Dindar insan, hayatın her alanında dinin öğütlediği şekilde davranan kimse, dindar toplum da dinin sosyal ödev ve sorumluluk ilkelerinin, öğreti ve çabalarının tüm müsbet projelerde ana unsur ve motivasyon kaynağı olduğu toplumdur.
I. ÇEVRE ve SORUMLULUK
Kur’an’da,“Biz emaneti(sorumluluk), dağlara taşlara teklif ettik, onlar taşımaya yanaşmadılar, insan yüklendi”(Ahzâb: 33/72) “Cinleri ve insanları, bana ibadet etsinler diye yarattım”(Zâriyât: 51/56) buyurula rak akıl sahibi olmanın sorumluluk getirdiği, bu sorumluluğun sınırlarının ise, Hz Peygam berin, bütün zamanını ibadet/taatle geçiren birine, “Sırf ibadetle meşgul olman doğru değil. Kendinin kendin üzerinde, çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını vermelisin” demesinde ve “Hepiniz çobansınız ve hepiniz gözetiminiz altında bulunanlar dan sorumlusunuz” hadisinde de görüldüğü üzere, kişinin başta ile rabbi ile olmak üzere kendisi, ailesi ve tüm çevreleriyle iç içe olduğu belirtilmektedir.
a) Doğal Çevre
Yüce Allah, kâinatı yaratıp gökyüzünü yükseltmiş (bkRahman 7-8) “Biz her şeyi bir ölçü ile yarattık, ve bunu bir defaya mahsus olarak yaptık”(el-Kamer 54/49-50);“Yeri yaydık ve içerisine kazıklar attık ve yeryüzünde -hikmet terazisi ile tartılmış- her ölçülü şeyden yarattık”(el-Hicr 15/19); “Size belli bîr ölçüde verdiğimiz nimetleri idareli kullanın. Çünkü her ne kadar bizim katımızda bunlar depolanmış ise de sizin böyle bir deponuz yok”(el-Hicr: 15/21) ayetlerinde belirttiği gibi yeryüzüne ve kainata çeşitli boyutlarıyla denge koymuş, bu dengeye müdahalede de aşırı gidilme mesi istemiştir. Onun, yeryüzünde ki halifesi/ema netini koruma görevini yüklenen insan tabiata hükmetmeye ve dengeleri bozmaya girişip, ahlâkî değerler den uzaklaşdığında ise emanete hıyanet, mâsiyet, helak, kıtlık, cinayet, tahribat, küfür ve haksızlık gibi davranışlarda bulunmaktadır. Bu sebeple, bunların Allah katında günah, hukuki açıdan suç ve insanlara karşı ayıp ve kul hakkı ihlâli olduğunun şuuruna varılması, uyarıcı kamusal ve sosyal organizasyonlara gidilip güçlü kontrol sistemlerinin kurulması, özellikle doğal çevrenin bozulmasını, su kaynaklarının kirlenmesini, çarpık şehirleşmeyi, orman, vakıf ve kamu arazilerinin yağmalanmasını önleyici önlemler alınması tavsiye edilmiştir.
Hayvanlar
Allah Teâlâ, diğer nimetler gibi hayvanları da insanın hizmetine verip onlardan faydalanmayı helâl kıldığı gibi, bütün mahlûkata karşı da adaletli ve ölçülü davranmayı, merhamet ve şefkat gösterilmesini emretmiş, Hz, Peygamber de, “Merhamet edene Allah da merhamet eder; siz yerdekine merhamet edin ki gökteki de size merhamet etsin”(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 58) buyurmuş, günahkâr bir kişinin çok susamış bir köpeğe zor şartlar altında su temin ettiği için Allah tarafından bağışlandığını (Buhârî, “Şirb”, 9; “Mezâlim”,23) bir kediyi hapsedip açlıktan ve susuzluktan ölümüne yol açan bir kadının da cehennemlik olduğunu bildirmiş (Müslim,“Selâm”, 151-152; “Tevbe”, 25)hayvanlara şefkatle davranılmasını emretmiş (Müslim, “Birr”, 79; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 10), hayvanlarını aç bırakan ve onlara eziyet edenleri uyarmış(Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 44), hatta sağma esnasında memelerinin incinmemesi ve çizilmemesi için sağım işini yapan kimselerin tırnaklarını kesmelerini istemiş (Kettânî, et-Terâtîb, II, 369.)yavruları alındığı için kanat çırpan bir kuşu görünce bunu yapanları uyarıp yavrularının verilmesini emretmiş(Ebû Dâvûd, “Cihâd”,112) canlı hayvanın atış hedefi yapılmasını damgalanmasını, hayvanların dövüştürülmesini, zevk/spor için avlanılmasını, hatta hayvanlara kötü söz söylenmesini kınayıp yasaklamıştır (Buhârî, “Zebâih”, 25; Müslim, “Birr”, 80; “Libâs”, 106-112; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 51; Nesâî, “Edâhî”, 42) Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren de hayvanlara iyi davranılması, eziyet edilmemesi, aç ve susuz bırakılmaması, güçlerinin üzerinde yük taşıtılmaması, eğlence için dövüştü rülmemesi, yavrularının alınmaması gibi emir ve talimat verilip idarî tedbirler alınmış, aksine davrananlar uyarılmış veya cezalandırılmıştır. Özellikle Osmanlıda sahipsiz hayvanların bakımı/koruması devletçe sağlanmış, bu amaçla vakıflar kurulmuştur. Hayvan haklarının korunmasında toplumsal yükümlülük bulunduğu gibi ileri dönemlerde muhtesipler (hisbe) de bu konuda özel bir görev üstlenmişlerdir.
Hayvan Besleme
Hz. Peygamber döneminde bazı sahâbîler evlerinde kanarya/serçe cinsi kuş beslemiş (Buhârî, “Edeb”, 81, 112; Müslim, “Edeb”, 30)(kedi de beslenmiş) Hz Peygamber de vahşî/yabani hayvan beslemiş, yalnızlıktan yakınan bir sahâbîye de güvercin veya horoz beslemesini tavsiye etmiş(Müsned, VI, 112; Heysemî, IV, 67) buna istinaden fakihler de, eziyet etmeyip aç ve susuz bırakmamak kaydıyla kafeste kuş beslemeyi caiz görmüşlerdir Köpek. Kur'an'da bütün iyi ve temiz şeylerin helâl kılındığı, eğitilmiş avcı hayvanlarla yakalanan avların helâl olduğu söylenirken(el-Mâide: 5/4), alimler de köpeğin avda veya diğer işer için beslenmesini caiz görmüşler, ihtiyaç yokken doğru bulunmamıştır. Hz, Peygamber ise ziraat veya hayvan cılık faaliyeti ya da ev bekletme veya av gibi bir sebep olmaksızın köpek besleyen kimsenin sevabından hergün bir miktar eksileceğini bildirmiş(Buhârî, “Hars”, 3; “Zebâih”, 6.) içinde köpek bulunan eve meleklerin girmeyeceğini söylemiş (Buhârî, “Bed'ü'1-halk”, 7,17; Müslim, “Libâs”, 81-84)buna istinaden de, Şâfiîler dahil bazıları, ihtiyaç yokken evde köpek beslemeyi haram sayarken, çoğunluğa göre köpeğin artığı necis olup, yaladığı kabın yedi defa, (Ebû Hanîfeye göre üç defa) yıkanması gerekir. Yine köpeğin satışı ve bedelinden yararlanmayı Hanefîler ve bazıları caiz görürken, saldırgan köpeklerin verdiği zararlar (hayvan ların kendiliğinden verdiği zararların tazmini gerekmezse de) sahiplerince ödenir
Sunî Tohumlama
Başta İ.Mâlik olmak üzere birçok fakih, erkek hayvanın dişi hayvana ücret karşılığı çekilmesini veya bu sebeple ücretalınmasını/ödenmesini caiz görürken, ilgili hadise istinaden (Buhârî, “İcâre”,21; Müslim,“Müsâkât”, 3; Ebû Dâvûd, “Büyü”, 42) ise gebe kalması şartını caiz görmemekte dir. Profesyo nel/bilimsel icralarda ve suni tohumlamada da ücret alınabileceği/ödenebileceği ancak ödeyenin hakkının korunması gerektiği söylenmiştir.
b) Sosyal Çevre
Kur'an'da sıkça kötülüğün, çirkinliğin önlenmesi, iyiliğin, doğru ve yararlı işlerin yapılması istenmiş ve Hz. Peygamber de her vesileyle sosyal hayatta ve insan ilişkilerinde iyiliğin, yararlı ve olumlu davranışla rın egemen olmasına gayret ve öncülük etmiş, müslümanları bu konuda duyarlılığa ve sorumlu luğa çağırmış ve bu hususta şöyle buyurmuştur: “İman, altmış küsur şubedir.Bu şubelerden birisi insanla ra sıkıntı verecek şeyleri gidermektir. Bu mânada yol ortasın da bulunan bir taşı kaldırmak imanın gereğidir”(Buhârî, “îmân”, 3; Müslim, “îmân”, 58 )“İçinizden her kim, çirkin bir davranış veya nahoş bir şey gördüğünde, onu eliyle değiştirsin. Bunu eliyle değiştirmeye gücü yoksa diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa, gönlünde o şeye buğzetsi. Bu sonuncusu, imanın en zayıf şeklidir.” (Müslim, “îmân”, 78; Ebû Dâvûd, “Salât”, 232) “Bir gemiyi paylaşan ve bir kısmı üstte bir kısmı altta bulunan insanları düşünün. Altta bulunanlar, su ihtiyaçlarını karşılamak için gemiyi delmek istediklerinde, üsttekiler buna mani olmazlarsa gemi batar ve hepsi birden boğulur; eğer mani olurlarsa hepsi de kurtulur.” (Buhârî, “Şirket”, 6) Buna göre, toplumun ortak değerlerine ve düzenine, genel ahlâk kurallarına saygı, iyiliği hâkim kılma ve kötülüğü önleme, hem kulluk hem de vatandaşlık borcu olup, bir müslümanın sosyal evre sorumlulu ğu, İslâm'ın dünya görüşü ve değer yargılarına aykırı tutum ve davranışlara karşı tedbirler almayı, sözlü uyarı ve psikolojik direnç göstermeyi, bunu da kolektif bir şekilde, bilgiye dayalı, güzellik ve nezaketle yapmayı gerektirir ki, bu ittifakla farzdır (kamuda fertler için farz-ı kifâye olup bu konu da hisbe/ihtisap teşkilatı sorumlu iken, diğer alanlarlarda farz-ı ayındır).
İyiliğin emredilip kötülüğün önlenmesi, fert ve toplum hayatında din, akıl ve maşerî vicdan tarafından benimsenen inanç ve değerlerin hâkim kılınması, töre ve yaşama tarzının korunması; dinin, aklın ve sağ duyunun reddettiği her türlü kötülüğün önlenmesi hususundaki ferdî ve toplu gayretleri, sivil ve resmî önlemleri içine alır ki devletin faaliyetlerden ayrı olarak vaaz, nasihat, irşad ve ikaz gibi çalışmalar da her devirde etkili şekilde yürütülmüş, iyiliğin hâkim olması, kötülüğün önlenmesi yolunda çaba sarfedilmiştir. İslâm toplumlarında genel ahlâkı ve kamu düzenini koruma ve denetleme faaliyeti resmî olarak hisbe teşkilatıyla yürütülmüş ve doğabile cek kargaşa, keyfîlik, düzensizlik ve hak ihlâlleri önlenmiştir. Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerine uzanan hisbe faaliyeti kişi, toplum ve devlet haklarına karşı tecavüz ve ihlâlleri önlemeyi, toplumun ortak değerlerini korumayı gaye edinir ve bu yapılırken de, kişilerin özel hayatlarının irdelenmemesi, kişilik haklarının çiğnenmemesi, kötülüğün açık ve herkes tarafından reddedilen bir nitelik taşıması gibi hususlara dikkat edilip, işlenen kötülüğün gayri meşru olduğu anlatılır, sebepleri ortam ve imkânları ortadan kaldırılır, gerekiyorsa yaptırım uygulanır. Hisbe faaliyetinin konusunu, hem toplum hakları, hem de kişi haklan teşkil ederken, ezanın vaktinde okunması, ibadetlerde alenî ihlâllere ve bid'atlara engel olunması, taşkınlık ölçüsündeki eğlencelerin ve çevreyi rahatsız eden gürültü ve davranışların, içki kullanımının, sınırı aşan kadm-erkek ilişkilerinin engellenmesi, ölçü ve tartıda sahtekârlığın, insan ilişkilerinde hile ve aldatmaların önlenme si, ihtiyaç dışı dilenciliğin menedilmesi, ehliyetsiz iş yapılmasına engel olunması, komşu haklarına teca vüzün, her türlü meslek ahlâkı ihlâlinin önlenmesi, çarşı ve pazar düzeninin sağlanması, kamu yararı taşıyan yol, köprü gibi hizmetlerin aksatılmadan ifası hisbenin görevleri arasındadır Yine sosyal yapıyı sağlamlaştırmada, sosyal denge ve adaleti korumada etkin bir rol üstlenen vakıflar da, devletin yetişemediği alanlarda etkin bir rol üstlenmiştir. (Vakıf malların, mülkiyeti (rakabe) Allah' ve topluma, menfaati ise hak sahiplerine aittir) Vakıflar, Hz. Peygamber döneminden itibaren, ordunun donatımına yardımcı olma, içme suyu temin etme, fakir ve kimsesizlere aş ve barınak sağlama, hastaları tedavi etme, ilmin yayılmasını sağlayıcı araçları temin etme, öğrencileri destekleme, hayvanları koruma, ibadethane lerin ve diğer kamu tesislerinin inşa, bakım ve onarımında aktif rol üstlenmiş, doğal ve sosyal çevrenin korunmasın da da önemli hizmetler görmüştür. Günümüzde de vakıflar, sivil demokrasi nin ve kültürel zenginliğin önemli bir parçasını oluşturmaktadır.
II. SOSYAL DÜZEN KURALLARI
Sosyal düzen kuralları, sosyal hayatı düzenleme, birlikte yaşamayı anlamlı kılmaya, birlikte yaşamı güzelleştirmeye yönelik önlemler olup dini, ahlâki ve hukuki kurallar da aynı amaçlı kurallardır. Ahlâk ilmiyle ve kurallarıyla da iç içe olan bu kurallar, bireyin benliğindeki iyi huy ve edepten beslenir.Bir yönüyleâdâb-ı muaşeret kuralları da denilen bu kurallar toplumsal yaşamın yazılı olmayan anayasası olup, insan olmanın nezaketini hatta kişinin kendine saygısını temsil eder. Bütün bu ahlâk, âdâb, görgü ve nezaket kuralları dinin ve dindarlığın tabii gereği olup dinî kültür ve hayatımızın ve eğitimimizin ayrılmaz parçasıdır olup neler olduğunu öğrenmek farz-ı ayındır(İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr. I, 29) Doğal ve sosyal çevrenin korunmasında da etkin, yapıcı ve uyarıcı bir role sahip olup bu alandaki diğer çabalara güçlü bir destek sağlayan ahlâk ve âdâb kuralları, biçim ve şekil olarak toplumlara ve kültürlere göre değişik gösterebilir ve buna trafik kuralları, genel sağlık ve koruyucu hekimlik kuralları gibi oldukça evrensel nitelikte olanlar da toplantı, sohbet, toplu ibadet, ziyafet, toplu taşıma araçlarında seyahat gibi mahallî karakteri ağır basanlar dahildir. Sosyal düzen kurallarına uymak, toplu halde yaşamanın ve başkalarına saygılı davranmanın tabii gereği olduğu gibi dinin genel ilke ve amaçlarının, büyüklere saygı ve küçüklere sevginin, toplum düzenini ve kul hakkını ihlâl yasağının gereği olup hatta ibadet ölçüsünde değerlidir. Böyle olunca müslümanların trafik kuralları, genel sağlık kuralları, toplu seyahat kuralları, cami, okul, salon, otel, lokanta, cadde gibi umuma açık alan kuralları gibi sosyal düzen kurallarına uyma hususunda da âzami titizliği göstermesi gerekir.
III. KOMŞULUK İLİŞKİLERİ
Sosyal dayanışma ve yardımlaşmada aileden sonra en yakın çevre komşu olup, Kuran’da ana baba ve yakın akrabadan sonra, komşuya iyilik edip iyi davranmak tavsiye edilirken(en-Nisâ: 4/36) Hz Peygamber de “Cebrail bana komşu haklan konusunda öyle hükümler getirdi ki, bu gidişle her halde komşu komşuya varis kılınır diye düşündüm” (Buhârî, “Edeb”, 123), “Komşusu elinden, dilinden emin olma yan kişi mümin sayılmaz” (Buhârî, “Edeb”, 29) “Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse komşusuna ikramda bulunsun” (Buhârî,“Edeb”, 31) buyurmuş, hastalandığında şifa ziyaretine gitmek, öldüğünde cenazesinin kaldırıl masın da bulunmak, borç istediğinde vermek, darda kaldığında yardımına koşmak, bir nimete kavuştuğun da tebrik etmek, başına bir musibet geldiğinde teselli etmek, evini onun rüzgârını, güneşini ve manzarasını engelleyecek şekilde yapmamak, ne pişirdiğini belli etmemek, ederse ona da vermek (Mecma'u'z-zevâ'id, VIII, 168-170)diye komşu haklarından bazılarını heber vermiştir. Bir müslümanın, din ve dindarlık farkı, kültür ve bölge farkı gözetmeksizin bütün komşularıyla iyi ilişki içinde olması, İslâm'ın yardımlaşma, dayanış ma, zarar vermeme, küs durmama ilkeleri doğrultusunda, ve örf ve âdete de uygun hareket etmesi gerekir. Komşuluk ilişkilerinin müsbet yönleri hakkıyla gerçekleştirilemese de, hiç değilse olumsuz yönlerinden kaçınmak mümkündür. Bunun için komşuları rahatsız edecek davranışlardan, evin içinde bile olsa yüksek sesle konuşmaktan, televizyon, müzik çalar gibi cihazların sesini yükseltmekten ve her türlü gürültüden kaçınmak, onların gürültü ve konuşmalarına da kulak kabartmamak, şayet hastalık veya geçimsizlik boyutunda ise usulünce yardımcı olmak gerekir. Allah katında da kul katında da hakkında komşularının iyi şahitlik yaptığı bir kişi olmaya çalışmak yeterlidir.
IV. TÖRE ve TÖRENLER
a) Mevlid
Mısır'da Fâtımîlerce Hz. Peygamer'in doğumunu anma ve kutlama maksadıyla başlatılan mevlîd-i nebî/mevlid kandili proğramları, Eyyûbîler tarafından da benimsenip çeşitli törenler ve şenlikler yapılarak, âlim, şair, din ve devlet işlerinde yararlık gösterenlere hil'atler giydirilip hediyeler verilerek devam ettiril miştir. Esasen Resûlullah’ın doğum yıldönümü için başlatılan mevlid töreni giderek, Kadir, Mi'rac, Regaib ve Berat gecelerinde, sünnet, evlenme, ölüm, deprem gibi önemli olaylar vesilesiyle de yapılmaya başlan mıştır. Mevlid törenine ayrı bir önem verilen Osmanlıda Mevlid Alayı diye anılan görkemli törenlerde şeyhülislâm, vezirler ve diğer askerî ve mülkî erkân, büyük müderrisler, belli bir düzen içinde rebîülevvel ayının on ikisinde Sultan Ahmed Camii'nde yerlerini alırlar, padişahın gelmesinden sonra vaazlar verilir, mevlidhanlar mevlid okurken Medine'den getirilen hurmalar ikram edilirdi ki, günümüzde de bu gelene ğe“ Mevlid-i Nebi Haftası” ile ayrı bir anlam katılmıştır.
b) Ziyaretleşme
Kur'an'da münafıkların belirgin özelliği olarak yeryüzünde bozgunculuk yapmaları ve akrabalık bağlarını koparmaları gösterilirken,(er-Ra'd: 13/2; Muhammed: 47/22) Hz Peygamber de, hısım ve akrabası ile bağlarını kesen kimsenin bulunduğu meclise rahmetin inmeyeceğini, böyle kimselerin cennete giremeyeceğini (Buhâri,“Edeb”,11; Müslim,“Birr”,18-19) en mükemmel iyiliğin ise baba dostunu görüp gözetmek olduğunu bildirmiştir. (Müslim, “Birr”, 11-12; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 120) Ayrıca yakın ve uzak akrabayı ziyaret etmeyi, hasta yı ziyaret edip onun gönlünü almayı, ihtiyacı varsa ona yardımcı olmayı teşvik eden bir hayli hadis-i şerif vardır.Yine bayram ziyaretleşmeleri aile bireyleri ve akrabalar arasında, dayanışma ve kaynaşmayı arttırır ken, yakınını kaybedenlere taziyede bulunulması da hem bir vecibenin ifası hem de kardeşlik hakkının teslimidir.
c) Bayramlaşma (Muayede)
Bayramlar, millî ve dinî duyguların, inanışlann pekişmesi, taze ve canlı tutulması yanında, birlik ve beraberliği sağlamada büyük rol oynarken, kültten gelen sanat (müzik, halay) ve mitten gelen edebiyat da benzeri işlev görmekte, ortak anlayışın doğmasına vesile olmaktadır. Hz. Peygamber tarafından ilân edilen ramazan ve kurban bayramları da müslümanların en önemli sevinç ve kaynaşma törenleri olup, bayrama lrın el sıkışma, küçüklerin büyüklerin ellerini öpmesi, yemek ve tatlı ikram etme, hediyeleşme gibii uygulamaları ise zamanla gelenekleşmiştir. İlk dönem müslümanlarının bayramlaşmaları hakkında yeterli bilgi olmamakla birlikte, “Allah kabul etsin” diyerek tebrikleştikleri ve bunun Emevîlerde de sürdürül düğü bilinmektedir. Abbasîler döneminde, başta Bağdat, Kudüs, Şam gibi büyük şehirler olmak üzere çeşitli merkezlerde canlı bir şekilde yapılan bayramlaşma ve kutlamalar sırasında tatlı ikram etme uygulaması Fâtımîler'de gelenekleşmeye başlamıştır. Selçuklular zamanında da ramazan ve kurban bayramı kutlamalarına büyük önem verilir; ayrıca Nevruz ve Mihrican bayramlarında da şenlikler yapılırdı. Bayram laşma, sevgi, saygı, sıla-i rahim, ikram ve cömertlik gibi erdemlerin güzel bir tezahürü olarak en büyük itibar ve önemi Osmanlılar'da kazanmış, görkemli törenlere, geleneklerin oluşmasına vesile olmuştur. Osmanlılar'da bayramlaşma namazdan sonra başlar, küçükler büyüklerin ellerini öper, büyükler de küçüklere hediye dağıtırdı. Ayrıca bayram münasebetiyle tebrik için evleri dolaşan bekçi, çöpçü, tulumbacı, davulcu gibi hizmetlilere bahşiş verilir, ziyaretleşme ve bayramlaşma toplumun çeşitli kesimlerinde hiyerarşik bir düzene göre tam bir itina ile yerine getirilirdi.
d) Tokalaşma Kucaklaşma
Tokalaşma ve kucaklaşma hususunda Kur'an ve Sünnet'te açık bir hüküm yer almaz ise de konu bir yönüyle dinin kadın erkek ilişkileri mahremiyet ölçüleri ve cinsî hayata ilişkin düzenlemeleriyle ilgili, bir yönüyle de dinin sosyal bütünleşmeyi destekleyen kural ve tavsiyeleriyle ilgili olup birinci açıdan bazı kayıt ve sınırlamalar getirilirken, ikinci açıdan ise toplumların inisiyatifine bırakılmıştır. Bu anlamda mahrem olmayan karşı cinsler arası ilişkilerde bazı ölçüler ve sınırlamalar getirilmiş, hatta bazı fakihler muhtemel sapmaları, aşırılık ve yanlışlıkları önleme düşüncesiyle erkeklerin ve kadınların kendi cinsleriy le kucaklaşmasını da hoş mekruh görmüşlerdir. (Hanefî çoğunluk ve bir kısım fakih ise Hz. Peygamber'in Hayber'in fethi günü Habeşistan'dan dönen amcazadesi Ca'fer b. Ebû Tâlib'i büyük bir sevinçle karşılayıp kucaklamasına istinaden sakınca görmemektedir.) Kadın ve erkeğin tokalaşmasını yasaklayan bir âyet olmadığı gibi Hz. Peygamber'in de bu yönde herhangi bir sözü bulunmayıp fakat biat alırken onlarla tokalaşmamıştır ki, o dönemde kadınlarla erkekler zaten tokalaşmazlardı Ancak İslâm dini zinayı kesin ola rak yasaklamış, zinaya götürücü yolları da kapatmaya çalışmış hatta cinsel içerikli ve amaçlı davranışları da yasaklamıştır. Kadın ve erkeğin tokalaşma temasını zinaya götürücü bir adım sayanlar tokalaşmalarını da haram saymışlar, zinaya götürme ihtimali değiştikçe de tahrîmen veya tenzîhen mekruh demişlerdir.
e) Aşure
Aşure/âşûrâ, muharrem ayının onuncu günü olup, tüm Sâmî dinlerinde ve Câhiliye Arapları'nca da önemli sayılan, bu günde tutulan “âşûrâ orucu” denir ki Hz Peygamber de risalet öncesi ve son rası tutmuş, yahudilerin de tuttuklarını görünce karşılık, “Biz Musa'ya sizden daha lâyıkız” diye rek, bir gün öncesi veya sonrasıyla tutmayı tavsiye etmiştir.(Buharı, “Savm”, 69; Müslim, “Sıyâm”, 134; Tirmizî, “Savm”, 50; Müsned,Vl, 29-30) Rivayete göre bu gün, Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları Firavun'un zulmünden kurtulmuş, Hz. Nuh'un gemisi Cudi dağına oturmuş, Hz. Âdem'in tövbesi kabul edilmiş, Hz. Yûnus balığın karnından çıkarılmış, Hz. Musa ve Hz. İsa doğmuştur. Hz. Hüseyin’in şehid edildiği bu günü, Şiîler bir matem günü kabul edip aşura orucuna dövünerek başlarken, Emevîler de bu günü bayram sevinci ile kutlamaya çalışmış lar, Müslüman Türkler'in özellikle bu gündeki “aşure” ikramı da güzel bir adet olmuştur.
f) Yılbaşı
Yılbaşı eğlencesi/Noel bayramı, hırıstiyan Batı'nın Hz. İsa’nın doğumunu kutlama adına Aralık ayının son haftasında kiliseye giderek, birbirlerini ziyaret edip hediyeleşerek, Noel ağacı süsleyip, büyük bir çılgınlıkla, lüks ve israfla eğlenerek yeni yıla girdikleri tören olup, müslümanlar için kültürel tahribata, kimlik bunalımına yol açan, yeni yetişen kuşakları Batı’nın hayat tarzına, değer ve inanç esaslarına imrendirmeye ve benimsemeye sebep olan, bu tür kutlama ve âdetler İslamın farklı bir kimlik ve kültür kazandırma gayret ve düzenlemelerine aykırı görülmüştür.
g) Nevruz
Farsça'da “yeni gün” anlamına gelen nevruz, İranlılar arasında baharın gelişini kutlamak için yapılan tören ve bayram (tabiat bayramı) olup, İran güneş takviminin ilk ayı olan nisanın (Farvardin) ilk günü başlar ve on iki gün sürer. Nevruz başlıca üç destana (Fars/Küssi Kralı Cemşîd'in Bâbil'e girişi, Kurmanç ve Zazalar ait olan demirci ustası Kavva’nın zalim hükümdar Dahhak'e karşı dağlarda teşi yakarak başlattığı ayaklanma, Firdevsî'nin Şehnâme'sinde [596]gecen, Taberî gibilerinin de kabul ettiği, Cemşîd'in cinlerin yaptığı arabayla göklere çıkışı/Ergenekon) dayandırılsa da, baharın gelişine bağlanması daha isabetli görülmüştür (Batılılara göre, nevruzun bir diğer kökü de Ergenekona dayanır ki olayın meydana geliş zamanı (21 Mart), her ikisinde de demirci ustasının ve ateş yakmanın, Kawa’da da bulunması destanın aynı veya yakın kültürlerden kaynaklandığını göstermektedir. Özellikle Uygur, Kazan, Ufa Türkleri'nin nevruz toplantılarında Ergenekon destanını okumaları, Azerbaycan gibi Türk bölgelerinde nevruza Ergenekon bayramı da denilmesi bu sebeple olabilir) Esasen bu bayram Zerdüştîlik'teki ölenler adına Mart'ın 13’te kutlanan Hamaspathmaedeya bayramı ile birleştirilmiş olup ayrıca ateş ve koruyucu meleği Artavahişt'i anma amacı da taşır. Zerdüştîlik'te şafakla başlayan bu bayramda (baharın ilk günü) kışın yer altındaki varlıkları korumak üzere yer altına inen Nevruzda çıkar ve öğlen vakti ile şahıslaştırılan melek Rapithvan'a dualar edilir. Ahamenid kralları (m.ö. 559-330) nevruzu, merkezleri Persopolis'te kutlarlardı. Sâsânî döneminde nevruz törenleri yazın bitiş bayramı Mihricân ile de birleştirildi. İslâmî dönemlerde nevruz, Zerdüştî kimliğinden çıkarak İran'ın millî bayramı oldu. Şia’ya göre Adem'in yaratılması, Tanrı’nın beşeriyetle ahid yapması; İbrahim'in putları kırması; Hz. Peygamber'in Hz. Ali'yi yanına alarak Mekke'deki putları kırması ve Hz. Ali'yi halife olarak tayin etmesi nevruz gününde gerçekleşmiştir. (İslâm öncesinde, nevruz masasına, baharı temsilen yeşil yapraklı bitkiler bulunan kaplar, kutsal metinler, bir ayna ve çeşitli meyveler konur, başında dualar edilir, akrabalar ziyaret edilir, ateşler yakılarak etrafında oyunlar oynanırdı ki, bu, Şiî İran'da da âyet ve ağıtlar eklenerek sürmüştür.) Osmanlılar'da bahar bayramı ve malî yılbaşı(Mart) olarak kutlanan Nevruz 1980'lere kadar takip edilmiştir. Nevruz geleneği Şiî, Alevî ve Bektaşîler kadar Sünnî kesimde de yaygındır(Osmanlı’da“nevrûz-ı sultanî/sultan nevruz” OrtaAsyada “sultan navrız”denilirdi) Osmanlı’da Nevrûziye yiyecekleri hazırlanır, akraba ziyaretleri yapılır ve hediyeleşilir, şairler, ödül (caize) için devlet erkânına kasideler(nevrûziyye)sunarlardı. Nevruz bugün Türkmenistan'da millî bayram olarak kutlanmakta, ülkemizde de bu amaçla törenler düzenlemektedir.
h) Yaş Günü ve Yıl Dönümü
Bir kişinin doğmuş ve o yaşa gelmiş olmasının sevincini yakın arkadaş ve dostlarıyla paylaşması, toplanıp meşru ölçüler dairesinde hoşça vakit geçirmesi mâkul ve caiz görülmüş, Fâtimîler de IV. (X.) yüzyılda Hz. Peygamber, Hz. Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin ve halifeleri için mevlid proğramı/doğum yıldönümü merasimleri düzenlemişlerdir.