey insanlar! Eşlerinizin sizin üzerinizde sizin de onlar üzerinde hakkı vardır; size kadınlar hakkında yaptığım tavsiyeyi tutun; siz onları Allah'ın emaneti olarak aldınız; kadınlar hususunda Allah'tan korkun ve onlara iyi davranın” denilerek aile hakları beyan edilir. Akabinde can, mal ve namus dokunulmazlığı vurgulanır (ki dinin/peygamber göndermenin maksa dı/makasıdü'ş-şâri' da “zarurât-ı hamse”nin korunup insanların yararlarını gerçekleştirmedir) sonra da, “Ey insan lar, rabbiniz birdir, babanız da birdir; hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktan.” buyurula rak cihanşümul boyuta geçilir.
Kur'an ve Sünnet terbiyesini almış müslüman toplumlarda temel hak ve hürriyetleri korumada önemli mesafe alındığı, gıpta edilen bir hoşgörü ortamı oluştuğu, ihlâl ve haksızlıkar mevziî kaldığı için, insan hakları arayışı ve bildirgelerine rastlanmamıştır ki, suç ve cezada kanunilik, suç kesinleşmedikçe masum sayılmak, sanık haklarının korunması, işkence yasağı, cezalandır mada denklik gibi ilkeler, hayvanların haklarını korumaya matuf tedbirler, sosyal amaçlı vakıflar, zekât, nafaka ve yardımlaşma, sosyal dayanışma ve bütünlük amaçlı değerler, gayri müslim, işçi, çocuk, köle ve kadınlarla ilgili düzenlemeler insan haklarının korunup ve gerçekleştiğinin bazı ölçüt ve göstergeleridir. Batı ise bir dinî ve ahlâkî öğretiye sahip olmadığı güçlünün egemen olup diğerlerinin hakkını belirlediği, köleler ve kadınlar akıl almaz bir aşağılanmaya muhatap olduğu için, insan hakları mücadelesine sahne olmuş, aynı med cezir kiliseye karşı laiklik mücadelesinin dini dışlama/sekülerleşme sürecine dönüşmesinde de görülmüştür.
I. DİN ve VİCDAN HÜRRİYETİ
Din ve vicdan hürriyeti, kişilerin istedikleri dini serbestçe seçmeleri, seçtikleri dinin kurallarını hiçbir müdahale ve kısıntıya mâruz kalmadan uygulamaları, bu konuda eğitim alma, eğitme, başkalarına anlatma ve telkin etme, bunu sağlayacak ölçüde sivil örgütlenme haklarını ifade eder. Dinin sadece zihinde kalan bir inanış ve kanaat, kişi ile Tanrı arasında kalan bir vicdan meselesi değil, kişinin dünyevî hayatına yön verecek ahlâkî, hukukî ve sosyal kuralları, davranışlarımızla ilgili emir ve yasaklarının bağlayıcılığı, dünyevî ve uhrevî sonuçları vardır. Dolayısıyla aynı inancı paylaşanların sosyal birlik oluşturması, dinlerinin kurallarını sosyal zemine taşırması ve organizelerde bulunması kaçınılmazdır. Din ve vicdan hürriyeti, ferdin benimsediği dinin yapısına, içerik ve niteliğine göre değiştiği gibi din ile devletin münasebetine göre de farklılık arzedebilir. Dinî teokrasilerde resmî din mensupları için problem olmazken, diğer din/inanış sahipleri için olabilirken, devletin dine egemen olduğu sistemlerde din ve vicdan hürriyetini devletin felsefesi ve temel kuralları belirler,(fakat gerçekçi değildir) liberal ve laik sistemlerde ise, fert ve cemaatler serbesttirler (Ancak, devletin felsefesi, temel ilkeleri ve kamu düzeni ile sınırlıdırlar.) Diğer taraftan,Yahudilikte yahudi(Tanrı’nın kavmi) olanlarla olmayanlar arasında kesin bir ayırım gözetilmiş, çoğu zaman yahudi olmayanlara karşı katı bir tutum sergilenmişken, Batı Hıristiyanlı ğının başlangıçta kendi beklediği hoşgörüyü, devlet dini olduktan sonra diğer dinlere olduğu gibi, kendi içindeki farklı grup ve inaç sahiplerine, günahkârlara, dinden dönenlere, kiliseye karşı gelenlere de göstermemiş (aforoz, kovuşturma ve baskıya mâruz bırakmıştır) gücünü kaybettiği oranda yumuşamıştır. Kilisenin devletle iş birliği ve baskıcı tutumu, önce reform hareketlerine, devamında da din ile devletin ayrışmasına zemin hazırla mıştır.
İslâm dini, kendini ilâhî dinlerin ve tevhid geleneğinin son halkası, değişikliğe uğramamış ve uğramaya cak yegâne hak din olarak tanıtmakta ve diğer din ve inanışları ise bâtıl olarak nitelendirmekte olup, bir ayette, “Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi hakkı benimseyip iman ederdi. Yoksa sen inanmaları için insanlara zor mu kullanacaksın?”(Yûnus: 10/99)buyurularak, hak ve hakikatin gösterildiği, dileyenin iman, dileyenin de küfrü tercih edebileceği (bk. el-Kehf: 18/29) söylenip, başka bir ayette “Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl tamamen birbirinden ayrılmış ve hak bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır”(el-Bakara: 2/256) buyurulurken, gerek Kuran’ın hıristiyan ve yahudilere ayrı bir statü (Ehl-i kitap) tanıması gerek Hz Peygamberin diğer din men suplarına müsamahası, ısrarlı telkin ve tavsiyeleri, müslümanların hem kendi din ve dindaşla rına hem de diğer din ve mensuplarına hak, adalet, merhamet ve hoşgörü ile davranmalarını sağla mıştır. (müşriklere ve diğer din mensuplarına karşı izlenen kararlı ve tavizsiz politika, mürtedlere uygulanan sert yaptırımlar, dinin devamı ve siyasi birliğin için zorunlu tedbirler olup, cihad da kelime-i tevhidi yayma ve dine engel sebeplerin kaldırılması çabası olup, ancak savaş ilanı için küfre ilaveten İslâm'a ve müslümanlara karşı hasmane ilişkiler ve fiilî tecavüz de gerekir) Öte yandan, Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn’den itibaren (Osmanlı dahil) gayri müslimlere inançları nı koruma, mâbedlerini yapma, dinlerine göre ibadet edip davranma, çocuklarına din eğitimi verme, dinî cemaat oluşturma, hukukî ve kazâî muhtariyet gibi hak ve hürriyetler tanınıp, onların sadece kamusal ilke ve kurallara tâbi olmaları istenmiştir. Hristiyan İspanyolların Endülüs Emevî Devleti'nin yıkılışının ardından müslüman katliamı yapmaları ile asırlarca İslam hâkimiyetinde duran Balkanlar'da, Lübnan'da, Mısır'da, Kuzey Afrika'da ve diğer birçok ülkedeki gayri müslim nüfusun hiçbir baskı, tehcir ve din değiştirmeye mâruz kalmadan din ve kültürlerini koruyarak gelmeleri iki farklı din ve medeniyetin din ve vicdan özgürlüğü anlayışları ve uygulamalarını ortaya koymaktadır.
Dinî ve vicdanî kanaat hakkı, var oluşdan, düşünme ve inanma yeteneğinden doğduğu gibi bunu açığa vurma, ona göre davranma, telkinde bulunma da hakkıdır. Laikliğin (inanç/doğma olarak değil de uzlaşma modeli olarak) din ve vicdan hürriyetinin teminatı olduğu ve din devlet uyumunu sağladığı var sayılır. İslâmın inanç, ibadet ve ahlâkın yanı sıra sosyal hayata ilişkin öneri ve hükümlerinin ifası da dinî hayatın bir parçası olup dini davranış ve görevlerin engellenmesi ve kısıtlanması da, din hürriyetinin korunmadığı iddialarına haklılık kazandırmakta, devletin gücü ve saygınlığı zaafa uğramakta iken, kargaşa ve güvensizlik ortamlarında da birçok davranış ve talep de din ve ibadet hürriyeti adına gündeme getirile bilmektedir. Kamu yöneticilerinin sağlıklı bir din eğitim ve öğretimine imkân hazırlayıcı, özgürlükler arası denge sağlayıcı rol üstlenmesi, insan hak ve özgürlüklerine saygılı din ve ibadet hürriyetini koruyucu tavır sergilemesi de gerekir.
II. KADIN HAKLARI
İnsan toplumlarında dikkati çeken ilk önem sırasının cinsellik, sonra fizikî ve iktisadî önem sıraları, çağdaş telakkilerde ise iş bölümüne dönüşmeye başlamış olup tarih boyunca kadına tanınan statü de, bunu desteklemektedir.Yakın zamana kadar Batı erkeklerle kadınlar medenî ve siyasî açıdan eşit olmadığından, günümüze taşınan tepkisel sonuçlar doğurmuştur. Kimilerine göre, kadının köle seviyesinde bulunuşu, köklenmiş nüfus şartlarının sonucuydu. Çocuk ölüm oranı çok yüksek olunca insanların yeryüzünden silinme tehlikesi belirmiş ve kadınlardan sadece çocuk vermeleri beklenmişti. İtalya'da Mussolini kadınlara yüksek öğrenimi yasaklarken, Hitler 1914 yıllarının II. Guillaume'unu hatırlayarak kadınların “üç k”dan(kinder/çocuk, kuche/mutfak, kirche/kilise) başka şeylerle uğraşmama sını istemiştir. Ancak kadınların siyasî haklardan uzak tu tulmalarının istisnaları da vardır. XV. yüzyılda müslümanları ülkeden atan ve Kristof Kolomb'un Amerika seferini himayesine alan İspanya Kraliçesi Katolik İsabella, 1558'de İngiltere tahtına çıkan, Protestanlığı sağlamlaştıran Elisabeth Büyük Katerina (1729-1796), 1740-1780 yılları arasında hüküm süren Avusturyalı Maria Teresa ve 1837-1901'de hüküm süren Victoria devlet gemisini yürütmüş kadınlardır. Fransız sosyolog Gaston Bouthoul, kadınların savaş ve zorbalık terimleriyle sunulan temel siyasî meseleleri anlamlandıramayacaklarını, bu açıdan, kadınları erkeklerle eş tutma tulamayacağını, kadınların devletin gidişine tamamen katılması isteniyorsa, oyları ve düşünceleri yan sonuç/ürün görülmemesi gerektiğini söyler
Eski Hint’de kadın, zayıf karakterli, kötü ahlâklı ve murdar bir varlıktı. Buda başlangıçta kadınları kendi dinine kabul etmemişti. Hint hukuku kadına evlenme, miras ve diğer uygulamalarda hiçbir hak tanımıyordu. İsrail hukukunda baba kızını satabilirdi; ailede erkek evlât varsa kızlar mirastan pay alamazlardı. Sâsânîler’de kız kardeşle evlenilebilirdi. Eski Yunan'da koca karısını başkasına devredebilir, öldükten sonra devri için anlaşma yapabilirdi. Çinliler'de kadın insan sayılmadığı için ona ad bile verilmezdi. Hz. Havva'nın Hz. Âdem'i aldatarak yasak meyveyi yemesine sebep olduğunu kabul eden Yahudilik ve Hıristiyanlık, kadını ilk günahın asıl suçlusu, bütün insanlığı günah kirine boğan kötü bir varlık sayar ve şeytan gözüyle bakar. Bu yüzden İngiltere'de kadına İncil'e el sürebilme izni ancak XVI. yüzyılda verilebilmiştir. Eski Türkler'de de durum nisbeten iyi olsa da İslâm ahlâkı ve günümüz değer yargılarıyla bağdaşmayan vardır Meselâ zengin erkek istediği kadar kadınla evlenebilirdi, babası ölen erkek annesi dışındaki, babasının bütün kadınlarıyla evlenmek zorundaydı. Baba, malını paylaştır mamışsa kızlar mirastan mahrum bırakılırdı. (Bununla birlikte kadınların siyasal hakları, sonraki birçok döneme göre bile oldukça iyi ve ileri durumdaydı ki Nizâmülmülk, siyasette kadın hâkimiyetine eğilim göstermeme si için padişahı ikaz etmiştir.) İslâm'dan önceki Araplar'da bazı soylu aile kızları birtakım imtiyazlara sahip olsalar da genelde kadının durumu çok kötüydü. Bitmeyen kabile savaşları kadınlar için büyük tehlikeydi. Savaş sonunda herhangi bir mal gibi, kendisinden çeşitli yollarla yararlanılan bir ganimet kabul edilirdi. Kız çocuklarının kendilerine utanç getirecek bir duruma düşmesinden kaygı duyan müşrik Araplar, yeni bir kız doğumunu utanç verici sayarlar; hatta bazı kabileler kız çocuklarını diri diri toprağa gömerdi. Kur'ân’da da belirtildiği üzere bunu geçim zorluğu yüzünden yapanlar da vardı. Câhiliye döneminde zina ve fuhuş eğilimleri, son derece çirkin ve ahlâk dışı uygulamaların, sözde nikâh usullerinin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Bir âyette işaret edildiği üzere, genç kızları pazarlayarak kazanç sağlayanlar bile vardı. (en-Nûr: 24/33) İslâm dini, zina ve fuhuşu önleyici tedbirler alması yanında, bütün Müslüman ların kardeş olduğunu, her müslümanm malının, kanının ve namusunun “Mekke kadar, Kabe kadar” mukaddes ve dokunulmaz olduğunu ilân ederek kabile savaşlarını bitirdi ve en çok kadına yarar sağladı. Yeni düzen, onları esir câriye olmaktan, gelişigüzel bir tatmin aracı ve ganimet olmaktan kurtarmıştı. Kadın iffetsizliğe zorlanamayacak, iffetine gölge düşürücü sözler söylenemeyecekti. (en-Nûr: 24/4-6)Kız çocukların hor görülmesi kesinlikle yasaklanmış(el-En'âm: 6/151; el-İsrâ: 17/31); kız evlât ile erkek evlât arasında hiçbir değer farkının bulunmadığı ifade edilmiştir.( en-Nahl: 16/56-59) Kadının fizyolojik bakımdan erkeğe göre zayıf olduğu gerçeği kabul edilmekle birlikte(en-Nisâ: 4/34), bu onun için horlanma sebebi sayılmayıp, aksine, bu vesileyle erkeğe, kadını himaye etme, sevgi ve şefkat gösterme, ihtiyaçlarını karşılama gibi görevler yüklenmiş(en-Nisâ: 4/24-25); bütün bunların ötesinde, kadına anne olması itibariyle hiçbir medeniyette benzeri görülmeyen bir yücelik ve değer verilmiş(el-İsrâ: 17/23-25); “Cennet annelerin ayakları altında” gösteril miştir. (Münâvî, Feyzü'l-kadîr, III, 361)
Kur'ân’a göre, önce erkek yaratılmış, daha sonra da ondan eşi yaratılmış ve bütün insanlar bu çiftten türemişlerdir. (el-Bakara: 2/187)Burada kadın erkek ayırımında ziyade, “insan” oladukları, erkek ve kadının, bir bütünün parçaları oldukları vurgulanmaktadır. Erkeğin kadından üstün yaratıldığı izlenimini veren âyetler, toplumsal bakış ve telakkileri yansıtmaktadır. Meselâ: “Sayesinde Allah'ın bir kısmınızı diğer kısmınıza üstün tuttuğu şeye imrenmeyin, onun için iç geçirmeyin, hayıflanmayın. Erkekler kendi kazandıklarında pay sahibi olduğu gibi, kadınlar da kendi kazandıklarında pay sahibidir. Bu yönde Allah'ın lütuf ve ikramından isteyin.”(en-Nisâ: 4/32) “Yine herkes (erkek ue kadın) ana baba ve yakınların bıraktıklarında aynı şekilde pay sahibidirler...”(en-Nisâ: 4/33)“Erkekler, hem Allah'ın kendilerine sağla dığı bu üstünlük (yani erkek yaratılmış olmaları) hem de bu uğurda harcamada bulunmaları sebebiyle, kadınların işlerini çekip çevirirler. Salih kadınlar uyumlu davranırlar ve gizlilikleri Allah'ın istediği gibi korurlar. Gerginlik çıkarmalarından endişe ettiğinizde onlara nasihat edin, yataklarda sırtınızı dönün ue onları dövün. Eğer uyum sağlarlarsa, onların aleyhine davranmak için bahane aramayın.”(en-Nisâ: 4/34) Kişinin Allah karşısındaki konumu, Allah ile olan ilişkiler bakımından erkek kadın farkı olmadığı gibi insanî kazanımlar açısından da aralarında bir fark olmayıp, ancak kemale yürümede fırsat eşitliği vardır ve herkesin kazandığı kendisinedir. İslâm'da kadın, erkek, çocuk, yetişkin, yaşlı hiçbir cins, renk, yaş ve statü farkı gözetilmeksizin eşit ilgi ve öneme sahip olup Kur'an'ın önerdiği hayatta temel öğe ve muhatap olarak da insan alınmış ve hak ve ödevler herkesi eşit şekilde ilgilendirirken, dinî metinlerde egemen grup esas alınarak söz edilmesi sonucu diğer grupların durumu tartışılmaya başlanır. Ancak, çocuk, kadın, köle, işçi, fakir ve kimsesizler gibi grup ve cins haklarının güvenceye alınmasıyla, egemen ve karşı grupların sorumlulukları da belirlenmektir. Yine, kadın, erkeğe göre ikinci derecede bir değere sahip olmayıp birbirinin tamamlayıcısıdır(el-Bakara: 2/187), değerli olan ise “daha takvalı olanıdır.”( el-Hucurât: 49/13)Ehl-i kitabın, Hz Âdem'i “aslî günah”a eşinin kışkırttığı, Tevrat'ta “yasak meyve”yi, yılanın kadına, kadının da Âdem'e yedirdiği (Eski Ahid, “Tekvîn”, 3) iddiası ise Kur'ân’da “Şeytan ikisini de ağartıp yanılttı”(el-Bakara: 2/36), hatta, şeytanın doğrudan “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını, eskime yen saltanatı göstereyim mi?” ( Tâhâ: 20/120) dediği ifade edilerek düzeltilir.
Kadının temel hak ve özgürlükleri, ehliyeti, şahitliği, örtünmesi, sesi, yabancı erkeklerle bir arada bulunması, yolculuğu, sosyal hayata katılımı, kamu görevi üstlenmesi gibi konular literatür de geniş yer işgal etmiş, birçok görüş ortaya atılmıştır. Mesela, erkeğe tanınan, hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı, şeref ve onurun korunma sı, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı gibi temel haklar kadına da tanınmış olup kadının maddî ve manevî kişiliği, malı, canı ve ırzı erkeğinki gibi değerlidir; her türlü hakaret, saldırı ve iftiradan korunması gerekir. Aksine davrananlar hakkında ağır cezaî hükümler konulmuştur. Kadın bağımsız bir hukukî şahsiyettir; kadın olmak, ehliyeti daraltan bir sebep değildir. Hakları ihlâl edildiğinde hâkime başvurarak haksızlığın giderilmesini istemede erkekten farklı değildir. Kadın, askerlik, cihad, yakınlarının geçimini sağlama, yakınlarının işlediği cinayetlerden doğan kan bedeli borcuna katılma gibi malî ve bedenî borçlarla yükümlü sayılmamış veya malî yükümlülükleri asgarî seviyede tutulmuş, bununla dengeli olarak kadına mirastan erkeğe göre yarı pay verilmiştir. Kadın, ticaret ve borçlar hukuku alanında erkeklerin sahip olduğu bütün hak ve yetkilere sahip olup aile hukukuna ilişkin hak ve yetkilerini sınırlayan görüş ve yorumlarsa, ailenin kuruluş ve işleyişini belli bîr otorite ve düzene bağlama, aile içi ihtilâfları birinci kademede çözme amaçlı görüş ve uygulamalardır. Kadının şahitliğiyle ilgili “İki erkek şahit bulunmadığında razı olduğunuz şahitlerden bir erkek ve -biri yanıldığında diğeri ona hatırlatsın diye- iki de kadın şahit bulunsun.”(el-Bakara: 2/282)hükmü de hak ve adaletin yerini bulması amaçlı olup bu hadislerde bedevî erkeklerin şahitliği hakkında da söz konusu edilmiştir ki, bu da sadece malî haklar ve borçlar konusundaki şifahî şahitlikle ilgili olup, ihtiyaç duyulduğunda kadının da tek başına şahit olabileceği gibi yazılı beyan ve belgeli ispatta ayırım gözetilmez. Kur'an'da kadınların ev dışına çıkarken üzerlerine örtü (cilbâb) almaları(el-Ahzâb: 33/59), erkek ve kadınların gözlerini haramdan sakındırmaları, iffetlerini korumaları, kadınların ziynet yerlerini gösterme meleri, başörtülerini yakalarının üzerine kavuşturmaları ve bağlamaları(en-Nûr: 24/30-31)istenmiş olup gerek bu ve benzeri âyetler gerekse Hz. Peygamber dönemi uygulamaları, bunun dinî ve bağlayıcı bir emir olduğunu göstermektedir ve çağımıza kadar bütün islâm bilginlerinin anlayışı ve asırlar boyu İslâm ümmetinin tatbikatı da bu yönde olmuştur. Örtünme, iffetini koruma, gözlerini haramdan sakındırma gibi emirleri kadınlarla birlikte, erkekleri de kapsamakta, kadına daha ağır bir sorumluluk yüklenmesi ise onu koruma, yüceltme ve saygınlık kazandırma amaçlıdır.) İslâm bilginlerinin de ortak görüşleri kadınların el, yüz ve ayakları hariç örtünmeleri, erkeklerin de diz kapağı ile göbekleri arasını örtmeleri gerektiği ağırlık kazanmış olup, örtünmenin renk, üslûp ve şekli ise gelenek, zevk ve imkânlarıyla alakalıdır.
İslâm, erkeğin ve kadının karşı cinse olan ihtiyaç ve temayülünü tabii bir vakıa olarak karşılamakla birlikte (Âl-i İmrân: 3/14; er-Rûm: 30/21), bunun meşru bir zeminde, düzen ve ölçü içinde gerçekleşmesini gaye edinmiş, hem bireylerin hem de toplumun ortak yararlarını koruyan bir dizi tedbir ve düzenleme getirmiştir. Bunun için de Kur'an ve hadislerde kadın, cinsel tatmin ve zevk aracı olarak değil anne, eş, evlât gibi belli bir insanî değer olarak takdim edilir. Kadınların örtünmesiyle ilgili dinî emirlerin yanı sıra, bir kadına kocası dışındaki erkeklerin şehvetle bakmasının haram kılınışı (en-Nûr:24/ 30-31)sesi fitneye yol açacağı gerekçesiyle yabancı erkeklerce duyulmasının doğru olmadığı görüşleri de bu amaca yöneliktir. Ancak bu, fitne, tahrik ve ölçüsüzlüğü önleme amaçlı olup, esasen, Hz. Peygamber'in ve sahâbîlerin genç ve yaşlı hanımlarla konuştuğuna dair pek çok örnek vardır. Kadınların ticaret, eğitim, seyahat, sosyal ve beşerî ilişkilerde gerekli yerlerini örterek konuşmaları caiz görülürken. sosyal ve sanal hayattaki yakınlaşma ve gayri meşru beraberlikler, kötü arzu ve planlara başlangıç boyutuna varması yasaklanmıştır. Yine kadının namazları kısaltmayı veya ramazan orucunu ertelemeyi caiz kılacak/yaya veya deve ile çöl, dere-tepe aşarak üç gün sürecek yolculuğu tehlikeli olduğu veya iffetinin zedeleneceği gerekçesiyle, ancak kocası veya mahremi bir erkekle yapabileceği hükmü(bk. Buhârî, “Nikâh”, 111; Müslim,“Hac”, 413-424) de koruma amaçlıdır. (Bu sebeple Hanefi ve Hanbelîlerde refakatçı mahrem bulamayana hac vacip olmazken, Mâlikî ve Şâfıîlerde, kendisi gibi birkaç kadınla gidebilir) Şu da varki Hz. Peygamber bir kadının Yemen'den Şam'a tek başına güvenle gidebilmesini ideal bir hedef olarak gösterir.
Kadının ev içinde ve dışında çalışması, ailenin ihtiyaçlarını sağlamada kocasına yardımcı olması caiz olmakla birlikte kadının öncelikli işi ve görevi, ev idaresi, çocuk bakım ve eğitimi, erkeğinki de ailenin geçimini sağlamaktır. Şartlar değiştiğinde veya ihtiyaç bulunduğunda kadın ve erkeğin birbirine yardımcı olması hatta imkân ve kabiliyetleri dahilinde rollerin değişmesi mümkündür. Hz. Peygamberin, evin iç işlerini kızı Hz. Fâtıma'ya, dış işlerini ise damadı Hz. Ali'ye yüklemiş olması bu konuda bir örnektir. Hz. Peygamber devrinden itibaren kadınlar çeşitli özel ve kamu işlerinde çalışmışlar, önemli görevler üstlenmişlerdir. Kadının çalışmasının ve kamu görevi üstlenmesinin sınırlandırılması ise bulunulan şartlarla ilgili olup öğretmenlik, memurluk, doktorluk ve hemşirelik gibi görevleri üstlenmesi nin caiz olduğunda ciddi bir ihtilâf mevcut değilken, hâkimlik ve üst düzey yöneticilik yapmasının cevazı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğunluk hâkim olmayacağını söylerken (açık bir naklî delili de bulunmayıp) Hanefîler ve İbn Hazm ise, kadınların şahitlik yapabildiği davalarda hâkimlik de yapabileceği görüşünde olup Taberî ve Hasan-i Basrî ise hâkim olmasına engel bulunmadığı nı ileri sürerler. Kadınların kaymakam, vali, devlet başkanı gibi üst düzey kamu yöneticisi olamayacağı görüşlerine de benzeri bir açıklama getirilebilir. Hz Peygamber devrinde kadınlar, henüz haklarındaki olumsuz yargılar tamamen silinmemiş olduğu halde ictihad etmiş, hüküm ve fetva vermiş, bir nevi hâkimlik ve yöneticilik yapmış, savaşlara katılmış, yönetimin kararlarını etkileyecek ölçüde siyasî faaliyetlerde bulunmuşlardır. Öte yandan ataerkil aile hayatının egemen olduğu dönemlerde kadınların irtidad, yol kesme, anarşi ve isyan gibi suçları aslî fail olarak işlemeyeceği düşünülmüş, daha hafif cezalar öngörülmüş, savaşlarda da kadın ve çocuklar ayrı bir statüde mütalaa edilmiştir. Ayrıca şefkati ve eğitme yeteneği sebebiyle çocuğun bakım ve yetiştirilmesinde anneye ve diğer kadın akrabaya öncelik verilmiştir.
Kadının sorumlulukları Aile yapısının korunması, ailede düzenin, huzur ve mutluluğun sağlanması gibi maksatlarla kendisine yönetim ve aile reisliği hakkı tanınmış olan kocaya saygılı olmak kadının başta gelen görevlerindendir. Feminizm, kadının kiliseye girmesini, İncil'e dokunmasını bile yasaklamış olan zihniyete karşı doğmuş ise de, ahlâkî ve sosyal bakımdan çok olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bir kere, feminist kadın, kayıtsız şartsız özgürlük düşüncesiyle aile için vazgeçilmez olan birçok kural ve değeri hiçe saymakta; “Kendi hayatımı canımın istediği şekilde yaşamak hakkımdır!” anlayışını, bütün değerlerin üstünde görmektedir. Erkeklerin ise, kimileri olayı olduğu gibi kabul etmekte ve onlar da evlenip boşanmayı alışkanlık haline getirmekte, bazıları eşlerini baskı zoruyla sadık kılmaya, yuvada tutmaya çalışmakta, bazıları ise, zaten eşlerini başlarından atmak ve yuvayı yıkmak istediklerinden, boşanmaya da çekinmemektedirler.
III. KÖLELİK
Kölelik eski Mısır, Bâbil, Mezopotamya, eski Yunanistan ve Roma medeniyetlerinden itibaren binlerce yıllık geçmişi olan kökleşmiş bir kurumdu ve İslâm gelir gelmez kaldırılması ise(savaş esirleri köleleştir me beklentisi toplu öldürülmeleri/gereksiz kan dökülmesini önlediğinden, ayrıca köleler için ekonomik ve sosyal buhranlar doğurabileceğinden) imkânsız/faydasızdı. Ancak İslâm şöyle diyordu: Bütün insanlar bir erkekle bir kadından yaratılmıştır.(el-Hucurâ:t 49/13)“İnsanların hepsi Âdem'den gelme olup Âdem'i de Allah topraktan yaratmıştır”(Tirmizî, “Menâkib”, 73; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 111) “Kadın olsun erkek olsun mümin bir köle, yine kadın olsun erkek olsun Allah'a ortak koşan hür bir kimseden daha değerlidir.”(el-Bakara: 2/231) Hür veya köle ayrılmaksızın “Müslümanlar kardeştir”(el-Hucurât: 49/10) “Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Ağır bir iş yüklemeyin; yüklerseniz onlara siz de yardım edin”(Buhârî, “îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 40); “Köleleri nize, kölem, cariyem demeyin; oğlum, kızım deyin.”(Buhârî,“Itk”,17; Müslim, “Elfâz”,3) Hanefîlerde bir köleyi bilerek haksız yere öldürenin cezası ölüm iken, Mâlikîlerde“Kim kölesini döverse (sakatlarsa) onun cezası kölesini azat etmekle yerine getirilir”(Müsned, II, 25, 61) hadisine göre davranılır.
Hz. Peygamber savaş dışında köleleştirmeyi yasaklamış, savaş veya doğum yoluyla süren köleliğin hafifletilmesi ve zamanla ortadan kaldırılması için de tedbirler alınmıştır. Nitekim Kur'ân’da (bk. el-Bakara: 2/177; el-Beled: 90/13) ve hadislerde (Meselâ bk. Buhârî, “Itk”, 1; “Keffarât”, 6; Müslim, “Itk”, 5, 6; Ebû Dâvûd, “Itk”, 14; İbn Mâce, “Itk”, 4; Tirmizî, “Nüzûr”, 20; Dârimî, “Nikâh”, 46) gönüllü olarak köle azat etme en değerli ibadetlerden sayılmış, bazı suç ve günahlardan temizlenmek için köle azat edilmesi şart koşulmuş, bir köle kendi bedelini ödeyerek azat olmak (mükâtebe) isterse efendisinin kabul edip bedeli kazanması için süre vermesi istenmiştir (bk. en-Nûr: 24/33). (özellikle Zâhirîler'e göre, âyetteki emir vücûb anlamında olup, müslüman köle mükâtebe istediğinde efendisi kabul etmek zorundadır. Köleye verilen özgürlük vaadinden dönülemez. Efendisinden çocuk doğuran câriye (ümmü'l-veled) onun ölümünden sonra özgür olur. Efendi kölesini hayatta iken veya ölümünden sonraya bağlı azad edebilir) Kur'ân’da, kölelerin azadı için bütçeden pay ayırılması öngörülmüş,(et-Tevbe: 9/60) devlet başkanına savaş esirlerini kamu yararı çerçevesinde azad etme yetkisi tanınmıştır.
Dinî ve ahlâkî mükellefiyetler açısından, hür kimse gibi olan köle, borçlar, eşya, ticaret, aile, ceza ve hukukunda farklı hükümlere tâbidir. Ancak haklarının kısıtlandığı oranda mükellefiyetleride azaltılmış tır. Meselâ, köleye mülk edinme hakkı tanınmamışken, malî sorumluluk da yüklenmezken, mükâteb veya efendisinin yetkilendirdiği (me'zûn) köle aynı malî ve hukukî sorumluluğa tâbi tutulmuş, bazı cezaî sorumluluklar da hür kimseye göre daha az yüklenmiştir. Aile hukuku alanında, şahsa sıkı sıkıya bağlı haklarda köle ile hür ayırımı gözetilmezken, malî yönü de bulunan konularda köle ve câriye için hak ve yükümlülüklerde bazı kısıtlamalar ve farklılıklar söz konusu olmuştur. Köleliğin devam ettiği dönemler de müslümanlar, Kur'an ve Sünnet'teki öğretiye uygun olarak, çoğunlukla köle ve cariyelerine birer aile üyesi olarak bakmışlar, ayrıca köle satın alıp azat ederek Allah rızâsını kazanmayı ahlâkî bir şuur olarak sürekli canlı tutmuşlardır. İslâm tarihinin hiçbir döneminde kölelik önemli bir kazanç ve üretim aracı olarak görülmemiştir. Batı'da ise köle ticareti yapmak ve köleleri bir üretim aracı olarak kullanmak temel bir zihniyet ve uygulama olarak sürmüştür.