İçereği Atla

Hristiyanlık İseviyye

23 Haziran 2025 yazan
Hristiyanlık İseviyye
ercan dede
| henüz yorum yok

Hıristiyanlık kelimesinin kökü Grekçe “khristos” kelimesine dayanmaktadır. İbranice’deki “maşiah”ın karşılığı olarak Grekçe’de kullanılmakta ve Hz. İsa’nın sıfatı olarak “mesih” anlamını ifade etmektedir. “Khristos” kelimesinden de “Mesih’e bağlı olan” anlamında “khristianos” kelimesi türetilmiştir. “Khristos” Grekçe’den Latince’ye “Cristus”; oradan da Batı dillerine “christ” olarak geçmiştir. “Khristianos” ise Latince’ye “khristianus”, oradan da Batı dillerine “christian” olarak geçmiş ve yine aynı anlamda kullanılmıştır. Türkçe’de kullandığımız Hıristiyanlık kelimesi ise Batı dillerindeki “Christianisme”in karşılığıdır. Khristianos adı muhtemelen Antakya’daki putperestler tarafından verilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’in Hıristiyanlığı ifade etmek için kullandığı “nasârâ” kelimesi ise, yaygın olan kanaate göre Hz. İsa’nın doğum yeri olan Kudüs yakınlarındaki “Nâsıra” kasabasına istinâden kullanılan bir isimdir. Hz. İsa bütün hayatı boyunca “Nâsıralı” adıyla anılmıştır. Nâsıra’ya ya da “Nâsûriye’ye mensup olan anlamında “nasrânî” kelimesi kullanılmış, dolayısıyla Hz. İsa’nın yolundan gidenlere de “nâsıralılar” denilmiş, Kur’an-ı Kerim de bu ismi tercih etmiştir. Hıristiyan kaynaklarında “nâsıralılar” isminin ilk zamanlarda Hz. İsa’yı benimseyenlerin tümüne verildiği, ancak bunun onlarla alay etmek için kullanılan bir lakap olduğu belirtilmektedir. Daha sonra bu lakabın, bir zamanlar Pavlus’u da tedirgin etmiş olan yahudileştirme taraftarlarının geleneklerini sürdüren mezhebe verildiği, M.S. 70 yılında Kudüs şehri ve Süleyman Mabedi yıkılmadan önce Yahudi mesihçilerin Şeria Nehri’nin ötesine kaçıp Pella kentine sığındıkları, bunların torunlarının ise Hz. İsa’dan çok Hz. Musa’nın şeriatına bağlı kaldıkları, bu mezhebin 4. yüzyılın sonuna kadar devam edip sonra kaybolduğu ifade edilmektedir. Hıristiyanlar için bunların dışında başka isimler de kullanılmaktadır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: Şâkirtler, Kardeşler, Azizler, İnananlar, Seçilmişler, Çağırılmış- lar, Kilise, Fakirler, Dostlar, Celileliler.

Terim anlamına gelince Hıristiyanlık, Hz. İsa’ya ve İncil’e tâbî olan tüm hıristiyanların dinine verilen genel bir isimdir. Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliselerinden teşekkül eden üç büyük mezheple daha küçük çaptaki birçok mezhep ve tarikattan meydana gelen çeşitli cemaatlerin tümünün üst isim olarak kullandıkları bir terimdir.

“Hıristiyan” isminin ilk defa ne zaman kullanıldığına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Bunun için çıkarsamalarda bulunmak gerekir. Örneğin Yeni Ahid’e bu açıdan bakıldığında “Khristianos” isminin sadece Rasullerin İşleri (11: 26; 26:28) ve Petrus’un Birinci Mektubu (4:16) olmak üzere sadece üç yerde geçtiği görülür. Bu cümlelerde anlatılan olaylardan hareketle Hıristiyan isminin ilk defa Antakya’da kullanıldığı ve yaklaşık olarak 60 yıllarına denk geldiği anlaşılmaktadır.

Yeni Ahid’in dışındaki bazı kaynaklarda ise bu ismin ilk olarak ikinci yüzyılın başlarında Antakya’da kullanılmış olduğu ile ilgili bazı rivayetlere rastlanılmaktadır. Rivayete göre o bölgede vali olan Bellin, mîlâdî 106 yılında imparator Taragand’a bir mektup yazmakta ve oradaki hıristiyanlara hangi usullerle işkence yaptığını şu şekilde açıklamaktadır: “Hıristiyan olmakla suçlanan kişi üzerinde şu usûlü denedim. Adamların hıristiyan olup olmadıklarını kendilerine soruyordum. Hıristiyan olduklarını ikrar ederlerse onları ölümle tehdit ederek ikinci ve üçüncü kez aynı şeyi tekrarlıyordum. Hıristiyanlıklarında ısrar ederlerse idam cezasını yerine getiriyordum”.

İster 60 ister 106 yılında olsun, Hıristiyan isminin Hz. İsa zamanında kullanılmadığı kesindir. Çünkü Hz. İsa’nın dünyadan ayrıldığı tarih 30 yıllarıdır. O dönemde genellikle şakirtler, kardeşler, inananlar gibi isimler kullanılmıştır.

Tarihi Süreç

Hıristiyanlık tarihi deyince akla ilk gelen “İsa” ismidir. Hangi isimle anılırsa anılsın Hı- ristiyanlık her şeyden önce İsa Mesih anlayışı üzerine temellenen bir inanca sahiptir. Ana fikri Yeni Ahid’de bulunan bu inanca göre İsa Mesih hem Tanrı’nın Oğlu, hem de insanlığın kurtarıcısıdır. Tanrı insanlığı günahtan kurtarmak üzere biricik oğlunu yeryüzüne göndermiştir. Görülüyor ki, gerek isminden hareketle ve gerekse bütün hıristiyanları birbirine bağlayan en önemli ortak bir bağ olması dolayısıyla Hz. İsa Hıristiyanlığın merkezine yerleşmiştir. Yani bu din “İsa-Merkezli” bir din karakterini kazanmıştır. Bu sebeple önce Hz. İsa hakkında kısaca bilgi vermekte fayda vardır.

Hz İsa'nın Doğumu

İncillere Göre Hz. İsa’nın Doğumu

Hz. İsa’nın doğumuna dört İncilden sadece Matta ve Luka’da yer verilmekte ancak her iki İncil’de de bu olay farklı olarak anlatılmaktadır. Matta İncili’ne göre kıssa, Tanrı’nın Oğlu’nun soy ağacı ile başlamaktadır (Matta, 1:1-17). Bu kıssanın devamında geçen “Imdi İsa, Kral Hirodes’in günlerinde Yahudiye Beytlehem’inde doğduğu zaman, işte şarktan Yeruşalim’e müneccimler gelip dediler. Yahudilerin kralı olarak doğan zat nerededir?” (Matta, I,18-25) sözünden anlaşıldığına ve Luka’nın da benzer bir ifadesine (Luka 23:8) göre Hz. İsa Kral Arhelas zamanında doğmuştur. İncillerde kendisine yeni doğan çocukları katletme fiili atfedilen ve Filistin’i Roma adına yöneten Arhelas (Hirodes’in oğlu) M.Ö. 4 ve M.S. 6 yılları arasında iktidarda kalmıştır. Buna göre Hz. İsa’nın M.Ö. 4 ile M.S. 6 yılları arasındaki herhangi bir yılda doğmuş olabileceği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Luka İncilinde Kirinius’un Suriye valisi olduğu sırada Augustus tarafından çıkarılan bir emirle nüfus sayımının yapıldığı ve Hz. Meryem’in de nişanlısı Yusuf ile beraber Nâsıra’dan Beytlehem’e gittiği ve orada ilk oğlunu doğurduğu (Luka, 2:5-7) bildirilmektedir. Augustus’ün M.Ö. 63 ve M.S. 14 yılları arasında yaşadığı düşünülürse buradan da net bir tarih çıkarmak mümkün değildir. Zira bu sayımın hangi tarihte yapıldığına dair bilgi verilmemektedir.

Luka İncili’nde Hz. Yahya’nın ve Hz. İsa’nın doğum sahneleri aynı üslup içerisinde anlatılmaktadır. Hz. Zekeriyya’nın yaşlı karısının Yahya’ya hamile kalması (Luka, 1:11-13), bundan altı ay sonra Hz. Meryem’in Hz. İsa’ya hamile kalması (Luka, 1:26-27) ve her iki doğum anının da birbirine benzer ifadelerle anlatılması dikkat çekicidir. Hz. Yahya’nın yahudilerin Fısıh bayramında doğmuş olduğu rivayeti eğer doğruysa, Fısıh bayramı Nisan’ın 15’inde kutlandığına göre bundan altı ay sonra doğan İsa’nın Ekim ayı içinde doğmuş olması gerekir. Batı Hıristiyanlığında 25 Aralık, Doğu Hıristiyanlığında ise 6 Ocak günleri Hz. İsa’nın doğum günleri olarak kutlanmaktadır.

Teologlara Göre Hz. İsa’nın Doğumu

Hıristiyan ilahiyatçıları da Hz. İsa’nın doğumuyla ilgili net olmayan, tahmînî ve dolaylı bazı tarihler vermektedirler. Ritüel kitaplarında aynı zamanda ilâhî olarak da söyledikleri bir pasajda şu bilgiler yer almaktadır:

Dünyanın yaratılışından yüzyıllar sonra; Tufan’dan uzun zaman sonra; İbrahim’in doğumundan iki bin yıl sonra; Musa’dan bin beşyüz yıl sonra; Kral Davut’tan yaklaşık bin yıl sonra; Daniel’in peygamberliğinin yetmişbeşinci yılında; Yüz doksan dördüncü Olimpiyat’ta; Roma’nın kuruluşunun yediyüz elli ikinci ve Imparator Octave Augustus’ün kırk ikinci yaşında ezelî Baba’nın Oğlu ezelî Tanrı İSA-MESİH Yahuda’nın Betlehem (Kudüs) şehrinde Bakire Meryem’den doğdu.

Verilen bu tarihlerden İbrahim, Musa, Davut ve Daniel ile kurulan bağlantı yaklaşık tahminlerden ibarettir. Olimpiyatların M.Ö. VIII. yüzyılda başlayıp dört yılda bir tekrarlandığı hususu tarih kitaplarında yer almaktadır. Ancak başlama yılı ve ayı noktasında net bir bilgi yoktur. Belki İsa’nın yaklaşık doğumundan hareketle yani 194x4=776 olarak olimpiyatların başlama yılını bulabiliriz. İlk olimpiyat oyunu sadece atletizm yarışmaları idi ve bir gün sürüyordu. Buradan hareketle atletizm oyunlarının kış mevsiminden çok yaz mevsiminde yapılabileceği ihtimalinin daha yüksek olduğunu söylemek mümkündür. Yukarıda verilen tarihlerden biri de Roma’nın kuruluşunun 752. yılıdır. Tarihçilerin tespitine göre Roma M.Ö. 753 yılında kurulmuştur. Buna göre Hz. İsa M.Ö. 1 yılında doğmuş olmaktadır. Augutus’ün M.Ö. 63 yılında doğduğu rivayet edildiğine göre, 42. yaşı M.S. 5 yılına tekabül etmektedir. Bu formüle göre ise Hz. İsa M.S. 5 yılında doğmuştur. Yani hiç bir formülde ittifak sağlanamamaktadır.

19. yüzyılın en önemli filozof ve dinler tarihçilerinden biri olan Ernest Renan (1823- 1892) “İsa’nın Hayatı” isimli eserinde Hz. İsa’nın doğum tarihinin iyice bilinmediğini, Augustus devrinde Roma’nın 750. senesine doğru ve muhtemelen Milattan bir kaç sene önce vuku bulduğunu belirtmektedir. Bazı yazarlar bu tarihi Milat’tan 10 yıl öncesine kadar götürür. Bu konudaki farklılıkların Ortaçağ’da yaşamış bir hıristiyan keşişin düzenlediği takvimden kaynaklandığı ileri sürülmektedir.

“İsa Meselesi” isimli risalenin yazarı A. Hilmi Ömer’e göre de dinî bir hareketin başında bulunan bir şahsiyet hakkında, bizzat bu şahsın kendisi tarafından değilse de, her halde bu hareketin şahitleri yahut muasırları tarafından bazı vesikalar bırakılması tabii bir hal iken, zamanında yaşayan yahudi ve müşrik müelliflerden hiç birinin İsa’nın hayatına dair en ufak bir malumat bırakmaması çok ilginçtir. Hıristiyanlığın ilk yıllarında, hatta milattan sonra ikinci asırda bile Yunan, Latin, ve Yahudi müelliflerinin İsa hakkında hiç bir bilgi sahibi olmadıklarını göstermektedir. Kısacası Hz. İsa’nın doğumu konusunda ne yıl olarak, ne de gün olarak net bir kanaate varılabilme imkânı yoktur. Batı Kilisesi’nin kabul ettiği 25 Aralık günü muhtemelen antik Roma’nın pagan kutlamalarına dayandırılmış, Doğu Kiliseleri’nin kabul ettiği 6 Ocak tarihi ise, yine muhtemelen Hıristiyanlık öncesi Grekler arasında kutlanan ve Zaman’ın doğumu manasına gelen Aion’un kutlandığı tarihin yerine konulmuştur.

Çocukluğu Ve Gençliği

Hz. İsa’nın çocukluğu hakkında pek fazla bir şey bilinmemektedir. Çocukluğu, kendisinden önce hiçbir şöhreti olmayan ve aynı zamanda doğum yeri olan Galile eyaletinin Nâsıra kasabasında geçmiştir. Bu yüzden bütün hayatı boyunca Nâsıralı adıyla anılmıştır. Luka’nın belirttiğine göre 12 yaşındayken yahudilerin pesah bayramında bulunmak üzere annesi ve annesinin kocası Yusuf ’la birlikte Kudüs’e gitmiştir. Mabeddeki bilginler onun din bilgisi ve anlayışı karşısında çok şaşırmışlardır.

Hz. İsa’nın erkek ve kızkardeşleri bulunduğu ve kendisinin en büyük çocuk olduğu tahmin edilmektedir. Kardeşlerinin hiçbirisi hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır. Kızkardeşlerinin Nâsıra’da evlenmiş olduklarına dair rivayet mevcuttur. Erkek kardeşi diye gösterilen ve içlerinde Hıristiyanlığın ilk gelişme senelerinde büyük bir ehemmiyet kazanan Yakup adında biri de bulunan dört kişinin onun teyze oğulları olduğu ileri sü- rülmektedir. Fakat bununla birlikte hem havari hem de Hz. İsa’dan sonra havarilerin reisi olan Yakub’un onun kardeşi olduğuna dair rivayetler ve kanaatler ağır basmaktadır.

Göreve Başlaması

Hz. İsa görevine 30 yaşından sonra başlamıştır. Hz. Yahya Ürdün’de yaşıyordu ve onun teyze oğluydu. O tek Tanrı’ya inananları ve gerçek iman sahibi olanları vaftiz ediyordu. Hz. İsa da “Vaftizci Yahya” ismiyle tanınan Hz. Yahya’ya giderek onun tarafından vaftiz edildi. Bunun ardından, görevini yerine getirmek üzere hazırlanmak için çöle gitti. Şeytan onu burada yoldan çıkarmaya çalıştı. Şeytan, Tanrı’nın oğlu olarak kudretini kullanıp dünyayı bir kral gibi yönetmesini istiyordu. Ama İsa şeytana uymadı ve Galile gölüne döndü. Tebliğini ilkönce Galile’de yapmaya başlamış, ama aynı zamanda Samiriye’ye, Kudüs’e ve Galile’nin kuzey bölgelerine de gitmiştir. O bu gezilerinde kendisini dinleyenlere gü- nahları bağışlama konusunda yetkili olduğunu söylüyordu. Bir süre sonra da etrafında havarileri oluştu ve tebliğinde ona yardımcı oldular.

Havarileri 

Kelime anlamı “Beyaz giyinenler, insanların ruhlarını din ve ilimle arıtanlar” demektir. Ancak bu ifade zamanla özel bir anlam kazanmış ve Hz. İsa’nın yardımcı- larını kasteden bir terim halini almıştır. Tebliğ faaliyetinin başında Hz. İsa bu oniki kişiyi seçmiş ve bunlara havarî ismini vermiştir. Bunların isimleri bazı küçük farklılıklarla Matta (10: 2-4), Markos (3: 16-19), Luka (6: 14-16) ve Resullerin İşleri’nde (1: 13) yer almaktadır: Simon Petrus, Andreas, Yakup (Zebedi’nin oğlu), Yuhanna, Filipus, Bartolomeus, Thomas, Matta, Yakup (Alfeos’un oğlu), Taddeus, Gayyur Simun, Yahuda İskariyot.

Mucizeleri

Hz. İsa’nın, tebliğini yaparken en sık başvurduğu konulardan birisi mucizedir. Onun hayatı adeta mucizelerle özdeşleşmiştir. İncilleri bu açıdan taradığımızda onun kırka yakın mucizesinden bahsedildiğini görürüz. Hz. İsa bu mucizelerle havariler üzerinde büyük bir etki göstermiş, aynı zamanda birçok kimseyi inandırarak kendine çekmiştir. İlk mucizesini Kana’da düzenlenen bir evlenme merasiminde ev sahibinin bardağında şarabı tükenince suyu şarap yaparak göstermiştir (Yuhanna 2: 9). Diğer mucizeleri şunlardır:

Beş ekmek ve iki balığı 5000 kadar kadın, erkek ve çocuk arasında paylaştırmış ve bu insanların hepsi açlıklarını gidermişlerdir (Markos 6:38-42). Şeytan ve cinlere hükmedip insanların içinden onları çıkarması (Matta 8: 32), hastaları, kötürümleri iyileştirmesi (Matta 15:30-31), körlerin görmesini sağlaması (Matta 11: 5), ölü kızı diriltmesi (Matta 9: 25), rüzgara ve göle emrederek göldeki fırtınayı durdurması (Luka 8: 23), Petrus’u su üzerinde yürütmesi (Matta 14: 29) İnciller’de söz konusu edilen mucizelerindendir.

Son Ayları

Hıristiyanlar Hz. İsa’nın hayatının son aylarına “passion” adını verirler. Çünkü bu aylar onun insanlık adına çektiği acıların toplandığı aylardır. Özellikle Kudüs’de çok muhalifi vardı ve oraya gitmenin kendisi için çok tehlikeli olacağını da biliyordu. Ancak bununla beraber tebliğini Kudüs’de yapmakta kararlıydı. Yani o, kendi hayatını feda ederek, baş- kalarını kurtarmak için dünyaya gelmiş olduğunu söylüyordu. Birçok kimse Hz. İsa’nın Yahudi halkına daha iyi bir hayat sağlayacağına inanıyordu. Hahamlar ise, o mabede geldiğinde hem öfkelenmiş, hem de korkmuşlardı. Zira o, para bozduran ve birtakım şeyler alıp satan kimseleri mabedden kovmuştu. Kudüs’te geçirdiği ilk günlerde halka tebliğini yaptı. Geri kalan zamanlarında da şehrin doğusundaki Bethanya’da derin düşüncelere dalar ve dua ederdi.

Hz. İsa’nın bu faaliyetleri karşısında büyük bir endişe duyan Yahudiler artık onu durdurmanın zamanının geldiğine ve onu ortadan kaldırmaktan başka çare olmadığına karar verdiler. M.S. 30 yılında Yahudilerin en yüksek mahkemesi olan Sanhedrin tarafından Tanrı’ya küfretmekle suçlanıp, ölüm cezasına çarptırıldı. O çağda İsrail Roma’nın işgali altında bulunduğundan, Yahudilerin bu yargıyı infaz etme yetkisi yoktu. Bu nedenle Yahudi din adamları Roma valisi Pontus Platus’a başvurup, Hz. İsa’yı çarmıha gerdirerek idam ettirdiler. Bütün bu olanları talebelerine önceden bildirmiş olan Hz. İsa ise, öldürüldükten sonra üçüncü gün Tanrı’nın gücüyle tekrar dirildi ve kırk günlük bir süre boyunca birçok kişiye göründü ve sonra dünyayı terkederek göğe yükselip Baba’nın sağ yanına oturdu. Kı- yamete yakın tekrar yeryüzüne inip, bütün dünyanın Tanrı’nın Krallığı’na boyun eğmesini sağlayacaktır.

Kur’an’a Göre Hz. İsa

Yukarıda vermiş olduğumuz bilgiler tamamen İncillere göredir. Ancak Hz. İsa’nın İncillerden sonra en fazla sözkonusu edildiği kitap Kur’an’dır. Burada onunla ilgili Kur’an’da verilen bilgileri kısaca özetlemeye çalışacağız.

Kur’an’da Hz. İsa onbeş surede doksanüç ayette ismi veya bir sıfatı ile zikredilmektedir. Bu ayetlerde doğumunun müjdelenmesi, dünyaya gelişi, tebliği, mucizeleri, dünyevi hayatının sonu ve Allah katına yükseltilişi ele alınmaktadır. Onun diğer peygamberler gibi kul ve peygamber, kendisine tanrılık nispet etmenin ise küfür olduğu belirtilmektedir. Kendisine Allah tarafından kitap verildiği, İsrailoğullarına gönderilen bir peygamber olduğu, Tevrat’ı tasdik ettiği, bazı hususlarda onu neshettiği, kavmine namazı ve zekatı emrettiği vurgulanmaktadır. Ayrıca onun öleceğinden ve tekrar hayata döneceğinden söz edilmektedir. Ancak buradaki diriliş hıristiyanlıkta’ki gibi çarmıha gerildikten sonraki diriliş de- ğil, kıyamet sonrası diriliştir. Çarmıha da gerilmemiştir. Böylece Hıristiyanlık’ta önemli bir dini inanç olan, insanların günahına kefaret olmak üzere İsa’nın çarmıha gerilmesi hadisesinin İslâm’da kabul edilmediği görülmektedir.

Kur’an’da ayrıca Hz. İsa’nın Allah’tan bir kelime oluşu, Allah’tan bir ruh oluşu, peygamberliği ve mucizeleri, Ruhu’l-Kudüs ile te’yid edilmesi, Hz. Muhammed’i müjdelemesi konularına yer verilmektedir. Buna göre Hz. İsa hiçbir zaman kendisinin tanrı edinilmesini söylememiş ve yalnız Allah’a kulluğu öğütlemiştir. Kur’an teslisi açıkça reddetmekte ve temel prensip olarak tevhidi ortaya koymaktadır.

Burada şu hususa da işaret etmemiz gerekir ki, Kur’an’da ve hadislerde takdim edilen İsa, İncillerde ve Hıristiyan ilahiyatında takdim edilen İsa’dan farklıdır. Hıristiyanlık’ta temel inanç esaslarından olan uluhiyetin bedenleşmesi, İsa’nın çarmıha gerilmesi dolayısıyla kurtuluş fidyesi oluşu Kur’an tarafından reddedilmektedir. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında başlangıçtan beri ortaya çıkan bu farklı anlayışlar sebebiyle karşılıklı reddiyeler yazılmıştır. Örnek verecek olursak ilk dönemlerden itibaren ortaya çıkan polemik literatürünün temel konularının başında teslis doktrini, Hz. İsa’nın tabiatı, kefaret problemi ve çarmıh hadisesi gelmektedir. Hz. İsa’ya hamile kalması, doğum süreci ve iffetli bir kadın olması gibi özellikleriyle anesi Meryem’e de çok önemli şekilde yer verilmektedir.

Hıristiyanlığın Yayılışı

Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı tarihi M.S. 30 yılına kadar götürmek gerekir. Bu tarihte Hz. İsa, kendisinin Mesih olduğunu ileri sürerek geleneksel Yahudi anlayışının dışında bir din anlayışını yerleştirme amacıyla ortaya çıkmıştır. Dünya dinleri içerisinde yayılışı en maceralı olan ve en uzun süren din belki de Hıristiyanlık’tır. Hz. İsa’nın yaklaşık üç yıllık tebliğ döneminde sadece kendisini anlatmaya çalıştığı, yayılmanın havariler gibi belirli sayıda insanların ona inanmasıyla sınırlı kaldığı, hiçbir yerleşim alanının toplu olarak Hıristiyanlığa geçmediği genel kabul görmüş bir husustur. Onun dünyayı terketmesinden sonra devreye havariler girmiş ve farklı bölgelere giderek kendisinden tevarüs ettikleri öğretileri yaymaya çalışmışlardır. Daha sonra Pavlus’un sahneye çıkması havariler dönemini Pavlus öncesi dönem, Pavlus dönemi ve Pavlus sonrası dönem diye üçe ayırmayı gerektirmektedir.

Pavlus Öncesi Dönem

Yeni Ahid’in Resullerin İşleri kitabının ilk bölümlerinde ve Pavlus’un mektuplarında Pavlus öncesi dönem canlı bir şekilde ele alınmaktadır. Bu metinlerden anlaşıldığı kadarıyla yeni hareketin merkezini Kudüs oluşturmaktadır. Hz. İsa’dan sonra dağılan talebeleri yeniden bir araya gelmişler, dinî hayat bakımından Yahudiliği sürdürmüşlerdir.

Havarilerin isimleri sıralanırken hep en başta yer alan Simun Petrus’un Pavlus öncesi dönemde yayılma konusunda en etkili isim olduğu anlaşılmaktadır. Yeni Ahid’de Pentikost gününde onun konuşmasını dinleyen 3000 kişinin Hz. İsa’ya inanıp vaftiz oldukları belirtilmektedir. Bu ihtida olayından sonra Petrus, ilk Mesih topluluğunun en bü- yük önderlerinden birisi olmuştur. Onun önderliğinde diğer havarilerin de gayretleriyle Mesih’e inananların sayısı yavaş yavaş artmaya başlamıştır. Özellikle Yahudiye, Galile ve Samiriye’de topluluğun büyümesi devam etmiştir. Her tarafı dolaşarak Lidda, Şaron ve Yafa kentlerine kadar ulaşmıştır. O sadece Yahudilere değil, Yahudi olmayanlara da telkinde bulunmuştur. Kral I. Hirodes zamanında hapse atılmış, mucizevî bir şekilde hapisten kurtulmuş ve 57 yılında Roma’ya gitmiştir. Orada 60 yılında Yeni Ahid kitapları içerisinde yer alan 1. ve 2. mektuplarını yazmıştır. 64 yılında ise imparator Neron’un emriyle baş aşağı çarmıha gerilerek öldürülmüştür.

Hz. İsa’nın havarilerinin çoğunun hayat hikayesi kesin olarak bilinmemektedir. Roma ve Kartaca’daki gibi en büyük Mesih topluluklarını kimin kurduğu net olarak bilinmemektedir. M.S. 30 yılının Pentikost gününden itibaren Hz. İsa’ya inanan, ancak adları bilinmeyen birçok kimsenin Kudüs’ten başlayarak kendi ülkelerine dönüp Mesih’in kurtuluş müjdesini yaydıkları tahmin edilmektedir. Hz. İsa’ya inanan tüccarların da Roma İmparatorluğu’nun her yanına ve sınırları dışına bile onun mesajını ulaştırmış olabilecekleri düşünülmektedir.

Pavlus Dönemi

Hz. İsa’nın talebelerinin azılı düşmanları vardı. İlk talebelerin en azılı düşmanlarından biri de Tarsuslu Saul (veya Romalı adıyla Pavlus) idi. Soylu bir Yahudi ailesinden gelen ve annesinin babasının Roma vatandaşlığı ayrıcalığına sahip olan Pavlus, M.S. 5-15 yıları arasında Tarsus’ta dünyaya gelmiştir. O, Ferisîler diye bilinen en tutucu Yahudi mezhebine bağlıydı. Hz. İsa uğruna ilk şehid olan İstefehan’ın taşlanmasına katılmıştır. M.S. 33 yılında Hz. İsa’nın Şam’da bulunan talebelerini tutuklamak üzere yahudilerin dinî önderi olan başkâhin tarafından görevlendirilmiştir. Fakat Şam’a doğru giderken, Hz. İsa’nın görüntüsü ile karşılaşıp, ona iman etmiştir. Bu imanın ardından vaftiz olmuş ve Şam’da Hıristiyanlığı yaymaya başlamıştır. Kendisini öldürmek isteyen yahudilerden kurtulmak için oradan kaçıp Arabistan çölüne gitmiştir. Arabistan’da üç yıl kaldıktan sonra M.S. 36 yılında Kudüs’e dönmüş, burada kendisine arkadaşlık eden Barnaba, onu Petrus’la tanış- tırmıştır. Yahudi tehditleri sonucu oradan da kaçmak zorunda kalan Pavlus, memleketi Tarsus’a dönmüş ve orada 10 yıl kadar kalmıştır.

O yıllarda bölgenin en büyük şehri olan Antakya’da yahudi olmayan birçok insan Hz. İsa’ya inanmıştı. M.S. 46 yılında Barnaba Antakya’lı yeni iman etmiş kimseleri eğitme işinde kendisine yardım etmesi için Palus’u Antakya’ya davet etti. Pavlus’la Barnaba Antakya’da Hıristiyanlığı yayma konusunda çok başarılı oldular. Antakya’nın önemli bir ticaret merkezi oluşu sebebiyle hem Doğu’ya hem de Batı’ya ilk yayılma buradan oldu. Pavlus bundan sonra Hıristiyanlığın yayılmasında en etkili faktörlerden olan yolculuklarına çıktı. Barnaba’yla birlikte ilk önce Kıbrıs’a gitti. Sonra Yalvaç, Konya, Listra (Hatun Saray) ve Derbe dahil birçok yerde Mesih topluluklarını kurdu. 48 yılında Galatyalılara mektup yazdı. 49 yılında toplanan Kudüs Konsili’nden sonra Pavlus ve Barnaba Antakya’ya döndü. Bundan sonra ikinci yolculuğuna çıktı ve Anadolu’dan geçerek Makedonya’ya ulaştı. Bu arada çeşitli topluluklara mektuplarını yazmaya devam etti. 53 yılında Efes’e gitti, 57’de ise Kudüs’e döndü. Orada yahudiler tarafından tutuklanarak iki yıl göz hapsinde tutuldu. Pavlus yahudiler tarafından yargılanmak istemediğini bildirerek, Roma İmparatorluğu mahkemesine başvurdu. 59 yılında bir bölük asker refakatında Roma’ya götürüldü. Tutuklu bulunduğu yıllarda Filipililere, Koloselilere, Efeslilere ve Filimon’a ünlü mektuplarını yazdı.

Pavlus’un hayatının son zamanlarına ait pek fazla bilgi yoktur. Tahminlere göre o 61 yılında serbest bırakılmış, hıristiyanlığı yaymış olduğu bölgeleri yeniden ziyaret etmiş, ancak sonunda tekrar yakalanıp Roma’da hapse atılmıştır. Oradayken Timoteus’a iki mektup ve Titus’a bir mektup yazmıştır. Muhtemelen 64 yılında ise imparator Neron’un emriyle başı kesilerek idam edilmiştir.

Hıristiyanlığı kabul edişinden sonra üzerinde durduğu iki konu vardır: Yahudi geleneğinin ilgası ve İsa’nın mesihliği. Mesihlik inancını kabul ederek evrenselci bir doktrini benimsemiştir. Yahudi şeriatının yerine “Tanrı’nın izzeti” ve “Tanrı’nın herkese ulaşabileceği” anlayışını koyarak bu evrensel mesajı desteklemiş görünür. Hıristiyanlığın gentile topraklarında hızla yayılmasına vesile olan teolojik doktrin budur. Bu tarihten sonra Hı- ristiyanlık hem coğrafya hem de doktrin olarak Filistin dışına taşacaktır.

C. Pavlus Sonrası Dönem

 sonra Hıristiyanlığın yayılmasında en önemli rolü ilk zamanlarda Pavlus’un ve havarilerin vesilesiyle Hıristiyan olan kimseler, daha sonra da Kilise Babaları üstlenmiş- lerdir. Birinci yüzyılın sonuna gelindiğinde Hıristiyanlık, ilk ortaya çıktığı Kudüs şehrinden çok uzaklara yayılmıştı. Baskı ve zulüm o derece artmıştı ki, tebliğler ancak gizli saklı yapılabiliyordu. Hıristiyanlık için adeta mağara devri başlamıştı. Ashab-ı Kehf o dönemi bu açıdan çok iyi bir şekilde sembolize etmektedir. Ancak bu kadar baskı ve zulüm dahi Hz. İsa’nın yolundan gidenleri tamamen yoketmemiş, bilakis daha da güçlendirmiştir. Doğu’da Mezopotamya, İran ve Hindistan’da, Batı’da ise Galya (Fransa) ve İspanya’da bu inanç duyulmuş ve yavaş yavaş mensup kazanmaya başlamıştır. Roma, İskenderiye, Antakya, Efes, Korint ve Kartaca gibi büyük kentlerde yayılma hızlanmıştır. Anadolu, Suriye, Arabistan ve Yugoslavya’nın birçok yerinde de Mesih Cemaatleri oluşmuştur.

İkinci yüzyılda bir taraftan Hıristiyanlık yayılırken, diğer taraftan Mesela, Ebiyonitler, Gnostikler, Nâsıralılar gibi bazı sapmalar da yaşanmaya başladı. Üçüncü yüzyıla gelindiğinde meşhur kilise babalarından İreneyus (130-200), Tertulliyan (155-222), Kipriyan (200-258), İskenderiyeli Klement (150-215) ve Origen (184-254) Hıristiyanlığın yayılması için mücadele ettiler. İmparator Alexander Severus (222-235) ve Filip (244-249) dönemlerinde Roma hükümeti hıristiyanlara hoşgörüyle davrandı. 38 yıl boyunca rahat bir hayat geçirdiler. Fakat bundan sonra, imparator Dekyus ve Valeryan’ın dönemlerinde yani 250-260 arası korkunç bir zulüm yaşandı. Üçüncü yüzyılın sonlarında meydana gelen en önemli olaylardan birisi, Gregor (Kirkor) adında bir hıristiyanın çabaları sonucu Ermeniler’in hıristiyanlaşmasıdır. Hıristiyanlık tarihinde toplu olarak hıristiyan olan ilk kavmin Ermeniler olduğu ileri sürülmektedir.

313 yılının Mart ayında imparator Konstantin hıristiyanlara tam özgürlük sağlamak, el konulan tüm ibadet yerlerini geri vermek ve uğradıkları tüm zararların karşılığını ödemek için olağandışı bir ferman çıkardı. Bu gerçekten tarihi bir olaydı. Fermanla, imparatorluğun batı kısmında herkese din özgürlüğü tanındı. O hoşgörüden yoksun çağda bu durum şaşılacak bir şeydi. 324 yılında Konstantin Edirne yakınlarında bir meydan sava- şında imparatorluğun doğu kısmının başında bulunan Likinyus’u yenerek, imparatorlu- ğun batı ve doğu kısımlarının tek hakimi oldu. Hıristiyanlık bundan sonra artık Roma İmparatorluğu’nun her yerinde tam bir özgürlüğe kavuştu. Hemen ertesi yıl yani 325’te Hıristiyanlık tarihinin ilk ekümenik konsili olan İznik Konsili toplandı ve daha sonraki yıllarda sık aralıklarla konsiller devam etti. 380 yılında ise imparator I. Teodosyus, Hıristiyanlığın devletçe müsaade edilen tek din olduğu şeklinde bir ferman çıkarıp, putperestliği yasakladı. Putperestler canlarını kurtarmak için devlet kilisesine akın ettiler. Artık devlet ve din tamamen birleşti. Roma devletinin uyruğu olmak isteyen herkes, devletin dinine inanmak zorundaydı.

Batı’da İrlanda Kililsesi hür bir kilise idi. 4. Yüzyılda Roma’ya bağlı olarak Vizigotlar; 5. Yüzyılda ise, Bulgarlar, Franklar Hıristiyan oldular. Daha sonra Anglo-Saksonlar bir Roma misyoner hey’eti vasıtasıyla Hıristiyanlığa girdi. 8. Yüzyılda geride kalan Avrupa ülkelerinin hıristiyanlaşması başladı. Alman ve İskandinav ülkeleri hıristiyanlaştı. Saksonlar 8. Yüzyılda zorla hıristiyanlaştırıldılar. Danimarkalılar 9. Yüzyılda hıristiyanlar arasında yer aldılar. Norveç, İzlanda ve İsveç’in Hıristiyanlaşması 1000 yıllarında tamamlandı. Slavlar’ın hıristiyanlığa girmesi, Roma ile Bizans arasında rekabet konusu oldu. Polonya, Bohemya, Moravya ve baltık ülkelerinde Roma; Rusya ve Balkan ülkelerinde Bizans galebe çaldı.

Batı’da Hıristiyanlık, siyasi münasebetler, misyoner faaliyetleri ve bazen de zorla yayıldı. Bu yayılma devresi 11. Yüzyılda İskandinav ülkelerinin hıristiyanlaştırılmasıyla tamamlandı.

Hıristiyanlık Doğu’da ortaya çıkan bir din olmasına rağmen, burada yayılmaya başlaması Batı’dan sonra olmuş ve ilk olarak Habeşistan’a girmiştir. Hıristiyanlığı Habeşistan’a getiren ilk kişi İncil’de (Resullerin İşleri, 8: 26-40) sözü edilen Habeş hadımağasıdır ve 4. yüzyılın ilk yarısında yayılmaya başlamıştır. 6. Yüzyılda Kutsal Kitap Habeşçe’ye çevirilmiş, 7. yüzyılda da Habeş Kilisesi gelişmeye devam etmiştir. Hıristiyanlığın Hindistan’da yayılması da bu asırlarda olmuştur. Özellikle 8. ve 9. Yüzyıllarda Hintli hıristiyanlar bir hayli çoğalmışlardır. Ancak Hıristiyanlık, Hinduizm’e sıkıca bağlı olan Hintliler üzerinde fazla etkili olmamıştır. Çinde ise, 713-763 yılları arasında Hıristiyanlığın tanıtılmasına izin verilmiştir. Ancak 9. ve 10. yüzyıllarda çeşitli baskılar nedeniyle Çin’de hıristiyanların sayısı çok azaldı, fakat buna rağmen Hıristiyanlık orada tamamen yok olmadı.

Kutsal Kitapları

Kutsal Kitap sözüyle Yahudilerin Eski Ahit ve Hıristiyanların Yeni Ahit kitapları kastedilmektedir. Hıristiyanlar Kutsallık noktasında Eski Ahit’e de büyük değer verirler. Zaten Eski Ahit isimlendirmesi de hıristiyanlara aittir. Yahudiler bu isimlendirmeyi kabul etmezler.

Yeni Ahit

1. Târihî Kitaplar Matta, Markos, Luka, Yuhanna ve Luka tarafından yazıldığı ileri sürülen Resullerin İşleri kitaplarıdır. 2. Ta’lîmî Kitaplar Pavlus’a ve havarilerden bazılarına ait 21 mektuptan ve Vahiy kitabından ibarettir: a. Pavlus’un 14 mektubu: Bu mektupları da kendi içinde sınıflandırmak gerekir. aa. Büyük Mektuplar: Bunları yazıldıkları tarihlerle birlikte şu şekilde sıralamak mümkündür: Romalılara (56-57); I. II. Korintoslulara (55, 57); Galatyalılara (52-53); I. II. Selaniklilere (52-53). bb. Hapishane Mektupları: Efeslilere, Filipililere (56-57); Koloselilere ve Filimona (61 veya 63). cc. Pastoral Mektuplar: I. ve II. Timoteus’a Mektup, Titus’a mektup. İbranilere Mektubun Pavlus’a ait olduğu tartışmalı olsa da genellikle ona nispet edilmektedir. Tarihi için de 70’den önce denilmektedir. b. Diğer 7 mektup: Yakub’un Mektubu, Petrus’un I. Mektubu, Petrus’un II. Mektubu, Yuhanna’nın I. Mektubu, Yuhanna’nın II. Mektubu, Yuhanna’nın III. Mektubu, Yahuda’nın Mektubu. Bu mektupların tarihleri hakkında net bilgiler yoktur. c. Vahiy: Bu kitabın Hz. İsa’nın vahyi olduğuna inanılır. Tanrı yakın zamanda olması gereken olayları kendi kullarına göstermesi için ona bu vahyi vermiştir. O da gönderdiği kendi meleği aracılığı ile bunu Yuhanna’ya vermiştir. Yuhanna, gördüğü her şeye Tanrı sözüne ve Hz. İsa’nın bildirisine tanıklık etmektedir. 96 yıllarında Yuhanna tarafından kaleme alındığı kabul edilmektedir. Sembolik ve eskatolojik (âhir zaman haberleri) bilgiler ihtiva eder.

İnciller

İncil kelimesinin aslı, Yunanca Evangelion’dur. Halk Yunancasında “getirdiği bir haberden ötürü bir şahsa verilen müjdelik, mükafaat” manasına gelir. Daha sonraki zamanlarda “haber, müjde” manasına kullanılmıştır.

Tarihî kitaplar denilen bu incillerden üçü yani Matta, Markos ve Luka gerek şekil ve gerekse konular itibariyle birbirine çok benzediği için “Sinoptik inciller” olarak adlandı- rılmaktadır. Şimdi tarihî kitapları kısaca tanıtmaya çalışalım:

Matta İncili

Matta İncili’nin yazarı Levi diye de bilinen Matta’dır. Hz. İsa’nın hayatını, ölümünü ve dirilişini anlatmak için bu kitabı kaleme alan Matta, onun soyağacı ve doğumuna ilişkin bilgileri vermekle sözlerine başlar. Vaftiz oluşunu ve Şeytan tarafından nasıl sınandığını anlattıktan sonra faaliyetlerine geçer. Özellikle Hz. İsa’nın peygamberlerce geleceği bildirilen ve yahudilerce uzun zamandır beklenen Mesih olduğunu göstermek ister. Bunun için İsa’nın gelişiyle gerçekleşen peygamberlik sözlerinden alıntılara yer verir. İsa’nın kurtuluş müjdesinin tüm milletler için olduğunu ayrıca vurgular. Sık sık Eski Ahid’e atıfta bulunarak Yahudi karakterini muhafaza etmesi dikkat çekmektedir. Matta İncili’nin Kudüs’ün tahribinden önce 65-70 yıllarında önce A’ramice yazılıp sonra Yunanca’ya adaptasyonu yapıldığı ileri sürülmektedir.

Markos İncili

Markos İncili’nde yazar adından bahsedilmemektedir. Havarilerden sonraki ilk Hıristiyan yazarların tümü bu kitabın yazarının isminin Markos olduğunu belirtmektedirler. Tarihçi Eusebyus, Papias’ın M.S. 140 yıllarında yazdığı bazı metinlerden şu alıntıyı yapmaktadır: “Petrus’un çevirmeni olan Markos, Petrus’la birlikte dolaşmış ve onun hatırladıklarının tümünü titiz bir şekilde yazıya geçirmiştir”.

Markos’un bu kitabı İtalya’da yazdığına dair bazı kanıtların bulunduğu ifade edilmektedir. O sırada Pavlus ve Petrus Hz. İsa’nın sözlerini Roma’da yaymakla meşguldürler. Bu da M.S. 50’li yılların sonlarına ya da 60’lı yıllara rastlamaktadır. Buradan hareketle Markos’un da İncilini 60 yıllarında yazdığı sonucu çıkarılmaktadır. Bu da onun dört İncil içerisinden ilk yazılanı olduğunu göstermektedir. Hz. İsa’nın hayatını anlatan ilk dört İncil içerisinde en kısa olanıdır. Bazı Kutsal Kitap kritikçileri tarafından kelime hazinesinin fakir, cümle kuruluşlarıınn düzgün olmadığı ileri sürülmektedir.

Kitab’ın muhtevasına gelince, o Hz. İsa’nın doğumundan, soyağacından çocukluğundan daha ziyade yaptıklarını ele alır, bunları kısa ve öz bir şekilde yazar. Anlatım canlı ve hareketlidir. Özellikle insanların ona gösterdikleri ilginin üzerinde yoğunlaşır. Onu “Tanrı Oğlu”, “İnsanoğlu” ve Yahudilerin uzun zamandır bekledikleri kurtarıcı kral olan Mesih diye tanıtır. yahudi din adamlarının kışkırtmasıyla gerçekleşecek ölümünden ve dirilişinden sık sık söz eder.

Luka İncili

Luka İncili sinoptik İncillerin üçüncüsüdür. Genç yaşında Pavlus’u tanıyan ve artık ondan ayrılmayan Antakya’lı gayr-ı yahudi Luka tarafından yazılmıştır. Yazılış tarihi genel olarak 80’li yıllardır. Hem şifahî ve hem de yazılı kaynaklarının olduğu belirtilmektedir. Şifahî kaynaklarının Antakya’daki dostları, Hz. İsa’ya tabî olan dindar kadınlar, Hz. Yahya’nın bazı şakirtleri ve özellikle de Hz. Meryem olduğu ifade edilmektedir. Yazılı kaynakları ise muhtelif İncil denemeleri, Markos İncili, A’ramca Matta İncili ve Yunanca Matta İncili’nin bazı kaynaklarıdır. Pavlus da onun için önemli fikir kaynaklarından biridir.

Luka İncili’nin amacı Hz. İsa’nın hayatını doğru ve ayrıntılı biçimde anlatmaktır. İlk önce Hz. Yahya’nın ve Hz. İsa’nın doğumuna ait bilgileri vermekle başlamaktadır. Ardından, Hz. İsa’nın mesajını duyurduğu, öğretisini yayıp mucizeler gösterdiği döneme geç- mektedir. Daha sonra, Onun giderek artan baskılara rağmen Kudüs’e bile bile ölüme gidişi anlatılmaktadır. Bunu ise, dirilişi ve göğe alınışını tasvir eden bölümler izler.

Yuhanna İncili

90-110 yılları arasında Efes veya Antakya’da yazıldığı tahmin edilen bu İncil, havarilerden biri olan Yuhanna’ya nispet edilmektedir. Havarilerden sonra gelen ilk Hıristiyan yazarlardan birisi olan İreneyus gibi bazı yazarlar da bunu belirtmektedirler. Yuhanna’nın Hz. İsa’ya en yakın olan üç havariden birisi olduğu söylenmektedir. Diğer ikisi ise Petrus ve Ya’kup’tur. Bunun için Yuhanna’ya sevilen öğrenci denir.

Yuhanna İncili diğer üç İncil’e göre farklı bir üslup ve içeriğe sahiptir. Örneğin, Hz. İsa’nın doğumunu anlatarak başlayacağına, onun başlangıçtan beri Tanrı’yla birlikte bulunmuş, beden alıp insanların arasında yaşamış Tanrı sözü olduğunu açıklamakla başlar (1: 1-18). Kitapta daha az sayıda mucizeden söz edilir ve bunlar Hz. İsa’nın bildirisini doğrulayan belirtiler diye anılır. Birkaç yerde örnekten söz edilmekle beraber (10: 6; 16: 25), benzetme kelimesi hiç geçmez. Bunların yerine Hz. İsa’nın konuşmalarına yer verilir. Yuhanna Galile’de geçen olayların ancak bir bölümünü anarken, Kudüs’te geçen olaylara daha çok yer verir. Tutuklanmasından önceki son gece anlattıkları (bölüm 13-16) ve duası (bölüm 17) bunların en önemlileridir. Hz. İsa’nın ölüp dirildikten sonra izleyicilerine birkaç kez görünmesine bu kitapta daha fazla yer verilir (bölüm 20-21).

Bütün bunların yanında bu İncil’de Yeni Eflatuncu anlayışın etkilerinin bulunduğu hususu genel kabul gören bir kanaattir. Bu kitabın belirli bir tezi telkin etmek gayesiyle yazıldığı belirtilmektedir. 96 yılında Hz. İsa’nın tanrılığını kabul etmeyenlere karşı öteki İncillerden farklı olarak Mesîh’in lâhûtî tarafını anlatmak için yazıldığı da ifade edilmektedir. Ayrıca konuların, hikayelerin seçim ve sıralamasında, coğrafî ve kronolojik bilgilerde, hatta dinî bakış açısından da diğer İncillere göre farklılıklar arzetmektedir. Örneğin, Hıristiyanlığın en önemli ayinlerinden biri olan komünyon (evharistiya) bu İncil’de yer almaz. Buna mukabil öteki üç İncil’de bulunmayıp yalnız Yuhanna İncili’ne mahsus hikayelar de mevcuttur. Mesela, dirilmiş İsa’nın Taberiye gölü kıyısında şakirtlerine görünmesi (Yuhanna 21: 1-14) bunlardandır. Yuhanna İncili ile diğer üç İncil arasındaki önemli farklardan biri de Hz. İsa’nın risaletinin süresidir. Üç İncil bu sürenin bir yıl olduğunu söylerken, Yuhanna’ya göre iki seneden fazladır.

İnciller Arasındaki Bazı Çelişki ve Tutarsızlıklar

İncillerin ilk yazılanı dahi Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılmasından 35 sene sonraya dayanmaktadır. İlk nüshaların dahi Yunanca olduğu düşünülürse, Yunanca bilme ihtimali hiç olmayan Hz. İsa’nın bu kitaplarla arasında bir irtibatın olmadığı ortaya çıkmış olur. Renan’ın ifadesiyle Hz. İsa’nın ana dili, o zamanlar Filistin’de konuşulan İbrânî diliyle karışık Suriye lehçesiydi. Yunan kültüründen hiç nasip almamış olmasının bir sebebi de, bu kültürün Filistin bilginlerince yasak edilmiş olmasıydı. Dolayısıyla İbrânîce’yle karışık Suriye Lehçesi konuşan bir kişinin, daha sonraları Yunanca olarak ortaya çıkmış İncil metinleriyle nasıl irtibatı olabilirdi. Yeni Ahit’in günümüzde elde mevcut en eski nüshaları da Yunanca’dır ve bunların en eski iki nüshası şunlardır:

1. Sina Kodeksi (nüsha): Bu nüsha 1844 yılında Sina mağarasındaki bir manastırda bulunmuştur. 1933’te Sovyetler Birliği bu nüshayı 100.000 sterlin karşılığında İngiltere’deki Britich Museum’e satmıştır. Bunun yazılış tarihi 331’dir. 346 sayfadır.

2. Vatikan Kodeksi: 325 yılına aittir. Bu da Vatikan Kütüphanesindedir. 325’te yapılan İznik konsilinde kabul edilen incillere aynı zamanda Kanonik İnciller de denir ve sahih kitaplar anlamında kullanılır. Bunlar Matta, Markos, Luka ve Yuhanna kitaplarıdır. Kanonik İncillerin Hz. İsa’nın risaletini ne derece aktardığını ölçmek için şu noktaları göz önünde bulundurmak lazımdır:

Bu incillerde Hz. İsa’nın hayatı, risaleti, yaptıkları ve söyledikleri hakkında hiçbir şey yazılmamıştır. Hz. İsa’nın sözleri hakkında yer yüzünden çekildikten hemen sonra yazılan ilk eserler, İsa’da aşırılığa gidişin başladığı yıllarda yazılmıştır. Mesela; onun tanrı olduğunu kabul edip, tanrı oğlu olduğunu söyleme gibi. 65-110 yılları arasında yazılan bu kitaplara yazarları tamamen kendi düşüncelerini aksettirmişlerdir. Bu kitaplara kendiliklerinden ekleme ve çıkartma yapıp gayet serbest davranmışlardır. Bu incil yazarlarından hiçbiri Hz. İsa’yı ne görmüş ne de işitmiştir. Matta ve Yuhanna’nın havari oldukları konusu de ihtilaflıdır. Hz. İsa’nın konuştuğu dil Aramice olmasına rağmen, bu dili kullanan hiç- bir İncil’e rastlanmamıştır. Yazıldıklarından sonra en çok bir asır boyu hiçbir resmi yetki taşımadıklarından ve onları da koruyacak bir makam da bulunmadığından dolayı çeşitli mezhep üyelerince amaçları doğrultusunda değiştirilmiş olması kaçınılmazdır. İncillerin eldeki ilk nüshaları 4. yüzyıla aittir. Bu arada geçen zaman içinde ne gibi değişikliklerden geçtiği belli değildir. Ne bu nüshalar, ne de ilk yazılanlar belirli bir senetle Hz. İsa’ya dayanmamaktadır. Mesela, Luka, İncili’nin başında Teofilos adlı bir dostuna hitap eder ve bu kitabı onun için yazdığını açıklar. Buradan bu sözlerin Hz. İsa’ya değil, doğrudan doğruya Luka’ya ait olduğu açıkca anlaşılmaktadır. İlk üç asırda yazılmış olan çok sayıdaki İnciller bir tarafa, İznik konsili’nin de bire indiremediği dört İncil’i ele alalım. Kilise tarafından kanonik ve vahiy eseri sayılan bu dört İncil arasındaki fark sadece lafız ve ifade farkı olsa, bunların orjinal İncil’in farklı birer tercümesi olarak kabul edilmesi mümkün olurdu. Ancak aralarında büyük farklar, fazlalık veya noksanlıklar, hatta ihtilaf ve tenakuzlar vardır. Bu da bir yana aynı İncil’in aynı bölümünde bile zıtlıklara rastlanabilmektedir. Aşağıda Yeni Ahit’i oluşturan kitaplardaki bazı tutarsızlıklardan vereceğimiz örnekler bunu daha iyi ortaya koyacaktır:

1. İnciller arasında Hz. İsa’nın nesebi konusunda ittifak yoktur. Matta ve Luka’da onun soyağacı tamamen farklı isimlerden oluşur ve Hz. Meryem’in kocası Yusuf ’un babası Matta’ya göre Yakub, Luka’ya göre ise Heli’dir. İslâm alimlerinden Cüveynî bu çelişkiye dikkat çekmekte ve “Meryem’in kocası Yusuf ’un annesini acaba iki erkek mi hamile bıraktı?” diye sormaktadır. 2. Matta İncili’nin 16. Babının 18-19. cümlelerinde Petrus Hz. İsa’yı “dinin temeli, göklerin hükümranlığının elinde olduğu bir zât” diye tavsif ederken, yine aynı böümün 22-23. cümlelerinde o “lanetli, şeytan, dinden uzak” ifadelerine yer verilmektedir. 3. Markos İncili’nde “İncil” Allah’a (“Allah’ın İncili” şeklinde) (bkz., Markos 1: 14), Pavlus’un Romalılara Mektubu’nda ise Hz. İsa’ya (“Oğlumun İncili” şeklinde” (Romalılara 1: 8-10) nispet edilir. 4. Hz. İsa için hem “Allah’ın Oğlu”, hem de “Yusuf Oğlu”, “Davut Oğlu”, “Adem Oğlu” deyimleri kullanılmaktadır. 5. İlk üç İncil’e göre Hz. İsa’nın esas memleketi Galile (Matta 13: 54-58; Markos 6: 4; Luka 4: 29), Yuhanna’ya göre Yahudiye’dir (Yuhanna 4: 3, 43-45). 6. Matta ve Luka’ya göre Hz. İsa Betlehem’de doğmuştur (Matta 2:1, Luka 4: 4-15). Markos ve Yuhanna’da bu konuda bir açıklık bulunmamaktadır ve İsa’nın Galile’den geldiği belirtilmektedir (Markos 1: 19; Yuhanna 7: 42). 7. Matta’ya göre oruçlu olup Hz. İsa’ya soru soranlar Yuhanna’nın talebeleri (Matta 9: 14; Markos’a göre yazıcılar ve Ferisîlerdir (Markos 2: 18). 8. Hz. İsa Eriha’dan çıktığında Matta’ya göre iki (Matta 20, 30); Markos’a göre bir kör (Markos 10: 46), gözlerinin açılması için kendisine başvurmuştur. 9. Matta ve Markos’ta Hz. İsa’nın görevi Vaftizci Yahya hapse atıldıktan sonra (Matta 4: 12-17; Markos 1: 14-15), Yuhanna’da ise hapisten önce başladığı kaydedilmektedir (Yuhanna 3: 22-26, 4: 1-3). 10. Hz. İsa’nın Kudüs’e giderken sıpaya binmesi, bindirilmesi şeklinde birbirine tezat teşkil eden ifadeler yanında, konuyla ilgili farklı anlatımlar göze çarpmaktadır (bkz. Markos 11: 7; Matta 21: 5; Luka 19: 30-35; Yuhanna 12: 14). 11. Matta’da Hz. Yahya’nın bir yerde çekirge ve yaban balığı yediği, bir başka yerde ise yeyip içmediği söylenmektedir (bkz. Matta 3: 4; Markos 9: 1-8).

Hıristiyanların kanonik olarak kabul ettiği kutsal kitapların dışında apokrif (uydurma) dedikleri başka kitaplar da vardır. Bunlardan Barnabas’a ait olduğu söylenilen ve aynı isimle anılan İncil, özellikle müslümanlar tarafından öne çıkarılmaktadır. Bununla ilgili kısa bilgi vermekte fayda vardır.

Barnabas İncili

Barnabas incili en son 17. yüzyıla kadar gelmiş, sonra kaybolmuştur. Papa tarafından, Hıristiyanlarca bulundurulması yasaklanmıştır. Barnabas çok erken dönemlerde şehir şehir dolaşarak Hz. İsa’nın dinini yaymaya çalışmıştır. İlk dönemlerde Barnabas Pavlus’la görüşüp onunla beraber olmuş daha sonra onun durumunu anlayınca ondan ayrılmıştır. Barnabas, incilini kanonik incillerin ilkinden de önce yazmıştır. Muhammed Ataurrahim adlı bir araştırmacı Pavlus üzerinde derinlemesine çalışıp şunları çıkarmıştır: Barnabas, zamanının çoğunu Hz. İsa’nın 3 yıllık peygamberlik süresinde yanında geçirmiştir. Barnabas İsa’nın havarisidir ve Hz. İsa’dan bizzat duyularak yazılan tek incildir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna gibi 4 incil sahibinin aksine, o Hz. İsa’yı görmüş ve öğretisini direkt ondan almıştır. Daha sonra 325 yılında toplanan İznik konsilinde mevcut olan 300 İncil 4’e indirildi. Bu 300 İncil arasında Barnabas İncili de bulunmaktaydı. Barnabas İncili burada yasaklanıp 4 incil dışında İncil bulunduranların öldürüleceğine dair kanun çıkarıldı. Günümüzde Barnabas İncili ismiyle bir kitap insanlarınelinde mevcuttur. Türkçe’ye de çevrilmiş olanbu kitabın gerçekten Barnabas’a ait olup olmadığı konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır.

İnanç Esasları

Hıristiyanlık’taki iman ikrarına giren esasların nelerden oluştuğu İncil metinlerinde açık bir şekilde yer almamakla beraber, bu prensiplerin ilk Havariler Konsili’nden itibaren tespite başlandığı, son şeklini ise 4. ve 5. yüzyıllardaki konsillerde aldığı yaygın bir kanaat halindedir. Bununla beraber inançlar konusunda gerek kiliseler, gerek mezhepler arasında bazı ortak ana unsurlar bulunduğu gibi farklı anlayışlar da vardır. Günümüz hıristiyanlarının da hemen büyük bir kesiminin kabul ettiği “Havariler İman Esasları”, “İznik-İstanbul İman Esasları” ismiyle daha genel hale getirilmiştir. İznik ve İstanbul ekümenik konsillerinde tespit edilen bu esaslar Doğu’nun ve Batı’nın bütün büyük kiliselerinde ortaktır. Bu esasları şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Göğün ve yerin, görünen ve görünmeyen kâinatın yaratıcısı, kâdir-i mutlak baba olan tek bir Tanrı’ya; 2. Bütün asırlardan önce babadan doğan, Tanrı’nın biricik oğlu tek bir Rab İsa Mesih’e, O’nun Tanrı olduğuna, Tanrı’dan doğduğuna, nur olduğuna, nurdan doğduğuna, gerçek Tanrı olduğuna, gerçek Tanrı’dan doğduğuna, tevlid edildiğine, yaratılmadığına, Baba ile aynı tabiatta olduğuna, her şeyin O’nun vasıtasıyla yapıldığına, biz insanlar ve bizim kurtuluşumuz için semadan indiğine; 3. Kutsal Ruh vasıtasıyla bakire Meryem’de bedenleştiğine ve insan olduğuna; 4. Bizim için Pontus Platus zamanında çarmıha gerildiğine, ızdrap çektiğine, mezara konduğuna; 5. Kutsal yazılara uygun olarak üçüncü gün dirildiğine; 6. Ve göğe yükseldiğine, Baba’nın sağ tarafına oturduğuna; 7. Ölüleri ve dirileri yargılamak üzere ihtişam içinde geri geleceğine ve saltanatına son olmayacağına; 8. Rab olan ve hayat veren Kutsal Ruh’a, O’nun ve Oğul’dan neş’et ettiğine, Baba ve Oğul’la birlikte aynı tapınma ve ihtişama layık olduğuna, peygamberler vasıtasıyla konuştuğuna; 9. Kiliseye, birliğine, kutsallığına, evrensel ve havarilere ait oluşuna inanırım; 10. Günahların affı için bir tek vaftizi kabul ederim; 11. Ölülerin dirilmesini; 12. Ve gelecek dünyayı beklerim.

Teslis

Oniki maddeden oluşan bu iman esaslarının yanında Hıristiyanlığın en önemli inançlarından birisi de “Teslis”tir. Teslis (trinite), Yunanca “trias”dan gelip ilk olarak 2. asır sonunda Antakya’lı Theophine tarafından kullanılmıştır. Hıristiyanlık’ta teslisin İncillerdeki delili olarak şu iki cümle zikredilmektedir: “Ve İsa vaftiz olunup hemen sudan çıktı, ve işte gökler açıldı ve Tanrı’nın ruhunun güvercin gibi inip üzerine geldiğini gördü ve işte göklerden bir ses dedi: Sevgili Oğlum budur, ondan razıyım” (Matta 3: 16-17). İkincisi ise şudur: “İmdi siz gidip bütün milletleri şakirt edinin, onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh ismiyle vaftiz eyleyin, size emrettiğim her şeyi onlara öğretin” (Matta 28: 19).

Bu metinlerden üç tanrı veya üç uknumlu bir Tanrı manası çıkarmak her ne kadar zor olsa da, Hıristiyanlık’ta bu anlayış neredeyse tüm kiliseler tarafından genel kabul görmüştür. Hıristiyanlara göre teslis, tek başına insan aklıyla değil, ancak ilhamla anlaşılabilen bir sırdır. Bundan dolayı o, “izah edilmesi zor, fakat inanılması gerekli bir sır” olarak formülleştirilmiştir.

1. Baba

Hıristiyanlık’ta Teslisin birinci unsuru Baba’dır. O, en mükemmel ve sonsuz saf bir ruhtur. Her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Sonsuzdur, her yerde vardır ve her şeyi bilir. Her şeyi görür, kimse onu göremez. O’nun özü sevgidir. Baba Tanrı bu sevgiyi biricik oğlu İsa’yı, insanları günahtan kurtarmak için dünyaya göndermekle göstermiştir. Tanrı’nın özü, Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Kutsal Ruh Tanrı olarak görünürse de yine o birdir. Bö- lünmez bir özdür, cevherdir. Çünkü bu cevher ruhtur. Ruhta bölünme kaabiliyeti yoktur. Bunun için de Tanrı birdir. Tanrı mukaddes üçlüktür.

2. Oğul

Hz. İsa’ya tanrılık isnadının teslis fikrinin kabulünden önce mi yoksa sonra mı olduğu konusu yeterince açık değildir. Fakat Yuhanna İncili’nde kelâm ve Tanrı fikrinin iç içe olduğuna bakılırsa, İsa’nın tanrısal konuma yükseltilişi daha önce olmuştur. Tanrı’nın bedenleşmiş olabileceği fikrine ait en erken metinlerden biri Filipililere Mektup’ta (2: 6-11) görülür. Burada onun varlık öncesi yönü vurgulanmaktadır.

Hz. İsa’nın bir yandan varlık öncesi yönünün vurgulanması diğer yandan ise Tanrı’nın ezelî ve ebedî kelâmı (logos) olarak kabul edilmesi, onun tanrılaştırılmasına giden kapıyı aralamıştır. Buna göre o, tanrı olarak yeryüzüne inmiş ve insanlar arasında dolaşmıştır. Baba ile İsa (Oğul) arasındaki fark 381’de İstanbul’da toplanan konsilde şöyle açıklanmıştır: “Tanrı Baba doğmamış, doğurulmamıştır. Oğlu İsa ise doğmuş, doğurulmuştur. Kutsal Ruh, Tanrı’dan çıkmıştır”. Daha sonra 431’deki Efes Konsili’nde Meryem, Tanrı’nınanası, Tanrıdoğuran (Teotokos); İsa ise gerçek bir Tanrı, ilâhî-beşerî iki tabiata sahip bir insan ve Baba ile aynı cevherden olduğu kabul edilmiştir. Baba Tanrı insanlara sevgi ve merhametini göstermek için İsa Mesih suretinde yaklaşmış ve aralarında yaşamıştır. Böylece Tanrı’nın inayeti insanlara İsa Mesih vasıtasıyla ulaşmıştır. İsa gerçek Tanrı’dır, zira o çeşitli mucizeleriyle, ölmesi ve sonra dirilmesiyle “Tanrı” olduğunu göstermiştir. Yani o hem Tanrı, hem Tanrı’nın Oğlu ve hem de gerçek insandır. Ancak bu karara İsa’da tek tabiat bulunduğunu, yani onda ilâhî tabiatla beşerî tabiatın birleştiğini savunanlar itirazda bulunmuş ve daha sonra bunlar Monofizit olarak adlandırılmışlardır.

3. Kutsal Ruh

Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında dinî metinleri kaleme alan yazarlar, Kilise ile Kutsal Ruh’un birbirinden ayrılamayacağını ısrarla belirtirler. “Kilise’nin olduğu yerde Tanrı’nın Ruhu da vardır ve Tanrı’nın Ruhu nerede varsa, orada Kilise vardır” derler. Bu anlayışa göre Kutsal Ruh, Kilise’ye hayat veren güçtür. İsa Mesih’in armağanları Kutsal Ruh aracılığıyla Kilise’ye sunulur. Vaftiz anında insanın ruhuna girer ve onunla yaşamaya başlar. İnsanı kutsar.

Birkaç asır süresince bu şekilde yüce vasıflarla anılan Kutsal Ruh zaman içerisinde Teslis’in üçüncü uknumu olarak kabul edilmiştir. Kutsal Ruh’un Baba ve Oğul gibi Tanrı olduğuna 381’de toplanan İstanbul Konsili’nde karar verilmiştir. Bu karar şu cümleleri ihtiva etmektedir: “Kilise, Baba Tanrı’ya ve Oğul Tanrı’ya imanını belirttiği gibi, Kutsal Ruh’a da imanını belirtir. Peder’le Oğul, birbirlerini sonsuz bir aşkla sever. Bu aşk her ikisinde tam anlamıyla belirir. Sonsuza dek her ikisinde de tamamen eşittir. Peder’le Oğul’dan türeyen bu sevgi bir kişidir. Ezelî ve ebedî Kutsal Ruh’tur”.

Kutsal Ruh Katoliklere göre hem Baba’dan hem de Oğul’dan, Ortodokslara göre ise, Oğul yoluyla Baba’dan çıkmıştır. Baba ile aynı cevherden fakat ayrı bir mahiyet olarak kabul edilmektedir. Baba’nın bütün kudret ve iradesini kendinde taşımaktadır. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh tek bir cevherde toplanmış üç ayrı şahıstır; hepsi de ebedidir. Baba Tanrı yaratıcı, Oğul Tanrı (İsa Mesih) kurtarıcı ve Kutsal Ruh da takdis edicidir.

Teslisin Hıristiyanlığa nasıl girmiş olabileceği konusunda bazı yorumlar yapılmaktadır. Bu yorumlardan birisine göre, Hz. İsa’nın işkence çekerek dünyadan ayrılmasıyla başsız kalan Hıristiyanlığa çevrenin tesir etmesi kolay oldu. Zira hıristiyan olanlar sadece müşrik çevreden geliyordu. Sonra İskenderiye Okulu’nun temsil ettiği Yunan felsefesini iyi bilen Pavlus dine girip meydan kendisine kalınca Hıristiyanlığı tevhidden teslise götü- recek tohumları atmaya başladı. Bu anlayış halka da uygun geldi. Çünkü halk genel olarak taassub sebebiyle Yahudilik’ten ve ilkelliği sebebiyle putperestlikten hoşlanmıyordu. Atalarından devraldıkları kültür miraslarına da aykırı düşmeyen bu yeni sentezde onlar çeşitli arzularını tatmin etme imkanı bulmuşlardı. Pavlus’tan sonraki Kilise yetkilileri bu yönde daha da ileri gittiler. Neticede İskenderiye Okulu ile Yeni Hıristiyanlık arasındaki kültür alışverişi tamamlanmış oldu.

Hıristiyanlığın en fazla eleştiriye tabi tutulduğu hususların başında “Teslis anlayışı” gelmektedir. Özellikle “Oğul yaratılmadı ama doğdu, fakat Oğul Baba’dan sonra da değildir” ya da “birde üç şahıs, üç şahısta bir” gibi ifadelerin ne anlama geldiği sorulduğunda Hıristiyan teologlarının bunların “anlama” değil de inanma” konusu ve “Tanrı ve Mesih arasındaki sevgi sırrı olduğunu” söylemeleri ilginçtir.

Burada Teslis inancı bağlamında Hıristiyanlık’ta Meryem anlayışından da bahsetmek gerekir. Zira bazı hıristiyanî anlayışlarda Meryem, Teslis’in üçüncü uknumu sayılmış, yani “Tanrı Anası” (Teotokos) konumundan “Tanrı” konumuna yükseltilmiştir. Ancak bu genel kabul görmüş bir anlayış olmamış, marjinal kalmıştır. Meryem “Tanrı Anası” olarak vasfedilmesine rağmen hiçbir Hıristiyan tarafından “Tanrı Karısı” olarak adlandırılmamıştır. Tanrı’nın özel lutfuyla Meryem’in hiçbir günah işlemediğine inanılmaktadır. Hıristiyanların büyük bölümü yani Katolikler ve Ortodokslar Meryem’e atfedilen kutsal yerleri ziyaret ederler. Kiliselerde onun resimlerine yer verirler. Meryem figürlerine saygı gösterirler. Kendi hidayetleri için şefaatçi olmaya çağırırlar. Yeryüzü hayatı sona erince onun göğe yükselerek Oğlu ile beraber olduğuna inanılır. O, ruh ve bedeniyle göğe yükselmiştir.

Konsiller

Hıristiyan inançlarının oluşmasında en önemli rolü oynayan “Konsil” teriminin anlamını vererek konuya giriş yapmaya çalışalım: “Kilise hayatının ortaya koyduğu tüm problemleri çözmek ve tartışmak üzere bir araya gelen piskoposlara veya yüksek düzeydeki din adamları kuruluna konsil adı verilmektedir. Bir başka ifadeyle konsil, kilise yönetimidir. Bazı hıristiyan ilahiyatçıları konsilin tarihini miladî 50 yılına doğru Kudüs’te havarilerin yaptıkları toplantıya kadar götürürler. Bu ilk konsil mahiyetindeki toplantıda hıristiyanların, yahudi şeriatı kurallarına riayet konusu tartışılmıştır. Şüphesiz bu açıdan Kudüs toplantısının çok özel bir karakteri vardır. Çünkü yahudi-hıristiyan çizgi ile pavluscu hıristiyan çizginin ayrıldıkları nokta burada başlamıştır.

Hıristiyanlık tarihinde ilk piskoposlar toplantısı 2. asrın ikinci yarısına kadar çıkmaktadır. Sinod veya konsil olarak adlandırılan bu piskoposlar kurulu, genelde birtakım dinî ve sosyal amaçlarla toplanmışlardır. Cemaat içerisinde ortaya çıkan problemler bazen mahalli kadroların çözemeyeceği boyutlara ulaşmıştır. O zaman bölge ve Eyaletin kilise şefleri devreye giererek ortaya çıkan problemler konusundaki tecrübelerini toplu halde belirtmişlerdir. Bu durumda toplanan meclislere Bölge veya Eyalet Konsilleri adı verilmektedir. Esasında konsiller iki önemli gruba ayrılmaktadır. Bunlar Özel Konsiller ve Genel Konsiller diye isimlendirilmektedir. Özel konsillerden sadece muayyen bir ülkenin dinî problemini çözmek üzere o ülke piskoposlarının yaptığı toplantıya Milli Konsiller denir. Bir eyaletteki dinî problemin çözüme ulaştırılması için o eyaletten piskoposların yaptığı toplantıya ise Bölge Konsilleri adı verilir. Ancak Hıristiyan inançlarının oluştuğu konsiller Genel Konsillerdir. Burada esas olarak bu konsilleri tanıtmaya çalışacağız.

Genel Konsiller

Genel konsillere Ökümenik Konsiller de denir. Bu konsillerde kilisenin bütün temsilcileri bulunur. Genel konsiller papa tarafından davet edilerek toplanır. Bizzat papa veya temsilcileri tarafından yönetilir. Bu konsillerde alınan kararların geçerli olabilmesi için bu kararların papa tarafından onaylanması gerekir. Hıristiyanlık tarihinde 21 konsil bulunmaktadır. Bunların tümü Katolikler tarafından benimsenir. Ortodokslar ilk yedi konsili, Protestanlar ise Reform’a kadar olanları kabul eder. Bu konsillerle ilgili kısa açıklamalarda bulunmakta fayda vardır:

1. I. İznik Konsili (325)

Hz İsa’nın şahsiyetiyle ilgili tartışmalar yoğunluk kazanmış ve İskenderiye Kilisesi papazı Arius’un onun mahluk olduğuna dair görüşü yaygınlaşmaya başlamıştı. Bunun üzerine Roma İmparatoru Konstantin bu konuyu tartışmak üzere 325 yılında 200 kadar piskoposu İznik’te topladı. Tarihin ilk genel konsili olarak kabul edilen bu konsilde teslisin çok önemli iki unsuru olan Baba ve Oğul’un tabiatı problemi tartışılmış ve neticede her ikisinin de aynı tabiatı taşıdıklarına, yani her ikisinin de aynı cevherden olduklarına karar verilmiştir. Baba ile Oğul’un ayrı cevherlerden olduğunu iddia eden Arius ise aforoz edilmiştir. Ayrıca Yeni Ahid’i oluşturan kitapların tespiti, farklı günlerde kutlanan Paskalya Bayramı’nın kutlama gününün belirlenmesi gibi yirmi kadar husus karara bağlandı.

2. I. İstanbul Konsili (381)

İznik Konsili’nde Arius’un görüşleri reddedilmesine ve Arius aforoz edilmesine rağ- men, bu görüşler ortadan kalkmamış, bilakis daha da hız kazanmıştır. Bu gidişatı durdurmak için zamanın Doğu Roma imparatoru Theodosius İstanbul’da bir konsil toplamaya karar verdi. Bu konsilde İznik Konsili kararları te’yid edildi. Ayrıca “Kutsal Ruh” ismini verdikleri varlığın Baba ve Oğul ile aynı cevherden geldiği kabul edilerek “Teslis”in üçüncü unsuru bir Tanrı olduğuna karar verildi.

3. Efes Konsili (431)

İskenderiye Ekolü temsilcileri Oğul’un bedenleşmesinden sonra iki tabiatın tam olarak birleşmesinden bahsediyorlardı. Antakya Ekolü ise, İskenderiye Ekolü’nün ifadelerinde bir tehlike görüyorlardı. Buna göre insanî tabiat ilahi tabiat tarafından yutulmuş oluyordu. Devrin İstanbul piskoposu Nestorius da Antakya ilahiyatçılarını destekler bir tavır göstermişti. İki taraf arasındaki tartışma gittikçe şiddetleniyordu. Bunun üzerine imparator II. Thedose bu konunun aydınlatılması için 431’de Efes’de bir genel konsil düzenlemeye karar verdi. Yapılan konsilde İsa’nın tek kişilikli ve iki tabiatlı olduğu karara bağlandı ve İstanbul piskoposu Nestorius mahkum edildi.

4. Kadıköy Konsili (451)

Efes Konsili’nin ardından tartışmalar durulmadı ve 20 sene sonra yeni bir konsilin toplanmasına karar verildi. Bu konsilde yeni bir iman formülü hazırlandı. Bu formül şu cümlelerden oluşuyordu: “Hepimiz ittifakla bir tek ve biricik oğul İsa’yı kabul ediyoruz. Ve yine onun bir tek şahısta birleşmiş iki tabiatını kabul ediyoruz. Bu tabiatlar kendi arasında birleşmemiş, bölünmemiş, ayrılmamış ve değişikliğe uğramamıştır”. Bu ifadelerden anla- şıldığına göre monofizitizm bir kez daha reddedilmiş ve ana çizginin diofizitizmi (İsa’nın iki tabiatlı oluşu) tercih ettiği te’yid edilmiştir.

5. II. İstanbul Konsili (553)

Kadıköy Konsili’ne rağmen monofizit anlayış durdurulamadı ve hatta ilerledi. Monofizitler, Nesturilerden daha çok şiddete maruz kaldıklarını söylüyorlar ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Nesturilik aforoz edilmekle beraber o mezhebin fikir babası üç bilgin ve kitapları serbest idi. Bu ve benzeri rahatsızlıkların giderilmesi için imparator Justunien kendisine muhalif olanların ısrarıyla 553 yılında İstanbul’da bir konsil topladı. Papanın bulunmadığı konsilde şu kararlar alındı: Nestorius’un üstadı Mopsueste’li Theodore’un eserleri ve şahsı, Cyr’li Theodoret’nin Aziz Cyrille’e ve Efes Konsili’ne karşı olan yazıları, Edesse’li Ibas’ın Theodor’u savunan ve Aziz Cyrille’in itirazlarını reddeden mektubu aforoz edildi ve bunları savunanlar görevden alınmakla ve aforozla tehdit edildi. Daha sonra papa bu kararı onayladı.

6. III. İstanbul Konsili (680-681)

Bu konsilde “İsa’da tek bir iradenin varolduğuna inanma” (monothelisme) anlayışını savunanlar mahkûm edilmiş ve Kadıköy iman formülü aşağıdaki sözlerle tamamlanmıştır: “İsa’da bölünmeyen, ayrılmayan ve birbirine karışmayan iki iradeyi ve iki tabiî enerjiyi kabul ediyoruz. İki irade insani irade gibi, Tanrısal iradeyi takip eder ve ona tâbî olur”.

7. II. İznik Konsili (787)

Hıristiyanlık’ta kilise içlerinde ve bazı kutsal yerlerde resim, heykel, tasvir gibi şeylerin bulunup bulunamayacağı konusu öteden beri hep tartışılıyordu. Kilise dilinde bunlara “icon” deniliyordu. Bu konu Doğu Kilisesi ve Batı Kilisesi arasındaki ayrılığı da hep körüklüyordu. Resim ve heykellere karşı gelen ve onları kıranlar için “ikonoklast” tabiri kullanılıyordu. 787 yılında İznik’te toplanan konsilde bu mesele ele alınmış ve ikonoklast konsillerin kararları mahkum edilmiş, tasvirler kültünde yüceltilen resimlerin, tasvir ettiği şahıslar olduğu ilan edilmiş ve ibadete layık olanın yalnız Allah olduğu belirtilmiştir.

8. IV. İstanbul Konsili (869-870): 9. I. Latran Konsili (1123 10. II. Latran Konsili (1139) 11. III. Latran Konsili (1179) 12. IV. Latran Konsili (1215) 13. I. Lyon Konsili (1245) 14. II. Lyon Konsili (1274) 15. Viyana Konsili (1311-1312) 16. Konstans Konsili (1414-1418) 17. Bale-Ferrare-Florance Konsilleri (1431-1442) 18. V. Latran Konsili (1512-1517) 19. Trente Konsili (1545-1563)

Hıristiyan Kilisesi’nin 1054 yılındaki bölünüşünden sonra 1517 yılında Luther’in öncülüğünde ikinci kez büyük bir bölünme yaşaması Katolik Kilisesi’ni endişeye sevketti. Reformculara karşı her ne kadar gerekli tedbirleri almaya çalışsalar da, onları engellemek için bu çabalar yetersiz kalıyordu. Papa X. Leon Luther’in yazılarından özetlenen kırkbir tezi, sapık ve yanlış olarak aforoz etmiş olmasına karşılık bu aforoz bir konsil tarafından tasdik edilmedikçe kesinleşmiyordu. Katolik kilisesi tarafından bir tür karşı reform özelliği taşıyacak olan bu konsil uzun süren çalışmalar neticesinde nihayet 1542 yılında Trente’de toplandı. 1545’te açılan konsilde sapık doktrinlerin mahkum edilmesi, katolik dogmaların tarifi, Katoliklik içinde köklü reformların yapılması gibi konular görüşüldü. 18 yıl süren konsilde Katolik din anlayışı tümüyle gözden geçirilmiştir.

20. I. Vatikan Konsili (1869-1870)

Reform’dan sonra ve özellikle 19. yüzyılda Avrupa’da büyük değişiklikler yaşanıyordu. Liberal anlayış sürekli gelişiyordu. Diğer taraftan artık ihtiyaca cevap vermeyen eskimiş dü- zenlemeleri gözden geçirmek için bir konsil gerekiyordu. Her ne kadar zor olsa da Roma’da Saint Pietro Kilisesi’nde 1869 yılında bir konsilin toplanması sağlandı. Bu konsilde “kişileş- miş bir Tanrı’nın varlığı, vahyin zarureti, imanın özü, ilimle iman arasındaki ilişkiler, papanın yanılmazlığı, İsa’nın Kilisesi” gibi konular ele alındı. Bütün bu konular içerisinde en belirgin tartışma konusu “papanın yanılmazlığı” hususu idi. Bu konu ile ilgili şöyle bir formül geliştirilmiştir: “Roma piskoposu tüm hıristiyanların bilgini ve papazı olarak dogmatik bir şekilde konuştuğu zaman, yüce apostolik otoritesi gereğince iman veya ahlak konusunda bir doktrinin evrensel kilise tarafından kabul edilmesini belirlemiş, Aziz Petrus’un şahsında kendisine vadedilmiş olan ilâhî inayetle o, bu yanılmazlıktan yararlanmaktadır… Roma piskoposunun (papa) yanılmazlığı kilisenin rızası olmasa bile değiştirilemez”.

21. II. Vatikan Konsili (1962-1965)

Genel konsillerin en detaylısı ve sonuncusu olan bu konsil 25 Ocak 1959’da Papa XXIII. Jean tarafından ilan edildi. Konsilin gayesi Katolik inancını geliştirip kuvvetlendirmek, hıristiyanlara dinî yaşantılarında yeni bir moral vermek, dinî müesseseleri, modern çağın ihtiyaç ve metotlarına uydurmak, ayrılan hıristiyanları birliğe çağırmak idi. Dünyanın her tarafından 2594 piskopos, 156 manastır başkanı, ve 62 üniversiteye davet gidip bunların fikirleri istendi. Sonunda 8972 teklif ortaya çıkarıldı. Bunlar gruplandırıldı. Çeşitli milletlerden 900 uzmanın görev yaptığı çalışmalara on komisyon ve dört sekreterya marifetiyle son şekli verildi. Özellikle Katolik dünya için tam bir nefs muhasebesi özelliği taşıyan II. Vatikan Konsili, bazı konularda çok önemli kararları yürürlüğe koyarak çok cesur bir adım atmış olmasına rağmen, yüzyılların biriktirdiği problemlerin bir konsille çözülmesi de beklenemezdi. Çünkü katolik dünyanın problemlerinin birçoğu katolik inanç yapısından kaynaklandığı halde; konsilde buna hiç temas edilmemiş veya yüzeysel yorumlarla insanları ikna etme yolu seçilmiştir.

II. Vatikan Konsili, kilisenin kendisiyle girdiği bir diyaloğu temsil etmektedir. Bu diyalog onu diğer Hıristiyan kiliseleri ile de diyaloğa götürmüştür. Arzu edilen birlik başarısı elde edilmemekle birlikte II. Vatikan Konsili’nin bir meyvesi olan bu dış diyalog, Katolik Kilisesi dışındaki kiliselerle bir yakınlaşmaya yol açmıştır. Hıristiyanlar Birliği Sekreteryası ve Hı- ristiyan Olmayanlar Sekreteryası kurulmuş, bu sekreteryalar hem Hıristiyan kiliseleri arasında ve hem de Hıristiyanlık dışı din müntesipleri arası ilişkiler çalışmaları başlatmıştır. Bu çalışmalar, konsili takibeden yıllar içerisinde olgunlaşacaktır.

Albers, P. -René H. (1939). Manuel d’Histoire Ecclesiastique, Paris. Aydın, M. (1995). Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara. Aydın M. (1991). Hıristiyan Genel Konsiller ve II. Vatikan Konsili, Konya. Cerfaux, L. (1954), Le Christ dans la Theologie de Saint Paul, Paris, Cerf. Demirci, K, “Hıristiyanlık”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. XVII. Ebu Zehre (1966). M., Muhâdarât fi’n-Nasrâniyye, Kahire. Eliade, Mircea – Couliano, I. P. (1966), Dinler Tarihi Sözlüğü, çev. Ali Erbaş, İstanbul. Erbaş, A. (2004). Hıristiyanlık, istanbul, 2004. Gündüz, Ş. (2004), Pavlus Hıristiyanlığın Mimarı, Ankara. Meslin, Michel (1993), “Noel et Epiphanie”, Dictionnaire des Religions, Paris. Murphy, J. - Connor, O.(1974), L’Existance Chretienne Selon Saint Paul, Paris.i

İbadetleri

Günlük İbadetler

Hıristiyanlıkta günde kaç defa ibadet edileceği, tam tamına belirlenmiş değildir, muayyen vakitler de tayin edilmemiştir. Bunlar hıristiyanın şevk ve ihtiyacına bırakılmıştır. Pazar âyini dışında dua için çağrı veya tespit edilmiş bir vakit yoktur. Daha ziyade güneş doğarken ve ikindi vakti duasına önem verilir. Ayin kilisede yapılacaksa, Kitab-ı Mukaddes’ten hamd ü senâya dair mezmurlar okunmasıyla başlar, ardından ilâhîler okunur ve nihayet bir dua ile bitirilir. Akşam duası aile içinde veya bir kilisede yapılabilir. “Ferdî dua” denilen dua da teşvik edilir. Bir de tefekkür duası vardır. Bu duada şahıs diz çöker, duanın sözlerini, mezmuru, kelime kelime düşünür ya da Kitab-ı Mukaddes’teki bir pasajı tefekkür eder. Bu tefekkürden bir kuvvet ve bir feyiz almaya yönelir ki, buna meditation denir. Günlük ibadet için vakitler tam tamına tayin edilmeyince, devamlı olarak dua etmek tavsiye edilir. Ancak Kilise, toplu ibadetleri ferdî ibadetten üstün gördüğü için, mecburi olmasa da, sabah ve akşam ibadetlerinin papaz nezdinde Kilise’de yapılması tavsiye edilir. İbadet saatleri iklime ve hayat şartlarına göre ayarlanır.

Haftalık İbadteler

Haftalık ibadet pazar günü sabah ve akşam olmak üzere iki vakitte yapılır. İncillerin ifadesine göre Hz. İsa Yahudiler tarafından Cuma günü çarmıha gerilmiş, orada can vermiş ve mezarına konulmuştur. Üçüncü gün yani Pazar günü mezarından dirilerek öğrencileriyle 40 gün birlikte olmuş sonra göğe yükselmiştir. Bu sebeple onun mezarından diriliş günü olarak kabul edildiği için Pazar günü yapılan ibadetin hıristiyanlar için önemi büyüktür. Pazar ibadeti mutlaka kilisede ve papaz nezaretinde olur. İbadette Hıristiyan Kutsal Kitabı’ndan parçalar okunur, ilahiler söylenir, dualar edilir ve vaazlar verilir.

Yılllık İbafetler

1. Noel

Noel, kök itibariyle Galya dilindeki (Keltce) yeni manasına gelen “noio” ile güneş manasına gelen “hel” in birleşmesiyle meydana gelmekte ve “yeni güneş” sözünü ifade etmektedir. Paganlarda yeni yılın başlangıcında yapılan şenliklere ad olmuştur. Mutlu bir olayı, örneğin tahtın mirasçısı büyük şahsın gelişini selamlamak ve bu doğumu bayram maksadıyla kutlamak için Roma döneminde yaşayan insanlar duygularını “Noel! Noel”! diye çığlık atarak dile getirirlerdi. Dolayısıyla Hıristiyanlık öncesi Roma kültüründen Hı- ristiyan dini kutlama günlerine bir etkinin sözkonusu olduğu anlaşılmaktadır.

Roma’da Hz. İsa’nın doğumuna yönelik kutlanan bayramlarla ilgili en eski tarih, 336 yılına kadar gitmektedir. 354 yılında Papa Liberius 24 aralığı 25’e bağlayan geceyi İsa’nın doğum günü yıldönümü olarak ilan etmiştir. Doğu Hıristiyanları da üçüncü yüzyıldan itibaren 6 ocak tarihini Hz. İsa’nın doğum günü olarak kutlamaya başlamışlardır. Bu günlerde Hıristiyanlar kiliselerde büyük ayin törenleri düzenler ve onu anmaya çalışırlar.

Hıristiyan dünyasında adına Noel kutlamaları yapılan pek çok dini şahsiyet vardır. Bunların en öne çıkanı ve halkın tanıdığı Noel Baba Aziz Nikolas’tır. Kaynaklarda Antalya’nın Demre ilçesi doğumlu olduğu, oradaki bir kilisenin rahipliğini yaptığı, hayatının sonuna doğru İtalya’ya gittiği, orada öldüğü, mezarının da Bari şehrinde olduğu belirtilmektedir. Zamanla popülerleşmiş ve din adamlığı vasfını kaybederek yılbaşı eğlencelerinin sembol Noel Babası haline getirilmiştir. Bunda Noel kutlamalarının yılbaşına yakın günlere denk gelmesi ve iki kutlamanın birbiriyle karıştırılmasının rolü vardır. Yani Noel ayrı, yılbaşı ayrıdır, Noel dini içerikli bir kutlamadır, yılbaşına taşınması anlamsızdır.

2. Paskalya

İbranîce “geçiş” anlamına gelen “pesah”, Yunanca “Peskhalia”dan gelir. Hıristiyanlığın ilk devirlerindeki Yahudi Pesah bayramına denk olan bir bayramdır. Hıristiyanlar İsa’nın pazar günü dirilişini haftalık pazar ibadetleri vesilesiyle kutlarlardı. Buradan hareketle onun dirilişini anmak üzere her yıl ilkbaharda değişik tarihlerde yapılan bu seramoniye “Paskalya Yortusu” denilir oldu. Gregoryen Takvimi’ne göre 22 Mart ile 25 Nisan arasındaki Pazar günlerinden birine denk gelir. Doğu Ortodoks Kiliseleri, Jülyen Takvimi’ni temel aldıkları için kutlamalar genellikle Protestan ve Katolik kiliselerinden sonra gerçekleşir Perhizle geçen beş haftalık hazırlık dönemiyle son haftaya (kutsal hafta) girilir. Paskalya en büyük Hıristiyan bayramlarından biridir. İnsanı ebedî ölümden kurtaracağına inanılan Hz. İsa’nın yeniden dirilişi olayı Kilise’nin ve her Hıristiyan’ın hayatının merkezi sayılmaktadır.

3. Haç Yortusu

Batı dillerinde kendisini ifade etmek için Latince crux köküne dayanan cross (ing), croix (Fr.), ve kreuz (Alm.) kelimeleri kullanılan Haç, Türkçe’ye Ermenice’den geçmiştir. Grekçesi stavros olup Türkçe’ye istavroz biçiminde girmiştir. Grekçe’de stavros başlangıçta Homeros’un da kullandığı şekliyle “direk, sivri uçlu kazık, sırık” anlamına gelirken daha sonra Haç karşılığında kullanılmıştır. İsa’nın üzerinde öldüğüne inanılan Haç, hıristiyanlar için bir tapınma nesnesi ve inançlarının simgesi durumuna gelmiştir. Haç Roma İmparatorluğu’nda bir işkence aracıyken, hıristiyanlar için dinî bir figür olarak kabul edilmiştir. Haç’a ulvî bir özellik atfedilmesinin kaynağı İncil’e dayanmaktadır. Luka İncili bu hususu şöyle dile getirir: “(İsa) sonra herkese şunları söyledi: ‘Ardımdan gelmek isteyen, kendini inkar etsin, her gün haçını yüklenip beni izlesin” (Matta, 16: 24).

Roma Katolik Kilisesi’nce 3 Mayıs’ta kutlanan bu bayram IX. yüzyılda Katolik takvimine eklenmişse de, 1960’da Papa XIII. Johannes tarafından Kilise takviminden çıkarılmıştır. Bir diğer önemli Haç bayramı sihirbazların (Matta, 2) İsa’yı ziyarete gelmelerini kutlamak amacıyla 6 Ocak’ta yapılan “Haç’ın Suya Atılması Bayramı” veya “Epiphani”dir. Doğu kiliseleri için Haç ile ilgili bir başka önemli bayram Eylül’ün 14’nde kutlanan “Kutsal Haç Günü”dür. 325’ten bu yana kutlanmaya başlandığı anlaşılan bu bayram VII. Yüzyılda Batı’ya geçmiştir.

Haç çıkarma adetinin ilk defa ne zaman başladığı kesin olarak bilinmemekle beraber, Hıristiyanlık’ta çok yaygın bir uygulama durumuna gelmiştir. Bu anlayışa uygun olarak hıristiyanlar gün boyunca çeşitli olaylar karşısında haç çıkarırlar ve bunu özellikle gü- nahlara tevbe ayininden sonra yerine getirirler. Katolikler sağ ellerini alından göğüse, sol omuzdan sağ omuza götürerek haç çıkarırlar ve şu sözleri söylerler: “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına”. Ortodokslar ve öteki doğulu hıristiyanlar ellerini sağ omuzdan sol omuza götürürler. Protestanlar Haç çıkarmazlar. Haç taşımak, Hıristiyan inancına göre insanın nefsini inkar etmesi ve İsa Mesih’in peşine gitmesi anlamına gelir.

4. Meryem Ana Günü

Hıristiyan ibadetleri içerisinde Meryem’e bağlılık, yavaş yavaş gelişmiştir. Meryem’e tapınma, İsa’nın anasına “Tanrı’nın Anası” ünvanı veren Efes Konsili’nin (431) kararıyla yaygınlaşmıştır. 5. yy. ve 8. yy. arasında Doğu’da olduğu kadar Batı’da da bakire Meryem adına yortular çoğalmıştır. Ortaçağ’da Meryem için sayısız kiliseler, katedraller ve tapı- naklar yapılmış, Meryem’in günahsızlığını, lekesizliğini, ahlak ve iffetini tanıtmak için Roma’da 1477’de bir anma günü başlatılmıştır. Anma günü yıldan yıla değişir. Protestanlar dışında Katolik ve Ortodoks Kiliseler İsa gibi Meryem’in de günahsız olduğunu kabul ederler ve ona büyük saygı duyarlar. Saygı duymalarına gerekçe olarak onun daha doğ- duğunda günahsız ve lekesiz olarak doğmuş olmasını, hayatını üç yaşından beri mabette geçirmiş olmasını, Tanrı’nın ona meleği göndermesini, İsa Mesih’in annesi, yani Rabbin annesi, bütün azizler içinde en aziz olanı olmasını göstermektedirler. Bu bayram vesilesiyle Meryem’in doğumu, Mabed’e götürülüşü, bakireliği, günahsız gebeliği, Mısır’a kaçışı, kutsal aile gibi Meryem Ana’nın hayatından çeşitli sahneler kutlanır.

Diğer İbadetleri

Hıristiyanlık’ta yukarıda belirtmiş olduğumuz yıllık ibadetler dışında, bazı dinî bayramlar ve kutlu günler daha bulunmaktadır. Bunları kısaca belirtmekte fayda vardır:

1. Oruç

Hıristiyanlık’ta oruç ve perhiz aynı manada mütalaa edilmiştir. Maksat vücuda belirli zamanlarda eziyet etmek, nefsânî arzuları kırmak, işlenmiş olan bazı günahların cezasını çekmeye bu dünyada çalışmaktır. Oruç, kişinin, ruhsal olanı aramak için bazı yiyecek ve içecek şeylerden belirli bir süre uzak durması olarak tanımlanır. İncillerde Hıristiyan orucunu Mesih merkezli bir oruç haline getirmenin, onun isteklerine ve sözlerine uygun bir davranış sergilemekle mümkün olacağı belirtilmektedir.

Evlilik, iş değiştirmek, göç etmek, kilisede yeni bir göreve başlamak gibi önemli kararlarda, günahtan tevbe etmek istenildiğinde, sevinçli ya da üzüntülü olaylarda, gururun kırılması, alçakgönüllük ile Tanrı’ya hizmet etmek için oruç tutulabilir.

Oruç esasında gün doğumundan gün batımına kadar bir şey yeyip içmemek şeklinde tutulur. Ancak bazı sebeplerden dolayı oruç tutamayanlar perhiz tutabilir ya da gün boyunca sıvı şeyler alarak oruçlarını hafifletebilirler, et, tavuk, süt, peynir, yumurta gibi hayvansal gıdalar ve alkol kullanılmaz. Buna kısmî oruç ya da hafif oruç denir. Yine kişinin çok sevdiği veya alışkanlığı olan şeylerden vazgeçmesi de aynı şekilde bir oruçtur.

Hıristiyanlıkta oruç ve perhiz bazen ayrı, bazen de müşterek yapılır. Yıl arasında yortu günlerine rastlayan her Cuma günü yapılan perhiz çoğunlukla etlere ve et sularına bazen de süt ve tereyağına karşı uygulanır. Kırk günlük oruçta her Cuma ve Cumartesi günlerinde, elli günlük (pentekostes) oruçta bütün azizler ve Hz. İsa’nın doğum yortusunun (Pazar gününe rastlamayan) arafe günlerinde oruç ve perhiz beraberce yapılır.

Hıristiyanlıkta oruç tutma çağı oldukça geç bir yaşta başlar. Kişinin perhiz için 14, oruç için ise 21 yaşını doldurması gerekli görülmüştür. Hıristiyanlıkta oruç genelde yılın belirli ayı için konmuş bir ibadet biçimi değildir. Kiliselerin ibadet takvimlerinde cemaati teşvik ve bir hatırlatma olarak oruç dönemleri yer almasına rağmen Hıristiyanlar diledikleri zaman oruç tutabilirler.

2. Hac

Hıristiyanlığın ana kaynağı olan Yeni Ahit metinlerinde hac ile ilgili açık ifadelere rastlanmamaktadır. Ancak, bu metinler içinde geçen bazı cümleler yorumlanarak haccın gereklili- ğine delil gösterilmektedir. Hıristiyan hac uygulaması ilk defa Konstantin zamanında, Azîze Helene’nin Hz. İsa’nın doğduğu, çarmıha gerildiği, gömüldüğü ve büyük kiliselerin kurulduğu yerleri ziyaret etmesi şeklinde başlamıştır. Bu manada Azize Helene, hıristiyan hac tarihinde ilk hacı olarak kabul edilmektedir. Hıristiyanlığın ilk yıllarından beri havari ve şehit mezarları da yerel toplum tarafından ziyaret edilmekte ve Evharistiya ayinleri genellikle buralarda yapılmaktaydı. 4. yüzyıldan itibaren Ortaçağa kadarki yüzyıllar boyunca hıristiyan haccı Kudüs Roma ve İspanya’daki Santiago de Compostela üçgeninde gerçekleştiriliyordu. Ortaçağ’da hac mekanları olarak kabul ettikleri yerler ise oldukça azdı. En önemli hac mekanı olan Kudüs’ün haricinde İstanbul da kutsal kalıntılar açısından büyük bir merkez olarak kabul ediliyordu. 1204’de meydana gelen korkunç yağmalama olayına kadar İstanbul’un bu Kutsal kalıntıları hem Doğu ve hem de Batı hacılarını kendine çekmiştir.

Vatikan (Pavlus ve Petrus’un mezarları dolayısıyla) başta olmak üzere, Portekiz’de Fatima ve Fransa’da Lourdes Avrupa’da hac maksadıyla en çok ziyaret edilen merkezlerdir. Lourdes yılda yaklaşık beş milyon, Fatima dört milyon, Paris’teki Rue de Bac ise bir milyon kişi tarafından ziyaret edilmektedir

Hıristiyanlığın Anadolu topraklarında da ziyaret yerleri vardır. Bu mekanlar Hıristiyanlık tarihi ve önemli şahsiyetleriyle bağlantılıdır. Pavlus’un misyonerlik gezileri esnasında dolaştığı yerler bugün bazı hıristiyanlarca ziyaret edilmektedir. Diğer bir kutsal mekan da Efes’tir. Pavlus bir süre Efes’te kalarak Hıristiyanlığı yaymaya çalışmıştır. Havarî Yuhanna’nın ise burada yaşamış ve ölünce buraya defnedilmiş olduğuna inanılmaktadır. Hz. Meryem’in de Yuhanna ile birlikte Efes’e gelerek burada yaşadığı yolunda bir kanaat vardır. Efes’te bulunan ve Hz. Meryem’e nispet edilen ev günümüzde bir hac mekanı olarak kabul edilmektedir.

Hac için tapınağa ya da kutsal mekana gelen hıristiyan, niyetlenmiş olduğu ibadeti birkaç şekilde yerine getirir. Bunları maddeler halinde şöylece belirtebiliriz: 1. Bedenî dua: Bu dua, yüzüstü yere kapanma, elleri çaprazlama bağlama gibi hareketlerle yerine getirilir. 2. Sessiz tövbede bulunma: Çıplak ayakla ağır ağır dizler üzerine çökerek yapılır. 3. Su kullanma: Suya temas ederek ya da değişik şekillerde sudan faydalanarak ibadet yapılmış olunur. 4. Ayak egzersizlerini çoğaltarak Tanrı rızasını kazanma amacı güdülür.

Hac yapmak için Hıristiyanlık’ta kutsal olarak kabul edilen herhangi bir zamanı tercih etmek gerekir. Noel günlerinde Kudüs’e, Assomption gününde de Lourdes’e gidilir. Yine Paskalya ve Pentikost günleri de hac yeri ve mekanı olarak kabul edilen yerlere doğru hac ziyaretlerinin en fazla yapıldığı tarihlerdir. İslâm’daki gibi tek bir hac tarihi ve tek bir hac mekanı uygulaması yoktur. Yılın her gününde ve kutsallık atfedilen her mekanda hac yapılır.

3. Ascension

Vakti değişken bayramlardan olup, Paskalya’dan 40 gün sonradır. Hz. İsa’nın göğe çıkmasının hatırasına kutlanır.

4. Pentikost

Grekçe’de Pentikost kelimesi “ellinci” demektir. Pentikost, Kutsal-Ruh’un havariler üzerine inişinin hatırasına, Paskalya’dan 50 gün sonra yedinci Pazar günü kutlanır.

5. Annonciation

Melek Cebrâil’in Meryem’e, İsa’nın doğumunu müjdelemesi günüdür ve 25 Mart’ta kutlanır.

6. Assomption

Katolik Kilisesi tarafından Hz. Meryem’in bedeninin melekler tarafından göğe çıkarıldığı gü- nün anısına 15 Ağustos’ta kutlanır. Bu günü kutlamak için Katolikler arasında çeşitli merasimler düzenlenir. Her sene Hz. Meryem’le ilgili kutsal mekanlar hac niyetiyle ziyaret edilir. 15 Ağustosun arife gecesi geç saatlere kadar anma merasimi düzenlenir. Daha sonra ayin yapılır.

Hıristiyan Ayinleri (Sakramentler)

“Ayin”in dar manâda karşılığı olarak Kilise dilinde “messe” kelimesi bulunmaktadır. Messe, Latince “gönderilmiş” anlamına gelen “missa” kelimesinden gelmektedir ve daha çok “Evharistiya’nın topluca kutlanması” manâsında kullanılmaktadır. Ancak “âyin”i daha geniş manâda ve bütün çeşitlerini de içine alarak ifade etmek için kullanılan kelime ise, “sakrament”tir. Bu sebeple konuya önce, sakrament kelimesini izah ederek başlamakta fayda vardır.

Sakrament, “hıristiyanların, kendi kurtuluşları için İsa’nın acı çekişi (passion), ölümü ve dirilişini ifade eden paskalya sırrına iştirak etmeleri amacıyla İsa Mesih tarafından kurulan bir alamettir” diye tarif edilmektedir.

Katolikler ve Ortodokslara göre Hıristiyan sakramentlerinin sayısı yedidir ve bunlar sırasıyla, vaftiz, evharistiya, konfirmasyon, tevbe, evlilik, rahip takdisi ve hastaların yağ- lanmasıdır. Bu yedi sakramenti sırasıyla açıklamaya çalışalım:

1. Vaftiz

Vaftiz, Grekçe baptisma veya baptismos kelimelerinden gelmektedir ve “suya daldırma” demektir. Ancak Yeni Ahid’de “suya daldırma”dan ziyade “yıkama, arıtıp temizleme” anlamını taşımaktadır (Markos, 7:4; Luka, 11:38). Terim anlamı ise, Hz. Adem’in işlediği “asli günah”tan insanın kurtulup Hıristiyanlığa girmesini sağlayan, kutsanmış suya daldırma, başından aşağı su serpme vb. şekillerde uygulanan en önemli Hıristiyan sakramentidir.

Hıristiyanlıktaki vaftizin, Yahudilerin yıkanma törenleri, Sabiilerin suya dalmaları ve Hz. İsa’nın Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilmesi inancıyla yakın bir ilgisi vardır. Genel anlamda ise, Hz. Adem’le Hz. Havva’dan intikal eden ilk (aslî) günahtan arınmak için yapılır. İlk günah inancı Hıristiyanlık’ta önemli bir unsurdur; bu günahtan kurtulmanın tek yolu da vaftiz olmaktır. Bunun için Hz. İsa havarilerine “gidin bütün milletleri öğrencilerim yapın, onları Baba, Oğul, Kutsal Ruh adına vaftiz edin” (Matta, 28: 19) demiştir.

Hz. İsa’nın bizzat kendisi Hz. Yahya tarafından Şeria Nehri’nde vaftiz edilmiştir. Ancak burada suyun Hz. İsa’yı değil, Hz. İsa’nın suyu temizlediğine inanılmaktadır.

Hıristiyan ilahiyatçıları vaftizin gayesini ise birkaç maddede belirtmektedirler: 1) İman ve kurtuluşu gerçekleştirmek, 2. Asli günah’ı silmek, 3) Tevbe ve ihtidayı sağlamak, 4) İnsanı aydınlatmak, 5) Kutsal ruh’a iştirakı sağlamak, 6) Mesih’in acılar içinde ölümünü hatırlatmak, 7) Kilise’ye ve Tanrı’nın Toplumu’na üye olmayı sağlamak, 8) Kıyametteki yargı gününü hatırlatmak, 9) Yeniden doğuşu gerçekleştirmek.

Vaftiz genellikle doğumun ilk haftası sonunda yapılır, ancak ileri yaşlarda da vaftiz uygulaması vardır. Çünkü vaftiz edilen kişinin, o zamana kadar işlediği bütün günahlarından kurtulacağına dair kesin bir inanç vardır. Yani Hıristiyan olmasına rağmen tevbe anlamında vaftiz olur. Başka bir inançtan Hıristiyanlığa giren kimse hangi yaşta olursa olsun vaftiz edilir. Bu aynı zamanda onun için ihtida merasimi demektir.

Tarih boyunca vaftiz, kiliselerde kişinin tamamen suya daldırılması, vücudunun bir kısmının suya batırılması, başına su dökülmesi veya üstüne su serpilmesi vb. şekillerde uygulanmıştır. Ortodokslarda genellikle suya girerek, Katoliklerde su serperek vaftiz tercih edilir. Protestanların anlayışına göre vaftiz, Tanrı’nın Sözü ile suyun mistik birleşmesine dayanır. Bu birleşmeyle günahlar bağışlanmış, ruh tazelenmiş olur. Protestanlarda çocukların vaftizi zorunludur. Reform hareketinin önde gelenlerinden Zwingli vaftizi, kiliseye kabul edilmek için yapılan bir dini tören ve Tanrı’nın bağışlamasının bir sembolü saymıştır. Anglikan kilisesinde vaftiz, çocukların ruh temizliğini sağlayan bir vasıta kabul edilir.

Sonradan kiliseler arası farklı uygulamalar olsa da, apostolik geleneğe (havariler ve ilk kilise babaları dönemine ait gelenek) göre vaftiz şöyle yapılır: İlk olarak su üzerine dua okunması ve tören boyunca kullanılacak yağın dua ile kutsanması ile başlar. Vaftiz olacak kişi eğer yetişkinse kendisi, çocuksa onun adına papaz, şeytandan uzaklaşmak istediklerini şu şekilde dile getirir: “Ey şeytan! Ben senden, senin tüm şatafatından ve tüm emirlerinden uzak durmaya karar veriyorum”. Vaftiz adayı hemen sonra papaz tarafından kutsanmış yağ ile hazırlanmış yağlanmayı kabul eder ve papaz şöyle der: “Bütün kötü ruhlar senden uzak olsun”. Sonra vaftiz adayları suya inerler, bir diyakos (papaz yardımcısı) kendilerine yardım etmek üzere eşlik eder. Vaftiz görevlisi her vaftiz adayına Teslis’in sırrı ile ilgili üç açıklamada bulunur. Her açıklamada vaftiz adayının başına azıcık su döker. Sonra papaz şöyle der: “Ben seni İsa Mesih adına kutsal yağ ile yağlıyorum”. Burada papaz tarafından bedenin tümü yağlanır ve sonra vaftize özel yapılan ayine geçilir ayinden sonra papaz vaftiz olanların alnına barış öpücüğü kondurarak ona “Ve ruhun ile” der.

Vaftiz edilen kişiye verilen isme “vaftiz adı” denir. Bir çocuğu vaftize hazırlayan, tören sı- rasında onu kucağında tutarak yanında bulunan iki önemli kişi “vaftiz anası” ile “vaftiz babası”dır. Kiliselerde vaftiz suyunun konulduğu taş, metal, çimento vb. şeylerden yapılmış kurna biçimindeki kaba da “vaftiz teknesi” denir. Vaftiz bir inanç şeklinde kurumlaşınca, vaftiz için özel yerlerin yapılması gündeme gelmiştir. Ketadral ve kiliselerin yanında, vaftiz yapmaya mahsus bir tekneyi ihtiva eden yuvarlık veya köşeli kümbet şeklinde vaftiz hane binaları, Hıristiyan mimarisinde önemli bir yer işgal etmiştir.

2. Evharistiya

Grekçe eucharistia kelimesiyle ifade edilen ve “komünyon”, (kutsal sofra) ismiyle de anı- lan evharistiya, “Tanrı’ya şükür duasında bulunma” manasına gelmektedir ve bunun için “şükran duası” isimlendirmesi de kullanılmaktadır. Mesih’in çarmıha gerilmesi evharistik kurban olarak değerlendirilmektedir.

Kiliseler arasındaki farklılıklar, herhangi bir mezhebe bağlı bir Hıristiyan’ın, başka bir mezhebin evharistik uygulamasına katılmasını doğru bulmamaktadır. Katolik Kilisesine göre Evharistiya ayininde papazın ikram ettiği bir parça ekmeği yiyen İsa-Mesih’in etini yemiş, yine papazın uzattığı kaseden şarabı içen de İsa-Mesih’in kanını içmiş sayılmaktadır. O zaman inkarnasyon gerçekleşmekte ve Hıristiyan imanına sahip kişi İsa Mesih ile et ve kan olarak birleşmiş olmaktadır. Ortodoks Kilisesi evharistik iman noktasında Katolik Kilisesi’yle aynı düşünceleri paylaşmasına rağmen, “transsubstantiation” (ekmeğin ve şarabın İsa’nın etine ve kanına dönüşmesi) konusunu benimsemez. Protestanlar da bu konuya tamamen olumsuz bakarlar ve “İsa’nın Son Yemeği” hatırasına yapıldığına inanırlar. Ermeniler Evharistiya’da ekmeğe maya, şaraba su katmazlar. Hepsinin saf ve temiz olması esas alınır. Onlar da Protestanlar gibi ekmek ve şarabın İsa’nın eti ve kanına dönüştüğü inancını reddederler.

3. Konfirmasyon (Vaftizi Kuvvetlendirme)

Konfirmasyon, doğrulama, gerçekleme, onaylama, teyid etme, tasdik etme manalarına gelmektedir. Bu kavram hıristiyan ilahiyatında “vaftizi pekiştirme ayini” olarak uygulanmaktadır. Konfirmasyon, daha önce vaftiz edilmiş ve Hıristiyanlığı kabul ettiğini kilisede cemaat huzurunda ilan etmiş olan erginlerin, bu imanlarına devam ettiklerini, engellere ve imtihanlara rağmen imanda sabit olduklarını te’kid etmeleri ve onların imanlarının papaz tarafından onaylanmaları demektir. İmanlarını bu şekilde tazeledikten sonra aldıkları feyzin arttığına inanırlar. Vaftiz asli günahtan ve sonradan işlenmiş günahtan kurtulmayı, Konfirmasyon ise, Tanrı’nın İsa-Mesih aracılığı ile insan soyu için yaptıklarına şahitliği sembolize etmektedir. Bundan dolayı o, vaftizin tamamlanması ve mükemmelleştirilmesi âyini olarak görülmüştür.

4. Hastaları Yağlama

Hastaları yağlama sakramenti, Yeni Ahid’de bulunan şu cümlelerden esinlenerek ortaya çıkarılmıştır: “İçinizden biri hasta mıdır? O, cemaatin (Kilisenin) büyüklerini çağırtsın, onlar da Rab adına onu zeytin yağ ile ovarak dua etsinler. İman duası hastayı kurtaracaktır ve şayet günahları varsa bağışlanacaktır” (Yakubun Mektubu, 5:14).

Hastaları kutsal yağ ile yağlamak yoluyla ve rahiplerin duasıyla, onların acısını dindirmek ve bu hastalıktan kurtarmak için Kilise böyle bir sakrament oluşturmuştur. Mesih’in Passion’u (çarmıhta acı çekmesi) ve dirilişinin hatırasına uygulanan bu sakramentle, hastayı ölüme hazırlanmak gerektiğine ve sakramentin manevi etkilerine dikkat çekilir. Kutsal yağlama, hastanın sıkıntılarını gidermek için vesîle kılınır. Manevi ve psikolojik olarak hastayı ölüme hazırlamaya ya da iyileşerek sosyal hayata yeniden döndürmeye çalışır. Bu sakrament vasıtasıyla öncelikle hastayı iyileştirmek ya da ölümü takip edecek dirilişe onu ruhen hazırlamak hedeflenir. Ona Mesih’in çektiği acılar hatırlatılır.

Hastaları yağlama sakramenti Kilise’de de yapılır. Çünkü bu sakramentin toplumsal bir yönü vardır. Tören, Kilise topluluğu içinde tüm üyelerin hazır bulunduğu bir ortamda gerçekleştirilir. Bu yağlama töreninin etkileri sadece hasta olan kişi üzerinde değil, beraberindekiler üzerinde de görülür. Tüm grup, yağlama törenini oluşturan ritüel yoluyla rûhî bir değişime davet edilir.

5. Tevbe

Batı dillerinde penitence, confession, reconciliation gibi terimlerle ifade edilen tevbe, “pişman olmak, nâdim olmak” manâlarına gelir. Yapılan yanlışlardan, işlenilen günahlardan dolayı vicdanen hissedilmiş bir acı ve bağışlanma arzusudur. Yani kısaca tevbe bir hidayet olayıdır ve bütün Kitâb-ı Mukaddes’te ilâhî bir bağış hali olarak takdim edilir. İncillerde insanları tevbe etmeye teşvik eden bir çok cümle bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:

Tevbe edin! Göklerin egemenliği yaklaşmıştır (Matta, 3: 1; 4: 17). Bundan böyle tevbeye yaraşır meyveler verin (Matta, 3: 8). Tevbe edin! İncil’e inanın (Markos, 1: 15). Tevbe edip vaftiz olmaya çağırdı (Luka 3: 3). Günahkarları tevbeye çağırmaya geldim (Luka, 5: 32). Tevbe etmezseniz hepiniz böyle mahvolacaksınız (Luka, 13: 5). Bu kötülüğünden tevbe et ve Rabb’e yalvar (Rasullerin İşleri, 8: 22). O her yerde herkesin tevbe etmesini buyuruyor (Rasullerin İşleri, 17: 30). Seni tevbeye yönelttiğini bilmiyor musun? (Rom. Mek., 2: 4).

Günah işleyip pişman olan bir Hıristiyan, papaza samimi olarak itirafta bulunur. Bir daha günah işlememeye azmettiğini belirtir. Tevbesi sayesinde vaftizden sonra işlemiş olduğu her türlü günahın affedileceğine inanır. Her insanın doğuştan getirdiği “aslî günah”tan başka bir de “fiilî günahlar”ı vardır. Fiili günahlar, kişinin hesabını zorlaştırır. “Günahkar” diye, günah işleyip de tevbe etmeyene derler. Hıristiyan inancına göre en bü- yük yedi günah şunlardır: Kibir, cimrilik, şehvet düşkünlüğü, haset, fazla oburluk, öfke ve tembellik. Ruhu’l-Kudüs’e karşı olan günahlar ise, ümitsizlik, haset, kendini beğenmişlik, kötülükte ısrar, son tevbeyi yapmamak ve ilâhî hakikati kabul etmemek olarak altı adettir. Bunlar, tevbeyi imkansız hale getirecek derecede kalbi karartırlar.

11. yüzyılda ilk defa Fransa’da piskoposlar ve günah çıkarıcı papazlar tevbe yerine, Kilise’nin aracılığını ve “para karşılığı günah bağışlama” diye tanımlanabilecek endüljans mecburiyetini getirmişlerdir. 13. yüzyıldan itibaren endüljanslar tevbe ile ilgili prosedürden ayrılmış ve papalara tahsis edilmiştir. Aynı zamanda teologlar endüljansların daha önce ölmüş olanlara da uygulanacağı eğitimini vermişlerdir. Ortaçağ boyunca endüljans müesseseleri papalar ve piskoposlar için büyük bir para kaynağı olmuştur. Endüljans doktrini Tanrı huzurunda günahların maddî cezası olarak uygulanmaya devam etmiş, böylece kişinin günahının ve borcunun silindiği belirtilmiştir. Kilise otoriteleri tarafından ortaya atılan bu düşünce, hayatta olanlar için günahlarının bağışlanması, ölmüş olanlar içinse şefaatçi olacağı gerekçesiyle paralar Kilise hazinesinde toplanmıştır. Bu kurumda tam endüljans (pleniere) ve kısmî endüljans (partielle) uygulamaları vardır. Tam endüljans bütün küçük günahlara, kısmi endüljans ise, bir kısmına keffaret olur. Büyük günahları olmayan, başkaları adına da endüljans alabilir.

6. Evlilik

Hıristiyanlık’ta evlilik, Tanrı’nın Adem’e eş olarak Havva’yı vererek temelini attığı kutsal bir faaliyettir ve önemli bir sakramenttir. Katolikler ve Ortodokslara göre, Tanrı huzurunda eşlerin birbirlerine yüz yüze söz vermeleri, kutsal bir özellik taşımaktadır. Böyle bir evlilik, Mesih ve Kilise’nin bozulmaz birliğinin bir alametidir. Bu sakrament Kilise tarafından Mesih adına verilmiştir. Eşler arasındaki beşeri aşkı pekiştirir. İncil’de geçen “Onlar artık iki değil, bir bedendir, imdi Tanrı’nın birleştirdiğini insan ayırmasın” (Matta, 19:6) ifadesi de bu eylemin sakramentel özelliğine delil gösterilmektedir.

Bu yüzden Kilisede yapılmayan nikah sahih sayılmaz. Katoliklerde evlenenler boşanamazlar. Eğer boşanıp da yeniden evlenirlerse zina yapmış sayılırlar. Ruhban sınıfı evlenemez. Ortodoks Kiliseleri belirli bazı olaylarda evliliğin bozulabileceğini ve daha sonra yeni bir evliliğin kurulabileceğini kabul eder. Papazlar evlenebilirler, ancak keşişler, piskoposlar ve patrikler evlenemezler. Protestan Kiliselerine göre ise, eşlerin Tanrı huzurunda sözleşmeleri otantik olarak dini bir güvenirlik içerir ve bu kesinlikle bir sakrament özelliği taşımaz. Evlilikle ilgili birliğin bozulmazlığı düşüncesi Protestan Kiliseleri tarafından çok sert bulunur ve kabul edilmez, boşanma serbesttir. Ermenilerde sadece piskoposlar ve piskopos adayları evlenemezler. Evlenmiş olanlar terfi edemezler. Süryanilerde diyakos (papaz yardımcısı) ve papaz sınıfından olanlar evlenebilirler. Bekar iken bu rütbeleri alamazlar. Papaz sınıfından olanlar karısı öldükten sonra evlenemezler. İstifa ederlerse evlenebilirler.

7. Rahip Takdisi (Din Adamları Tayin Etme)

Hıristiyanlık’ta İsa Mesih’in ilk vekilleri havariler, sonra kilise babaları ve ondan sonra da kilise hiyerarşisi içinde yer alan din adamlarıdır. Din adamlığı görevi, ibadeti idare etme ve imanlıları takdis etme, tevbe ile insanları Tanrı’ya götürme olup, bu yetki de rahip takdisi sakramenti ile intikal eder. Bu sakrament, takdis edilecek şahsın üzerine papazın ellerini koyması ve o sırada bu sakramente ait dua ve sözlerin okunması şeklinde uygulanır.

Katoliklere göre Piskoposlar içinde ilk sırayı Roma piskoposu almaktadır. İncillerde ve Rasullerin İşleri’nde formüle edilen hiyerarşi aşağıdan yukarı şöyledir: Diyakos, rahip, piskopos ve papa. Diyakos ile piskopos arasında görev yapan din adamlarına rahip ya da papaz denir. Papa, piskoposlar arasından seçimle gelir. Bu hiyerarşiyi belirleme yetkisi sadece piskoposa aittir. Çünkü Rahip takdisi Sakramenti sırrına tam olarak yalnız o vakıftır.

Ortodokslara göre din adamlığı sınıfı içinde en yüksek sırada patrikler bulunmaktadırlar, fakat bütün patrikler derece itibariyle birbirlerine müsavidirler. Buradaki hiyerarşi ise şöyledir: diyakos, papaz, keşiş, metropolit, patrik. Protestanlık’ta kilise hiyerarşisi yoktur, kilisenin her türlü işiyle uğraşan pastör ünvanlı bir görevli bulunmaktadır. En büyük otorite İncil’dir. Bu yüzden Protestanlığın kollarından biri olan Kavlin Kilisesine “Kutsal Kitap Hıristiyanlığı” da denilmektedir. Hiyerarşik sıralamanın en fazla olduğu kilise Gregoryen Ermeni Kilisesi’dir. Bu kilisede görevliler aşağıdan yukarıya doğru sekiz sınıftan oluşmaktadır: 1. Diyakos Yardımcısı, 2. Diyakos, 3. Papaz, 4. Başpapaz, 5. Başrahip veya Doktor, 6. Piskopos, 7. Patrik, 8. Katolikos.

Katoliklerde din adamları bekarlığa riayet etmek mecburiyetindedirler. Ortodokslarda keşişler, metropolitler ve patrikler bekar olmak zorundadır, fakat papazlar evlenebilirler, ancak ikinci bir evlilik yapamazlar. Aksi halde bu vazifeyi yapma hakkını kaybederler. Protestanlarda ise din adamları bekar olmak zorunda değillerdir.

Hıristiyan Kilisesi Ve Mezhepleri Kilise

Hıristiyanlık’ta dinî ve fizikî anlamda bir cemaat, bir ibadet yeri ve bir müessese olarak ortaya çıkan Kilise’yi ifade etmek üzere gahal, ekklesia, church, katakomp, chapel gibi isimler kullanılmıştır. Aslı Yunanca ekklesia’dan gelip toplantı, cemaat gibi anlamlara gelen “kilise” kelimesi, her şeyden önce Hz. İsa’ya inanan Hıristiyan cemaatinin tamamını ifade etmektedir. İlk dört asır boyunca Hıristiyan cemaatine verilen bu isim, sonraları cemaatin ibadet ettiği mekanlara da verilmiştir. Hz. İsa kendi döneminde ayrı bir mabet kurulmasını önermemiş, mabet olarak yahudi havrasını kullanmıştır.

Hz. İsa’dan sonra yaklaşık dört asır boyunca “kilise” kelimesi bir topluluk veya cemaat anlamında kullanılmakta olup her nerede bir havari grubu oluşsa, buna kilise adı veriliyordu. İlk Hıristiyan cemaati (kilisesi) Filistin’de yaşayan Mesih’e inananlar grubu idi. Bunlar Kudüs’teki Süleyman Mabedi’ne sıkı bir şekilde bağlı kalmışlardı. Ancak M.S. 70 yılında Romalıların Kudüs’ü tahrip etmesiyle, Hıristiyan cemaati ile Yahudi Kudüs’ü arasındaki bağ koparılmıştı. Bu tarihten itibaren Hz. İsa’nın yolundan gidenler yaklaşık üçyüz yıl boyunca küçük küçük ve dağınık cemaatler halinde yaşamışlardır. Kilise’nin, cemaat anlamından hareketle fizikî manada bir ibadet yeri olarak ortaya çıkışı, Hıristiyanlığı bir devlet dini olarak tanıyan ve bir Hıristiyan anneden doğmuş olan İmparator Konstantin dönemine rastlar. Konstantin döneminde serbestçe yapılmaya başlanan kiliseler, Hıristiyanlığın yayıldığı her yerde inşa edilmiştir. Hıristiyanlık tarihinde bilinen en eski kiliselerin Latran’da inşa edilen Aziz Yohannes (IV. Yüzyıl) ve Aziz Sabin kiliseleri (V. Yüzyıl) olduğu söylenmektedir. Hıristiyanlığın başlıca kurumu olan kilisenin en yaygın olarak geliştiği dönem Ortaçağ’dır.

Mezhepleri

Ekümenik konsiller olarak isimlendirilen ilk yedi konsilde zaman zaman tartışmalar alevlense de, Aryus, Nestoryus, Monofizitizm gibi olayları istisna tutarsak, herhangi büyük bir bölünme yaşanmamıştı. Ancak 764 yılında yapılan II. İznik Konsili’nde “ikon” konusu ve 869 yılında İstanbul’da yapılan Sekizinci Konsil’de Kutsal Ruh’un kimden çıktığı ve Roma Kilisesi’nin otoritesi gibi konular tartışıldı. Bu tartışmalarda Doğu Kilisesi Batı Kilisesi’nden farklı düşündüğünü ilan etti. Doğu Kilisesi ve Batı Kilisesi arasında bu tür dinî ve siyasi mücadeleler yüzyıllardan beri aralıksız devam etti ve nihayet 1054 yılında iki kilise kesin olarak birbirinden ayrıldı. Roma Kilisesi’ne “Katolik” (evrensel anlamında), Bizans Kilisesi’ne de “Ortodoks” (öze bağlı, doğru inanç anlamında) isimleri verildi. Bununla beraber İslâm’ın yayılması karşısında Türklere karşı Haçlı Seferleri başlatıldı. Ancak Haçlı Seferleri bile onların bir araya gelmesini sağlamaya yetmedi. Aralarındaki düşmanlık öyle bir noktaya varmıştı ki, Haçlı Seferleri (1096-1204) sırasında Latinlerin Bizans’ta yaptıkları zulüm ve haksızlık karşısında Ortodokslar Türk sarığını kardinal kü- lahına tercih eder hale gelmişlerdi. Papa III. Innocent (1198-1216) tarafından Katoliklik dışı inançlara karşı çıkmakla suçlanan kimseler hakkında cezai takibatlar başlatıldı. Arkasından Papa IX. Gregorius zamanında (1227-1241) Katolik Kilisesi tarafından Engizisyon Mahkemesi kuruldu. Engizisyon önce Fransa’da başlamış, daha sonra İtalya, Almanya, Bohemya, Macaristan, Slav ve İskandinav ülkelerine kadar yayılmış, tüm Katolik ülkeleri etkisi altına almıştır. Portekiz 1532’ye kadar bu sisteme dahil olmazken Engizisyon 1481’de İspanya’daki Katolik kilisesinin karakterine ve dini ve sosyal problemlere göre şekillenmiştir. Engizisyon mahkemelerinin en korkunç tarafı verdiği cezalardır. En hafifi aforozdan başlayarak, hapis, sokaklarda çirkin kıyafetlerle teşhir, kürek çekme ve ölüm cezaları. Ölüm cezalarının da en ağırı canlı canlı ateşe atıp yakmaya kadar varan birçok şekli bulunmaktadır. Ateşte yakma cezası Latince “auto da fe” ifadesiyle hukuki bir terim halini almıştır. Engizisyon uygulaması Almanya’da Reform ile birlikte ortadan kalkmış, Fransa’da 1772’ye, İspanya’da 1834’e, İtalya’da ise 1859’a kadar yürürlükte kalmıştır.

Esasında Hıristiyan dünyasında Batı ve Doğu kiliselerinin ayrılmasıyla sular durulmadı. Bundan sonra Batı Kilisesi kendi içerisinde büyük tartışmalar yaşamaya başladı. 16. yüzyılın başlarına kadar bu tartışmalar devam etti. Katolik Kilisesi’nin, Ortaçağ’ın sonlarına doğru, putperestlik ve Yahudilikten birtakım ilkeleri Hıristiyanlığa katmak istediği ileri sürülerek, Katolikliğe karşı zaten mevcut olan tepki bir kat daha arttı ve dinde reform hareketi gündeme geldi. Kilise’yi eleştiren kimselere göre halen mevcut olan Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinden çok farklıydı. Çünkü Papalık, Hıristiyanlı- ğın aslında olmayan birçok ilkeleri dine eklemişti. Râhiplerin günah bağışlamaları, para karşılığında cennetten yer alma uygulaması (Endüljans), vatandaşı inleten birtakım ağır vergilerin konulması, İncil’i yalnız ruhbân olanların okuyabileceği vb. anlayışlar hep Hz. İsa’nın dinine sonradan ilâve edilmiş hususlardı. Bütün bu eleştiriler zaman zaman kiliseye yöneltildi, ancak herhangi bir düzelme görülmedi. Sonunda Almanya’da Martin Luther isimli Hıristiyan teoloğu 1517 yılında Wittenberg Kilisesi’nin kapısına astığı doksanbeş maddelik itirâzî teziyle Katolik Kilisesi’ne isyan bayrağını açmış oldu. Martin Lutherle başlayıp, Jean Calvin ve Aultrich Zwingli ile devam eden bu hareket, sonunda Protestanlık Mezhebi’nin doğmasına sebep oldu. Böylece Hıristiyan Kilisesi’nde ikinci büyük bölünme yaşanmış oldu. Bundan sonra da Avrupa’nın başını yüzyıllarca belaya sokan Din savaşları başladı. Din savaşları ifadesiyle başta Katolik Kilisesiyle Protestan Kilisesi olmak üzere Hıristiyan kiliseleri arasında ortaya çıkan mücadele, çatışma ve savaşlar kastedilmektedir. Bu çatışmalar Avrupa’da milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarcasının da yerlerinden yurtlarından atılarak evsiz barksız kalmalarına sebep olmuştur.

1. Katoliklik

“Evrensel” anlamına gelen ve kendisini tüm Hıristiyanların temsilcisi kabul eden Katoliklik günümüzde sayı ve tarihi yapı açısından en büyük Hıristiyan mezhebidir. Yaklaşık 41 millete dağılmış 1 milyara yakın müntesibi vardır. Müntesiplerinin büyük çoğunluğu Batı Avrupa’dadır (300 milyon civarında). Diğer büyük çoğunluk Latin Amerika’dadır (250 milyon civarında). Geri kalan nüfus ise dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış durumdadır. Siyah Afrika, Kuzey Amerika, Asya ve Arap dünyasında genel nüfusa oranla çok azınlıkta kalmaktadır. Ülkemizde de Katolik mezhebine mensup olanlar genel hıristiyan nüfusa oranla daha azdır. Zira ülkemizdeki hıristiyanlar genel olarak Rum, Ermeni, Süryânî ağırlıklıdır ki, bunlar da daha ziyade Ortodoks Mezhebi içerisinde sayılmaktadırlar.

Katolik mezhebini temsil eden kilise, Roma Katolik Kilisesi’dir. Merkeziyetçi, dogmatik ve geleneği ön plana çıkaran yapısıyla diğer kiliselerden farklı bir özelliğe sahip olan Katolik Kilisesi, Latin dünyasında şekillenmiş ve bir anlamda Roma İmparatorluğunun başından beri tercih ettiği Hıristiyanlık yorumunun devamı olma iddiasını korumuştur.

Katolik Kilisesi ruhban sınıfı hiyerarşisinin zirvesinde Papa bulunmaktadır. Papa rûhânî Vatikan Devleti’nin başkanıdır. Roma piskoposu olarak Havârî Petrus’un halefi olan Papa, Hz. İsa’nın diğer havarilere nazaran Petrus’a bahşettiği üstünlüğe varis olmuş- tur. Latin Batı’nın politik veya kiliseye ait evrimi, Roma Piskoposu’nu gittikçe mahallî kiliselere doğrudan müdahale noktasına getirmiştir. Zamanla bu temayül merkezîleşmiş ve Papa tarafından yönetilen bir çeşit “Monarşik Kilise İdaresi” oluşturmuştur. Böylece Katolik Kilisesi tamamen Vatikan’da merkezîleşen bir çeşit üst dinî teşkilat olarak görünmüştür. Bunun için emirler, uyarılar, tayinler v.s. hep oradan çıkmıştır. Papalığın merkezi olarak kabul edilen Vatikan’ın taşradaki piskoposları da merkezî hükümetin sivil valileri gibi, mahallî görevliler olarak görünmüşlerdir.

Papalık tarihinde Katolik dünyasının en sıkıntılı anlarının yaşandığı “Avignon” dö- nemi vardır ki, bu dönem Papalık kurumunun haddinden fazla zayıflamasına sebep olmuştur. Papa V. Clement (1305-1313) tümüyle Fransa kralı Philip’in egemenliği altına girmiş ve sonunda İtalya halkının gazabından kaçarak 1309’da Fransa’nın Avignon kentine yerleşmişti. Papaların Roma’nın dışında oturdukları 70 yıllık dönem bazı katoliklerce “Kilise’nin Babil’deki Sürgün Dönemi” diye nitelendirilmiştir. Roma halkı ve nüfuzlu kişiler papayı Roma’ya döndürmek için büyük çaba harcamışlardır. Nihayet 1377 yılında XI. Gregor uzun bir aradan sonra Roma’ya geri dönmüş fakat bir yıl sonra ölmüştür. Onun ölümü üzerine İtalya’da VI. Urban papa seçilmiş, ancak Fransız kardinaller ise kendi vatandaşlarından biri olan VII. Clement’i seçmişlerdir. Bu şekilde de 40 yıl boyunca Katolik dünyasında iki ayrı papa görev yapmış ve Kilise ikiye bölünmüştür. Sonra tekrar

Vatikan’da ikamet eden tek papa dönemi başlamıştır. Katolik Mezhebi’nin başlıca özellikleri şunlardır: 1. Tüm Katolik dünyasının dinî lideri Papa’dır. Papa, Petrus’un halefi, Hz. İsa’nın ise vekilidir. Kararları tartışılmaz, zira o, yanılmaz otoritedir. 2. Roma Kilisesi diğer kiliselerin rûhânî merkezidir ve hepsinden üstündür. Kilise dışında kurtuluş yoktur. İncil’i yorumlama yetkisi Kilise’ye aittir. 3. Kutsal Ruh Baba ve Oğul’dan neş’et etmiştir. 4. İsa’da ilâhî ve insanî iki tabiat vardır. 5. İsa gibi Meryem de günahsızdır, aslî suçtan uzaktır, Tanrı yanında Şefaatta bulunabilir ve göğe yükselmiştir. 6. Azizler de Tanrı katında sözcü olur, şefaatta bulunabilirler. Onların resimlerine ve kutsal emanetlerine saygı gösterilir. Adlarına hemen her gün ayin düzenlenir. 7. İnsan aslî suçu üzerinde taşıyarak dünyaya gelir. Bundan ancak vaftiz olarak kurtulabilir. Vaftiz su dökülerek yapılır. Vaftiz olmadan ölen kimse cehennemlik sayılır. 8. Günah çıkarma çok önemlidir. Ergenlik çağına giren her hıristiyanın yılda bir defa günah çıkartması 1215 yılında toplanan Lateran Konsili’nde karara bağlanmıştır. 9. Yedi sakrament vardır. Ruhban sınıfı evlenemez. Ruhban sınıfı dışında evlenenler boşanamaz. Kilisede yapılmayan nikah sahih değildir. Boşandıktan sonra evlenmek zina sayılır. 10. Yirmi bir konsil ve kararlarını kabul ederler. 11. Son yargı gününü, cennet, cehennem ve a’rafı kabul ederler.

2. Ortodoksluk

Doğu Kilisesi ve Batı Kilisesi arasındaki tartışma ve zıtlaşmalar neredeyse her konsilde yaşanan bir duruma gelmişti. Doğu Kilisesi Batı Kilisesi’ni putperestler arasında dini yaymak için bazı tavizler vermekle suçluyordu; Romalılar da imparatorluk başkentinin İstanbul olmasına tahammül edemiyorlardı. Ayrıca Batı Roma Devleti’nin düşmesi otorite boşluğunu Papalığın doldurmasına yol açmıştı ve Roma Papalığı bütün hıristiyanlar hakkında hüküm verme yetkisinin kendisinde olduğunu iddia ediyordu. Nihayet ekümenik konsillerin yedincisi olan II. İznik Konsili’nde ikon meselesi; sekizincisi olan III. İstanbul Konsili’nde ise “Kutsal Ruh’un nereden neş’et ettiği meselesi ile ilgili tartışmalar artık bardağı taşıran son damlalar olmuştu. Doğu kilisesi bundan sonra artık başka bir konsile katılmadı ve 1054 yılında Batı Kilisesi’nden kesin olarak ayrılarak “Ortodoksluk” ismini aldı. Yunanca “doğru” anlamında “orthos” ve “düşünce, “inanç” anlamındaki “doxa” kelimelerinden oluşan Ortodoks terimi, genel anlamıyla bir dinin öğretisine, doktrin ve dogmasına; herhangi bir öğretinin ilkelerine, geleneksel olarak doğru kabul edilen düşüncelere ya da görüşlere uygun düşünce inanç ve bu inancı benimseyen kişi veya gruplara verilen isimdir. Bu anlamda ortodoks (orthodox) kelimesi, heterodoks (heterodox) kelimesinin karşıtı olarak her dinî inanç ve düşünce için geçerlidir. Diğer bir ifade ile hiçbir inanç mensubu kendisini heterodoks saymaz, benimsediği ve yaşadığı inancın doğru olduğunu, dindeki ortodoksluğu kendisinin temsil ettiğini ileri sürer.

Ortodoks Kiliseler ve Özellikleri

Ortodoks kiliseler, kendi başpiskoposlarınca yönetilen otosefal ve bir ana kiliseye bağlı olan otonom kiliseler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Otosefal kiliselerin sayısı 14’tür. Bunlar, İstanbul, İskenderiye, Antakya, Kudüs, Bulgar, Sırp, Moskova, Rumen patriklikleri; Gürcistan Katolikosluğu; Kıbrıs, Yunan, Polonya, Arnavutluk, Çekoslavakya kiliseleri.

Otonom Ortodoks kiliselerin sayısı ise 6’dır. Bunların isimleri ise, Finlandiya Kilisesi, Japon Kilisesi, Çin Kilisesi, Estonya-Litvanya Kiliseleri, Macar Kilisesi, Makedon Kilisesi’dir. Ortodoks Mezhebi’nin genel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: 1. Ruhani başkanları patrik veya başpiskoposlardır. Papa’nın üstünlüğünü kabul etmezler. 2. İnançla ilgili konularda piskoposlar meclisi kararlarını geçerli sayarlar. Ekümenik Konsiller olarak kabul edilen ilk yedi konsilin kararları emredici güçtedir. İznik ve I. İstanbul Konsilleri kararları iman esasları arasında yer alırken, diğerleri ilahiyatla ilgili düşünceler olarak kabul edilir. İlk yedi konsil dışındaki konsilleri kabul etmezler. 3. Kutsal Kitap yanında Kilise Babaları’nın yazıları da ikinci derecede saygınlığı olan metinlerdir.

4. Kiliselerde yanılmaz, hata yapmaz bir otorite yoktur. İlahî varlık ve hidayet sırrı konularının kavranılamayacağı ve ifade edilemeyeceği kanaatindedirler. İbadetleri ruhsal ve mistik karakterdedir. Sır kilisesi olarak antik dinlerin mirasçısı görünümündedirler. 5. İkonlar semavi varlıkların vücutsuz ruhlarını temsil ederler. Bu sebeple önlerinde secde edilir, öpülür, okşanır ve tazim edilirler. Cemaat Hz. İsa, Hz. Meryem, melekler ve veliler ile birlikte ibadet ettiklerine inanırlar. 6. Çocuklar vaftiz edilmekle veya organlarının miron yağıyla (kutsanmış yağ) yağlanmasıyla şeytani kuvvetlere karşı korunmuş, mühürlenmiş sayılır. 7. İbadetleri sabah, gündüz, akşam ve gece vakitlerinde yapılır. Bu esnada İsa’nın cemaate gelişinin sembolü olarak Kutsal Kitap’tan parçalar okunur. Kutsal ekmek ve şarap dağıtılır. Advent, Paskalya, Havari ve Meryem oruçları dedikleri oruçlar tutarlar. 8. Papazlar evlenebilirler. Fakat keşişler, piskoposlar ve patrikler evlenemezler. Boşanmaya bazı şartlarla izin verilir.

3. Protestanlık

Protestan terimi, Kendilerini Roma Katolikleri’nden ve Ortodoks Doğu Kiliseleri’nden bilerek ayrı tutan Hıristiyan Kiliseleri ve toplulukları için genel olarak ilk defa 1529’da Spire’de toplanan bir politik mecliste kullanılmıştır. Bu tarihten üç yıl önce Alman İmparatoru Şarlken kendisinden Lutherci Reform’u desteklemesini isteyen Alman prenslerle geçici olarak anlaşmıştı. 1529’da bu düşüncesinden vazgeçtiğini ve herkesin Roma’ya bağlı kalmak zorunda olduğunu açıkladı. İmparatorun bu kararına Luther yanlısı prensler ciddî anlamda bir protesto ile karşılık vererek şu deklerasyonu yayınladılar: “Koruyucu, günahtan Kurtarıcı ve bir gün Hâkimimiz olacak olan yegane yaratıcımız Tanrı önünde protesto ediyoruz ve Tanrı’ya, Kutsal Sözü’ne, vicdanımıza ve Spire’deki son karara aykırı olarak önerilen hiçbir kararı benimsemiyoruz”.

19 Nisan 1529’da beş prens ve ondört kent yöneticisi tarafından gerçekleştirilmiş olan bu protestoda imparatorun ve katoliklerin kararlarının kendilerini bağlamayacağı vurgulanmış ve Luther’in yanında yer alacakları bildirilmiştir. Yukarıdaki metni imzalamış olanlara o günden itibaren “Protestan prensler” adı verilmiştir. Bu olaydan itibaren Lutherci Reformları tanıyanlar “Protestanlar” diye nitelendirilmiş, yeni ortaya çıkan bu mezhebe de Protestanlık denilmiştir.

Protestanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte Batı Hıristiyan alemi çeşitli kiliselere bölünmüştür. Bunlar Lutheran kiliseler, Anglikan Kilisesi, Evanjelik Kilise, Methodist Kilise, Baptist Kilise, İtirafçı Kilise, Elektronik Kilise, Görünmez Kilise, Özgür Kilise, Reforme edilmiş Kilise, Presbiteryen Kilisesi, Siyah Kilise, Birleşik Kilise gibi isimler taşımaktadırlar. Bu şekilde evrensel Kilise’nin yerini ulusal kiliseler almıştır.

Protestanlığın Genel Özellikleri:

1. Papa tek otorite değildir ve yanılmazlığı yoktur. Hıristiyanlığı bilen herkes otoritedir. Papanın dünyevi hiçbir yetkisi yoktur ve imparatordan üstün değildir. 2. Kilisede hiyerarşi olamaz. Papanın ve piskoposların Hıristiyanlar üzerinde, onlara hizmet dışında yetkileri yoktur. . Tanrı’nın ruhaniyetinde herkes eşittir. Bu nedenle laikle ruhban arasında hiç bir fark ve ruhbanın laike üstünlüğü yoktur. Laikler papazlık yapabilecekleri gibi rahipler de evlenebilirler. 4. Ayrı bir Kilise hukuku olamaz. Hıristiyanlık’ta cemaatin hukuki bir kişiliği yoktur, ancak bir inananlar topluluğudur. Halbuki Katolik inancına göre cemaatin hem  bir hukuki kişiliği vardır, hem de Hz. İsa’nın kişiliğinde bütünleşmiş bir manevi birliktir. 5. Cemaat papaz olarak kimi seçerse kutsama işini yani vaftiz, evharistiya gibi ayinleri o yapar. 6. Rûhânî imparatorluğunda Tanrı bizzat hüküm sürer. Bu nedenle günahları ancak o bağışlayabilir. Tanrı dışında hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur.7. Dünyevî iktidar Tanrı tarafından verilmiştir. Bu yüzden dünyevî egemen Tanrı’nın görevlisidir. Bu sıfatla o, kötüleri cezalandırmak, dindarları korumak ve Hıristiyanlık öğretisinin benimsetilmesini denetlemekle görevlidir. Bu nedenle, günahlara engel olması için Devlete zorlayıcı güç kullanma yetkisi verilmiştir. 8. Dînî konularda başvurulacak tek kaynak Kutsal Kitap’tır; konsil kararları ve kilise dogmaları değildir. 9. Kutsal Kitab’ı yorumlamak Kilise’nin tekelinde değildir. Onu okuyup anlayabilen herkes yorumlayabilir. Kutsal Kitap esastır. İbadetin büyük bir bölümünü oluşturan vaazlar Kutsal Kitap’tan çıkarılır. 10. Sakramentlerden ilk ikisini (Vaftiz ve Evharistiya) kabul ederler. 11. Günah itirafının mecburiliğini ve Kilise mensuplarının günah çıkarma yetkisine sahip olduklarını kabul etmezler. 12. Kiliselerde resim, heykel ve tasvirlere yer vermezler.13. Anglikanlar hariç, haç bulundurmaz ve haç çıkarmazlar. 14. İbadet ve ayinleri ana dillerinde yaparlar. Vaazları, âyin ve ibadetin bir bölüm olarak görürler. 15. A’raf ’a ve ebedî cezaya inanmazlar. 16. Meryem konusunda diğer mezheplere katılmazlar. O’na önem vermezler. 17. Azizleri kabul etmezler. Azizler için kiliselerde özel ayinler yapmazlar. 18. Teslis bütün Protestanlarda vardır. Bu konuda diğer Hıristiyan kiliselerden bir farkı yoktur 19. Katolik ve Ortodokslar gibi ruhanî başkanları yoktur. 20. Tek tip mezhep yerine farklı anlayışlara sahip kiliseler halinde faaliyet gösterirler. 21. Katoliklerin aksine Protestan râhipleri evlenebilir.

4. Monofizit Kiliseler

Monofizitizm, Hz. İsa’da ilâhî ve beşerî iki tabiatın birleşerek tek tabiat olduğunu savunan anlayışa verilen isimdir. Bunlar Doğu Ortodoks kiliseleri içinde gösterilmelerine rağmen, bağımsız ve özerktirler. Süryânî, Ermeni, Habeş ve Kıptî kiliseleri monofizit kiliseler olarak tanınmaktadır. Bu kiliseler anlayış bakımından birbirlerine benzemektedirler. Örnek olması açısından Süryânî ve Ermeni kiliselerinin bazı özelliklerinden bahsedelim.

Süryânî Kilisesi

Süryânî, Hz. Nuh’un Sam adlı oğlundan torunu Aram neslinden gelme Samî grubun adı- dır. Mezopotamya bölgesinde, Suriye’de yaşadıkları için bu adı aldıkları da söylenmektedir. 38 yılında Hıristiyan olduklarında Antakya’yı merkez edinmiş bir topluluk halinde idiler. Hıristiyanlığı havarî Petrus ve arkadaşı Thomas’ın şakirtleri Agay ve Mara’dan öğ- renmişlerdir. Hıristiyan olduktan sonra Süryânî adını kullanmaya başlamışlar, putperest kalanlar ise, Arâmî adıyla anılmaya devam etmişlerdir. Kendilerini ilk Hıristiyan cemaat olarak kabul ettikleri için bağlı bulundukları kiliseye “kadîm” ünvanı verilmiştir.

Süryani Kilisesi, 325 yılında yapılan Birinci İznik Konsili’nde kabul edilen dört bü- yük patriklik merkezlerinden biri ve en eskisi olan Antakya Bağımsız Süryani Ortodoks Patrikliği’ne bağlıdır. Mardin’in doğusunda bir dağın eteğinde kurulmuş bulunan Deyru’zZafaran (Zafaran Manastırı) 1932 yılına kadar Süryani Kilisesi’nin patriklik merkezliğini yapmıştır. Ancak 1932 yılında dönemin patriği İlyas’ın ölümü sonrası Suriye’de yapılan seçim ile patriklik Suriye’ye geçmiş ve merkezi de Şam olmuştur. Türkiye’de ise yoğun olarak, Doğu ve Güneydoğu bölgeleriyle İstanbul’da yaşamaktadırlar.

Süryani Kilisesi’nin Genel Özellikleri

1. Allah, melekler, peygamberler, vahiyle gelen kitaplar, kıyamet, cennet ve cehennem haktır. 2. Teslisin üç sıfattan oluşmaktadır, bu üç sıfat bir cevherde toplanmış ve bir vahdaniyyet oluşturmuştur. 3. Sadece Birinci İznik (325), Birinci İstanbul (381) ve Efes (431) konsilleri ve bu konsillerde alınan kararlar geçerlidir. 4. Patrik Petrus’un halefidir. Kilise İsa tarafından kurulmuş ve ebedidir. 5. Kilise hiyerarşisinde üç rütbe vardır. Diyakosluk, keşişlik ve episkoposluk diye isimlendirilen bu rütbeler havarilerden gelmiştir. 6. Namaz, oruç ve perhiz, vaftiz, evlenme, ölüm merasimleri, tövbe ve itiraf başlıca ibadet ve ayin şekilleridir. Namaz ismini verdikleri ayinleri rüku ve sücutludur. Namaz kılarken doğuya yönelirler. Sabah, kuşluk, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve gece yarısı diye isimlendirilen yedi namaz vakitleri vardır. Bayramlarda rûhânîlerin başkanlığında büyük ayinler yaparlar. 7. Oruçları perhizle karışıktır. Sünnet olmayı sadece sağlık yönünden düşünürler. Esas olan vaftizdir. Papazların dışındaki din adamları evlenirler. Boşanmak çok ağır şartlara bağlıdır. 8. Günah itirafı Süryanilerde de rûhânîlere yapılır. İşlenen günaha göre maddî-manevî cezalar verilir. Maddî ceza, kiliselere, hastanelere, hayır yerlerine yardım şeklindedir. Manevî ceza ise, namaz ve oruçla yerine getirilir. Takdir edilen cezalar yerine getirilince ilgili ruhaniye haber verilir, itiraf biter. Kişi tövbesini ruhaninin huzurunda yapar.

Ermeni Kilisesi

Hz. İsa’nın havarilerinden Aziz Todeos, Aziz Bartelomeos ve bunların bağlılarının çabaları sonucu Hıristiyanlıkla daha birinci asırda tanışan Ermeniler, 301 yılında Aziz Gregor’un öncülüğünde Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu yüzden Ermeni Kilisesi’ne aynı zamanda Gregoryan Kilisesi de denir. Hıristiyanlığı toplu olarak ilk kabul eden milletlerden birisi, hatta ilki olduklarını ileri sürerler. Aziz Gregor, ilk Ermeni Kilisesi’ni Erivan yakınındaki Eçmiyazin’de kurmuştur. Bundan dolayı Eçmiyazin’in Ermeniler nezdinde önemli bir yeri vardır. Onlara göre Hz. İsa Eçmiyazin’e inmiş, ve Ermeni Kilisesi’ni kurmuştur. Ermenilerin en yüksek dinî makamı olan katolikosluk orada kurulumş, 901 ile 1441 yılları arası hariç, bugüne kadar da varlığını ve Ermeniler arasındaki itibarını sürdürmüştür.

Ermeniler, Hıristiyanlığı toptan kabul etmekle ve Hristiyanlığa ait esaslar yanında kendi milli geleneklerini titizlikle muhafazaya çalışmakla tebaruz etmişlerdir. Kurmuş oldukları kiliseye bu damgayı vurmuşlardır. Din ile milliyet, Kilise ile Ermeni içiçe girmiştir, ikisi bir ve aynı şey sayılmışlardır. Aralarında nüfuz ve otorite yönünden bir mücadele ve anlaşmazlık sözkonusu değildir, olmamıştır. 4. yüzyıldan itibaren Ermeniler kendi kaderleriyle Kilise’nin kaderini birbirinden ayırmamış ve Kilise’yi bir araya gelmenin, benliklerini muhafaza etmenin bir vasıtası görmüşlerdir. Yani Kilise hem bir toplantı yeri, hem bir sığınma yeri ve hem de kendilerini geçmişe bağlayan örf, adet, dil, edebiyat gibi şeylerin sadakatle muhafaza edildiği bir “arş” kabul edilmiştir. Bu durum günümüze kadar ayakta kalabilmenin ve fetih ruhlu milletlerin aralarında erimemelerinin bir amili sayılmıştır.

Ermeni Kilisesi’nin Genel Özellikleri

1. Milli bir kilisedir. Ruhani başkanı “milletin temsilcisi ve en yüksek dinî otoritesi”anlamında “katoğikos/katolikos olarak isimlendirilmektedir. 2. Ermeni Kilisesi tarafından ilk üç konsil kabul edilmekte, diğerleri reddedilmektedir. 3. Hz. İsa’da tek tabiat olduğuna inanılmaktadır. 4. Evharistiya ayininde ekmeğe maya, şaraba su katılmamaktadır. 5. Kilise tarafından günahların bağışlanması reddedilmekte ve böyle bir şeyin gerçekleşeceğine inanılmamaktadır. 6. Vaftiz edilen kişiye vaftiz edildiği gün hangi azizin bayramı ise, onun adı verilmektedir. Vaftiz sadece papaz tarafından yapılmakta ve ölmüş olan çocuk bile vaftize tabi tutulmaktadır. 7. Katolik ve Ortodoks Mezhepleri tarafından sakrament olarak kabul edilen “Hastaları Yağlama” Ermeni Kilisesi tarafından sakrament olarak kabul edilmemektedir. 8. Alt rütbedeki Kilise görevlilerine evlenme izni verilmektedir. Evlenme yasağı vartabetler (piskopos adayları) ve piskoposlar için geçerlidir. 9. İkonlar ve tasvirler eski puta tapmanın bir hatırası sayılmış ve bir kenara bırakılmıştır10. Diğer Hıristiyan kiliselerde hayvan kurbanı anlayışı olmamasına rağmen, Ermeni Kilisesi’nde vardır. Kurban edilebilecek hayvanlar dana, inek, koyun, keçi ve tavuktur.

Hıristiyanlık’ta Yeni Dini Hareketler

Son asırlarda Hıristiyan dünyasında ana kiliselerin dışında, çoğu onlara eleştirel bir anlayışla bakan yeni dini hareketler ortaya çıkmıştır. Eleştirilerinin temelinde kimi zaman inanç, kimi zaman ise ibadet konuları yer almaktadır. Geleneksel mezheplerin orijinallikten uzaklaştıklarını gerekçe göstererek, Hıristiyanlığı yeniden asli haline döndürmeyi hedeflemektedirler. Bu hareketler isimlerini genellikle kurucularından ya da amaç edindiği anlayıştan almaktadırlar. Detaya girmeden bu hareketlerden önemlilerini kısaca tanımaya çalışalım:

Yahova Şahitleri

Charles Taze Russell (1852-1916) tarafından kurulmuştur. Kitab-ı mukaddes’te Yahova isminin binlerce kez geçtiğinden hareketle bunun Tanrı’nın özel ismi olduğunu iddia ederek harekete de Yahova Şahitleri adını vermişlerdir. Hareketin öncüsü olan William Miller (1782-1849) 1843 yılında kıyametin kopacağını ilan ederek harekete dikkat çekmiş, kopmayınca da Charles Taze Russell’in ölüm tarihi olan 1916 yılına kadar farklı farklı tarihler verilmiştir. Hıristiyan ana kiliselerin kabul ettiği teslis, ruhun ölümsüzlüğü, Hz. İsa’nın bedensel dirilişi, cehennemi vs. inkar ederler. Öldükten sonra dirilenlerin bu dünyanın cennete dönüşmüş halinde yaşayacaklarına, dirilmeyenlerin ise bu hallerinin cehennem olacağına inanırlar. İncil’e mümkün olduğunca bağlı kalmaya çalışırlar. Gerçek Hıristiyanlığın M.S. 1. asırda kaldığını, sonraki hıristiyani anlayışların bozulmuş olduğunu dü- şünürler. Askerliğe, siyasete, savaşa karşı çıkarlar. Dünya ülkelerinin tamamına yakınında mensupları vardır, nüfusları altı milyon civarındadır.

Mormonlar

Amerikalı Joseph Smith (1805-1844), tarafından 1830 yılında kurulmuştur. Cemaatine yön vermek için yazdığı kitabın adı The Book of Mormon (Mormon Kitabı)dır. Bu kitabın Kitab-ı Mukaddes ile paralellik arzettiğine inanmaktadırlar. Hıristiyanlığı bozduklarını iddia ederek diğer kiliselere tepki olarak ortaya çıkmış ve Hz. İsa’nın mesajını aslına döndüreceğini, yani kiliseyi ıslah edeceğini ifade etmişlerdir. Antropomorfik anlayışı öne çıkararak Tanrı’yı insan suretinde et ve kemikten bir varlık olarak tasavvur etmektedirler. Onlara göre Tanrı’nın çok sayıda çocuğu vardır ve İsa Mesih bunların en büyüğüdür. %10 kilise vergisi öderler. ABD başta olmak üzere elli milyon nüfuslarıyla bunlar da dünyaya yayılmışlardır. Teslisi reddederler. Baba’nın Oğul’un ve Kutsal Ruh’un birbirinden bedensel olarak ayrı üç birey olduğunu öğretirler. Bu üç ayrı birey, evrenin başkanlık konseyini oluşturmaktadırlar.

Babtistler

1682’de Peder William Screven tarafından Güney Karolina eyaletinin Charleston kentinde kuruldu. Babtist, Tanrı’ya inananların mutlaka vaftiz edilmesi, vaftizin de suya daldırma şeklinde olması gerektiğini savunan hareket mensuplarına verilen addır. 16. yüzyıl sonlarında cemaatlerini Devlet Kilisesinden bağımsız saymışlar, “Kutsallar Cemaati” adıyla aralarında bir birlik oluşturmuşlardır.

Metodistler

John Wesley (1703-1791) tarafından İngiltere’de kurulmuştur. Oxford Üniversitesinde “Kutsallar Kulübü” mensuplarının İbadet zamanlarına ve prensiplerine bağlılıkları sebebiyle bunlara “Metodistler” denmiştir.

Adventistler

William Miller (1782-1849) tarafından Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulmuştur. Felsefesini Hz. İsa’nın yakında geleceği anlayışı üzerine kurmuştur.

Üniteryanlar

Michael Servetus (1511-1539) tarafından Allah’ın birliği, Hz. İsa’nın tanrılaştırılamayaca- ğı inancını yerleştirmek üzere kurulmuş, ancak engizisyon mahkemesince diri diri yakı- larak öldürülmüştür.

Bunların dışında İsa Mesih Havariliği, Afrika Mesihçi Hareketleri, Nazareth Baptist Kilisesi, İsa Mesih Kilisesi, Hür Protestanlar, Hür Kardeşler, Mennonitler, Kutsal Askerler, Kuveykırlar (Dostlar Cemaati), Hıristiyan Cemaati Birliği, Katolik Havariler, İsa Mesih İmparatorluk Kardeşliği, Hıristiyan İlimleri Cemaati, Tanrısal Devlet Kilisesi, Tanrı Kilisesi, İsa Mesih Havariliği, Afrika Mesihçi Hareketleri gibi pek çok yeni dini hareket ortaya çıkmıştır.

Diğer Dinlere Bakışı

a. Kilise Merkezli, Dışlayıcı Geleneksel Yaklaşım

Buna göre, Hıristiyanlık dışındaki dinler insan uydurmasıdır. İnsanlığın kurtuluşuna vasıta olamaz. Kurtuluş yalnız İsa Mesih’in aracılığıyla Kilise’de kazanılır. Hıristiyan kiliselerinin büyük çoğunluğunun diğer dinlere yaklaşımı bu çizgidedir.

b. Çoğulcu Yaklaşım

Buna göre bütün dinler Tanrı’ya götüren eşit vasıtalardır. Farklı dinlerin tanrı bilgisi ve tecrübesinde farklı metotlar vardır. Bu görüşün savunucuları azınlık durumundadır.

c- Kapsayıcı veya Uzlaştırıcı Yaklaşım

Tanrının evrensel kurtarma iradesiyle, kurtuluşun sadece İsa Mesih ve Kilise’de olduğu görüşünü uzlaştırmaya çalışan bir görüştür. Kurtuluş bu gelenekleri de kapsar. Hıristiyanlık dışı dinlerde de Tanrı’ya götüren işaretler, manevi zenginlikler vardır. Ancak insanlığı kurtuluşa götürmekte yetersizdirler. İsa Mesih bunları tamamlar, mükemmel hale getirir. Bu görüşü savunanların sayısı da fazla değildir.

Hıristiyanların Yahudiliğe Bakışı

Hıristiyanlar Yahudilerin kutsal kitap külliyatları Eski Ahid’i de kutsal olarak kabul edip, inanç ve ibadetlerinde kullanırlar. Ancak Yahudilere olan yaklaşımları Eski Ahid’e olan yaklaşımlarından farklıdır. İncillere bakıldığında bu konudaki yaklaşımının ne kadar menfi olduğu, eleştiri sınırlarını aşıp hakarete varacak derecede sert bir üslup kullandığı görülmektedir. Hz. İsa ve onun yolunda gidenlerin yahudiler tarafından birçok kötü muameleye maruz bırakılmaları, kendilerine gönderilen peygamberleri öldürmeleri, Hz. İsa’yı ele vermeleri, Roma’nın Kudüs valisi Pontus Platus tarafından kendilerine teslim edilmesi için ısrar etmeleri, teslim aldıktan sonra haça gererek öldürmeleri, bu yüzden Tanrı katili oldukları, inatları, anlayışsızlıkları, nifak ve fesat çıkarmaları, yalancılıkları ve benzeri vasıflarıyla, Yahudiler İncil tarafından çok ağır eleştirilere tabi tutulmuşlardır. İncillerin bu yaklaşımı yüzyıllar boyunca Yahudilere büyük bir düşmanlık besleme ve zaman zaman bu düşmanlığı zulme dönüştürme şeklinde yansımasını göstermiştir. Ancak 1962-1965 yılları arasında yapılan II. Vatikan Konsili’nde ele alınan Din müntesipleri arası ilişkiler görüşmelerinde Yahudilerin de aynı kapsam içerisine alınmasına karar verilmiştir. Özellikle son yarım asırdır görülen Yahudi-Hıristiyan ittifakı tamamen siyasidir, dini ve kitabi içerikli bir ittifak değildir.

Hıristiyanların İslâm’a Bakışı

Hıristiyanların İslâm’a ve Müslümanlara karşı yaklaşımları İslâm’ın ilk yıllarında gayet esnek idi. Necran Hıristiyanlarında ve Habeşistan Hıristiyanlarında bu açıkça görülmüştü. Ancak Bizans İmparatorluğu’nun aynı zamanda bir Hıristiyan devleti olması İslâm’a ve Müslümanlara karşı sert yaklaşımlar içerisine girmesine sebep oldu. İslâm devleti güç- lenip Bizans’ı ve Avrupa’yı tehdit eder duruma geldikten sonra ise Ortaçağ’dan başlayarak her devirde İslâm’a karşı tamamen haksız ve iftira dolu büyük bir eleştiri yaklaşımı içerisine girdiler. Batı’da Oryantalizm çalışmaları içerisinde bu husus kendisini gösterdi. Özellikle Hz. Muhammed ile ilgili insaf sınırlarını aşan saldırı dolu metinler kaleme alındı. Haçlı seferleri asırlarca sürdü. Netice itibariyle 1962-1965 yıllarında yapılan II. Vatikan Konsili’nde Din müntesipleri arası ilişkiler çalışmaları kapsamında Müslümanlar da alındı. O tarihten itibaren yaklaşımlarda belli bir yumuşama oldu. Vatikan’da bir İslâm Sekreteryası kuruldu. Bazen bu sekreteryanın organizasyonuyla bazen de bunun dışındaki organizasyonlarla diyaloglar devam etmektedir. Bugünkü gelinen noktada Müslümanlara genel olarak tek Allah inancına bağlı, peygamber ve kitabı olan, dolayısıyla saygı duyulması gereken dindar insanlar gözüyle bakmaktadırlar.

Hinduizm’e ve Budizm’e Bakışı

Hıristiyanlık asırlar boyunca Hindistan bölgesinde bir varlık gösterememiştir. Ancak Hinduizm’in ve Budizm’in Batı’ya nüfuz etmeye başlaması, bu dinler üzerine daha ciddi eğilmelerine yol açmıştır. 16. Yüzyıldan sonra bu bölgelere sistemli misyon ve sömürgecilik hareketleri başlatmışlardır. II. Vatikan Konsili’ne kadar bu şekilde gelinmiş, ancak bu tarihten sonra misyon metotları içine konan “İnkültürasyon” (Hıristiyanlık değerlerinin başka dinlere ve kültürlere aşılarması) çalışmalarının merkezi Hindistan olmuştur. II. Vatikan Konsil kararında Hinduizm ve Budizm’den övgüyle söz edilmiştir. Saygı, diyalog, misyon, inkültürasyon ve “Mesihi tamamlama” kavramlarıyla İyi ilişkiler kurulacak, sonra da o dinlerde ve kültürlerdeki manevi ve ahlaki değerler korunarak, Hıristiyan öğretisi aşılanarak geliştirilecek ebedi kurtuluşları tamamlanacaktır. Bu plan dahilinde onlardan “Putperestler” olarak söz edilmeyecektir. Böylece Hinduizm gerçek Tanrı’ya yönelişin bir yolu sayılmıştır. Hinduizmle ilişkilerde olduğu gibi, Buda’nın da Mesih olduğu söylenir. Buda’nın öğretileri Hıristiyanlık açısından yorumlanarak, Budizm’in aslında tanrısız din olmadığı iddia edilir.

Adam, B (2002), Yahudilik ve Hıristiyanlık Açısından Di- ğer Dinler, İstanbul. Aydın, M (1995), Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ankara. Erbaş, A. (2004), Hıristiyanlık, İstanbul. Erbaş, A. (2003), Hıristiyanlık’ta İbadet, İstanbul. Erbaş, A (2004), Hıristiyanlık’ta Reform ve Protestanlık Tarihi, İstanbul. Sarıkçıoğlu, E (2002), Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Isparta. Testas, G-Testas, J. (2003), Ortaçağ Hıristiyan Dünyasında Dinsel Şiddet, Engizisyon, Çev. A. ERBAŞ, İstanbul. Erbaş, A. (2003). “İncil’de Yahudi İmajı”, EKEV Akademi Dergisi, 7/17, Güz, s.1-18.

 



Giriş to leave a comment