Yahudilik, üç ilahi kaynaklı dinden biri ve kronolojik olarak en eskisidir. Hıristiyanların dinine Hıristiyanlık adını Hz. İsa vermediği gibi, Yahudilerin dinine de Yahudilik adı Hz. Musa tarafından verilmemiştir. Yahudi halkının inancı anlamında Yahudilik adı, Hz. Musa’dan çok sonra verilmiştir. Yahudilerin dini Yahudilik adını almadan önce, kavmin adına bağlı olarak “İbranilerin dini” veya “İsrailoğullarının dini” olarak adlandırılıyordu. M.Ö. 538’de Babil Esareti sona erip Yahudiler Filistin topraklarına döndüklerinde, Yahuda adı verilen bölgede yaşayanlar, çoğunluk itibarıyla Yahuda kabilesine mensuptu ve Ezra ile kutsal kitaplarına kavuşan bu halkın dinine, halkın adına bağlı olarak, Yahudilerin dini anlamında Yahudilik adı verilmiştir.
Hz. Musa’nın İsrailoğullarına tebliğ ettiği din, ilahi vahye dayanıyordu ve Hz. Musa’ya verilen kitapta esasları belirtilen bu dinin merkezinde kutsal kitap Tevrat vardır. Hz. Musa ise sadece ilahi vahyi alıp insanlara bildiren ve yaşayışı ile örnek olan bir peygamberdir. Bu dinin çerçevesi ve temel kuralları Tevrat’ta belirlenmiştir ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberler hep bu Tevrat’ın hüküm ve kurallarını öğütlemiş ve uygulamışlardır.
Yahudilik’te din ile etnisite iç içe geçmiştir ve Yahudi dini, Yahudi tarihi içinde teşekkül ettiğinden, bu dini bilmek için Yahudi tarihini de öğrenmek gerekmektedir. Yahudiler, Orta Doğuda tarih sahnesine çıkmış bir kavim olmalarına rağmen, asırlar boyu dünyanın değişik yörelerinde çeşitli milletlerin arasında, kendi öz kimlik ve kişiliklerini koruyarak varlıklarını sürdürdükleri için, tarih boyunca hep bir Yahudi sorunu söz konusu olmuştur. Diğer taraftan Yahudi Kutsal Kitabı aynı zamanda İsrailoğullarının tarihidir ve bu kitap, Hıristiyanlarca da kutsal kabul edilmekte, Kur’an-ı Kerim’de de onlardan geniş ölçüde bahsedilmektedir. Dolayısıyla gerek Hıristiyanlığın arka planını oluşturduğu için gerekse Müslümanlar açısından, inanışları, davranışları, Kur’an’ın onlar için koyduğu de- ğer hükümleri yönünden Yahudilik önemlidir ve ortak noktalar ile evrensel ahlak ilkeleri açısından bilinmesi gerekmektedir.
Temel Kavramlar: İbrani, İsrail, Yahudi Ve Yahudilik
Yahudilik, Yahudilerin dinidir ve Yahudileri tanımlamak için birçok terim kullanılmaktadır ki bunların başında İbrani, İsrail ve Yahudi kavramları gelmektedir. Yahudi kavmini ifade etmek için kullanılan bu kavramların üçü de belli bir şahıs veya kavimle bağlantılıdır ve belli bir soya bağlı topluluğu ifade etmektedir.
Yahudiler kendilerinin İbrani Abram’dan (Hz. İbrahim) geldiklerine inanmakta, kutsal kitaplarının diline İbranice denilmekte, dinlerini ve milliyetlerini adlandırırken Yahudi terimi kullanılmakta, diğer taraftan İsrail oğulları diye bilinmekte ve Filistin’de 1948’de kurdukları devlet İsrail diye adlandırılmaktadır.
İbrani
Yahudilerin ulu ata kabul ettikleri Hz. İbrahim, Tevrat’ta İbrani olarak takdim edilmektedir (Tevrat/Tekvin 14/13). Yahudi inancına göre Hz. Adem’den sonra insanlığın ikinci atası Hz. Nuh’tur. Adem’le Nuh arasında on, Nuh ile İbrahim arasında da on nesil vardır. Nuh’un üç oğlundan Sam’ın soyundan gelenlere sami kavimler denilmektedir. Sam’ın soyundan gelen Eber, Hz. İbrahim’in büyük atasıdır ve Hz. İbrahim’e, Eber’in (Ever) soyundan geldiği için İvri (İbrani) denildiği gibi Eber’in bütün çocuklarına da (Tevrat/Tekvin, 10/21) İvrim (İbraniler) denilmektedir. Bir yoruma göre ise Eber (Ever), öte yaka demektir ve Hz. İbrahim ile beraberindekiler Filistin topraklarına, Fırat nehrinin öte yakasından geldikleri için, “öte yakanın insanları” anlamında bu ad verilmiştir. Dilcilere göre ise İbrani (ivri) kelimesi, bir kavim adı olan Akadça habiru veya hapiru’dan gelmektedir.
İbrani kelimesi, Eber’in çocukları anlamında çok geniş bir kavimler topluluğunu ifade etmekte (Tekvin 10/21), bu kavimler içinde İbraniler yer aldığı gibi (Tekvin 11/16-26), Yoktan soyundan gelen Araplar (Tekvin 10/25-30) ve Nahor kanalıyla gelen bazı Arami kabileler de yer almaktadır. Eber kelimesi, bütün bu kavimlerin müşterek adıdır. O soydan gelen Hz. İbrahim de İbrani diye nitelenmektedir. İbraniler, içinde İsrailoğullarının da bulunduğu kavimler topluluğunu ifade etmekle beraber, Tanah’ta İbraniler adlandırması, İsrailoğulları için kullanılmakta, böylece İbrani kelimesi, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub ile onların çocuklarını tanımlamaktadır.
İsrail
İsrail (Yisrael) terimi iki kelimeden oluşmaktadır ve kelimenin ilk kısmını oluşturan İsra (Yisra) kelimesi, kesin olmamakla birlikte “üstün gelmek, parlamak, şifa vermek, güreş- mek, güçlü kılmak” gibi anlamlara, sonundaki “el (il)” ise tanrı anlamına gelmektedir. Tevrat’a göre bu terim, Yakupla güreşen birisi tarafından ona verilmiştir ve “ El (Allah) ile uğraşan, güreşen, Tanrıya karşı güçlü olan” anlamındadır. Tevrat’ta anlatıldığına göre bir gece çölde Yakup, bir adamla karşılaşmış ve güreşe başlamışlar, sabaha kadar süren güreş sonunda, güreştiği kişi Yakub’a “Artık sana Yakup değil, ancak İsrail denilecek; çünkü Allah ile ve insanlarla uğraşıp üstün geldin” demiştir (Tevrat/Tekvin 32/22-32). Yahudi kutsal kitabının Hoşea bölümüne göre (12/5) ise Yakub’un güreştiği kişi Tanrının meleğidir.
Tevrat’ın bu yorumunun halk etimolojisi olduğunu belirten dilcilere göre en kuvvetli ihtimal, kelimenin “güçlü olmak” kökünden geldiği ve “Tanrı güçlüdür” anlamı taşıdığı şeklindedir.
İsrail kelimesi, Sina’da yapılan sözleşmeden (Tevrat/Çıkış 19/3 vd.) itibaren Yahudi tanrısı Yahve’nin, kendi kavmi olarak seçtiği ve Yahveyi kendilerine tanrı olarak seçen oniki kabileyi ifade etmekte, İsrail denilince bu karşılıklı seçim fikri ve yapılan dini anlaşma anlaşılmaktadır. Yahudiler, Hz. Yakup’tan Hz. Süleyman’ın vefatına kadar İsrail ve İsrail oğulları olarak anılmıştır. Hz. Süleyman’dan sonra devlet ikiye bölünmüş, on kabilenin oluşturduğu kuzeydeki krallığa İsrail, iki kabilenin oluşturduğu güneydeki krallığa ise Yahuda adı verilmiştir. İsrail krallığı M.Ö. 722’de Asurlular tarafından yıkılmış, Babil sürgünü sonrasında “Yahudi” ismi ön plana çıkmış ve İsrailoğulları, Yahudi olarak anılmaya başlamıştır ancak İsrail ismi de kullanılmaya devam etmiştir. Bugün Yahudiler, Yahudi isminin yanında İsrail ismini de kullanmaktadırlar. Yahudi geleneğine göre İsrail, bir halka verilen isimdir. Bu halkın yaşadığı topraklara İsrail Toprağı (Eretz Yisrael), kurduğu devlete de İsrail Devleti denir. 1948’de Filistin’de kurulan devletin vatandaşlarına, etnik kökenine bakılmaksızın İsraeli (İsrailli) denilmektedir.
Günümüzde İsrail adı, Hz. İbrahim, İshak ve Yakup yoluyla gelen ve aynı Tanrıya imanda birleşmiş bütün kavim için kullanılmaktadır. Hem Yakubun ismi olması sebebiyle etnik vurguya hem de kendisine yüklenen anlam itibariyle manevi vurguya sahip olan İsrail (Yisrael) ve İsrail oğulları (Bene Yisrael) kelimeleri Tanahın yanında Talmud’da da yaygın olarak kullanılmaktadır.
Yahudi teolojisinin asli unsurlarından olan İsrail kavramı, hem Tanrı’nın seçip ahitleştiği kutsal topluluk manasında İsrailoğulları kavmini hem de Tanrı tarafından ahit kapsamında İsrail oğullarına verilen ve kutsal topraklar olarak adlandırılan Filistin bölgesini ifade etmektedir. Kutsal topluluk ve kutsal topraklar ifadeleri, Yahudi anlayışına göre gerek kavim gerekse coğrafi bölge olarak İsrail’in sahip olduğu merkezi konumu dile getirmektedir.
İsrail kavminin kutsallık vasfını kazanması Tanrı’nın kendilerini seçip ahitleşmesiyle bağlantılı olarak ortaya konmuştur: “Siz Tanrınız Rab için kutsal bir kavimsiniz. Tanrı- nız Rab, kendi has kavmi olmanız için yeryüzündeki bütün milletler arasından sizi seçti” (Tevrat/Tesniye 7/6). İsrail Tanrısı, tüm kainatın yaratıcısı olmakla birlikte, İsrail’e ahit bağıyla bağlıdır ve bu bağ, baba-oğul, anne-çocuk gibi metaforlarla ifade edilmektedir. İsrail’in seçilmiş kutsal kavim olması Tanrıyla yapılan ahit sonucudur ve Tanrıyla iki ahit yapılmıştır. Biri İbrahim ile yapılan, İshak ve Yakup ile yenilenen ahittir ki bu ahite göre Tanrı, İbrahim ve neslini kutsamaktadır. İkinci ahit Musa vasıtasıyla yapılan ahittir ki bunda Tanrının ve İsrail oğullarının uymaları gereken hususlar belirtilmiştir. Buna göre İsrail oğulları yalnızca İsrail Tanrısını sevip Ona itaat etmek ve Tevrat emirlerine uymakla yükümlü kılınırken; itaat durumunda İsrailin tüm milletlerden üstün tutulması; bolluk, bereket ve zaferin onlara tahsis edilmesi; itaatsizlik durumunda ise kutsal toprakları kaybetmeleri ve diğer milletlerin elinde eza çekmeye mahkum bırakılmaları söz konusu olmaktadır. Bir taraftan İsrailoğullarının atası olan Yakub’un Tanrı veya Onun meleği ile güreşmesi dolayısıyla gücü ve dayanıklılığı, diğer taraftan Tanrı’nın seçilmiş kavmi oldukları inancı İsrailoğullarının ırki üstünlük iddiasında bulunmalarına yol açmış, kendilerini imtiyazlı görerek diğer insanları hakir görmüşlerdir.
İsrail terimi Kur’an’da iki yerde Hz. Yakub’un adı veya lakabı olarak (Al-i İmran 3/93; Meryem 19/58) ve kırkbir yerde de Beni İsrail (İsrailoğulları) şeklinde geçmektedir. İsrail kelimesi müslüman bilginlere göre “Allah’ın kulu, seçtiği, gece yürüyen” anlamlarına gelmekte, Hz. Yakub’un çocuklarına da İsrail oğulları (Beni İsrail) adı verilmektedir. Yehud kelimesi sadece Medeni surelerde geçtiği halde İsrailoğulları (Beni İsrail) adlandırması Mekke dönemi surelerinde ve daha çok İslâm öncesi dönemde vuku bulan olayların söz konusu edildiği ayetlerde geçmektedir. İslâmi kaynaklarda Beni İsrail, Yakub’un soyundan gelen ve ırken Yahudi olanları, Yehûd ise hem bunları hem de başka ırklardan olup bu dine girenleri ifade etmektedir.
Kur’an İsrailoğullarından bahsederken onların geçmişteki durumlarını ve kendilerine verilen nimetleri hatırlatmaktadır. Finavun’un zulmünden ve denizde boğulmaktan kurtulmaları, çöldeki yiyecekler, kayadan su fışkırması bu nimetlerden bazılarıdır (Bakara 2/40, 47, 122; Araf 7/105, 134; Yunus 10/93; Taha 20/47, 80).
Diğer taraftan Allah’a kulluk etme, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapma, peygamberlere inanıp onları destekleme gibi konularda söz alınmış, karşılı- ğında günahlarının bağışlanacağı, cennet gibi bir ülkeye kavuşturulacakları vaad edilmişti (Bakara 2/83; Maide 5/12, 70). Ancak Tevrat’a göre onlar Musa ve Harun’a karşı gelmişler (Sayılar 16/2-3), Rabbin gözünde kötü olanı yapmış, Yahve’yi bırakıp Baal ve Molok gibi ilahlara, bu arada altın buzağıya tapmış (Çıkış 32/1-6; I. Samuel 7/3-4), Allah’a verdikleri sözü tutmamış, ahidlerini bozmuş, peygamberleri öldürmüşlerdir (I. Krallar 19/14). Benzer ithamlar Kur’an’da da yer almaktadır (Bakara 2/83; Maide 5/70, 110; İsra 17/4; Taha 20/94).
Yahudi Terimi
Yahudi kelimesinin aslı İbranice Yehudi’dir (çoğulu Yehudîm) ve bu kelime Grekçe’ye Ioudaios, Latince’ye Iudaeus olarak geçmiştir. Kelime başlangıçta bir şahıs adıdır. Hz. Yakub’un dördüncü oğlunun adı olan Yehudah (Yeuda), Tanrıya teşekkür anlamındadır. Bu kelime daha sonra Yehudah’ın lideri olduğu kabilenin, bu kabilenin yerleştiği bölgenin (Kudüs merkez olmak üzere Güney Filistin), bu bölgede kurulan krallığın (Yahuda Krallığı) ve bu krallık bünyesinde yaşayan Yahuda ve Bünyamin kabileleri ile Levililerin ve nihayet, Babil Esareti (M.Ö. 587-535) sonrasında, Yahuda’nın soyundan gelsin veya gelmesin, bütün İsrail oğullarının adı olmuştur.
Bir Kitab-ı Mukaddes tabiri olarak Yehudi kelimesi Güneydeki Yahuda Devleti Üyelerini (Nehemya ½; Yeremya 32/12; 40/119 veya diğer miletlerin aksine, esaret sonrası İsrail halkını (Ester 9/15-19; Daniel 3/8; Zekarya 8/23) veya Babil Esareti sonrasında Kudüs’te Yahve ibadetine tabi olanları (Ester3/4-6; Daniel 3/8) ifade etmektedir.
Kur’an’da bu kelime Yehûdî şeklinde tekil veya Yehûd şeklinde çoğul veyahut Hûd şeklinde geçmekte, Hâdû ve hüdnâ şeklinde çekimli şekilleri de yer almaktadır. Kelimenin Arapça olmadığını söyleyenlerin yanında, “Hakka dönmek, tevbe etmek” anlamında Arapça hvd kökünden geldiğini ileri sürenler de vardır. Kur’an’da, Medine’de nazil olan surelerde hvd kökünden türeyen kelimeler ve Yehud kelimesi geçmekte, Yahudilerin, İslâma cephe alışları ve geçmişte yaptıkları kötülükler hatırlatılmaktadır.
Kur’an’da Yahudilerden Beni İsrail ve Yehud, Hûd gibi terimlerle bahsedilmekte, Mekke dö- neminde onlara geçmişte verilen nimetlerden, onların alemlere üstün kılındığından söz edilmekte fakat Medine döneminde nazil olan ayetlerde ise onların bozguncu oldukları, peygamberlerini öldürdükleri, inananlara düşmanlık ettikleri, sözlerinde durmadıkları, Allah’ı bırakıp putlara taptıkları ve diğer özellikleri nakledilmektedir. Kur’an’ın, Yahudilerle ilgili dile getirdiği olumsuzlukların hiçbiri iftira değil, tarihi gerçeklerdir. Yahudi kutsal kitabında da onların çok sayıdaki kötülükleri ve kötü huyları, bizzat Tanrı tarafından belirtilmektedir.
Yahudi kelimesi hem bir milleti hem de o milletin inanç, kültür ve geleneğini ifade etmektedir. Batıda İsa’yı çarmıha gerdirmekle itham edilmeleri ve milletler arasında ayrı gruplar olarak yaşamaları sebebiyle kapalı ve karanlık cemaatlerle ilişkilendirilmiş, tehdit olarak algılanmış dolayısıyla da Yahudi kelimesi küçük düşürücü ve hakaret anlamı kazanmıştır. Bu sebeple de Yahudiler, Hıristiyan ülkelerde İsraeli ismini, Müslüman ülkelerde de Yahudi ismi aşağılayıcı ve kötü bir anlamda kullanıldığı için Musevi ismini kullanmayı tercih etmişlerdir.
Yahudi Kimdir?
Günümüzde yaygın olarak kullanılan Yahudi kelimesi, çeşitli Yahudi gruplar tarafından Yahudi kimliğinin farklı unsurlarını oluşturan dini, kültürel ve etnik yönüyle tanımlanmaktadır. Aslında tüm bu dini, kültürel ve etnik unsurlar, sıralaması değişse bile, hemen tüm Yahudi tanımlamalarında mevcuttur. Yahudi dini hukukuna göre Yahudi isimlendirmesi, Yahudi anneden doğan veya usulüne uygun olarak Yahudiliğe kabul edilen kişiyi ifade etmektedir.
Geleneksel Yahudi hukukuna göre bir kişinin yahudi kabul edilmesi öncelikle Yahudi bir anneden doğmuş olma şartına bağlıdır. Yahudi olunmaz, Yahudi doğulur sözü de bu temel kuralı yansıtmaktadır. Dolayısıyla baba Yahudi olsa bile, anne Yahudi değilse çocuk Yahudi sayılmamaktadır.
Ancak Yahudi dini hukukunun bu temel prensibinin yanında, Yahudi dinine girmek isteyenlere de müsaade edilmiş, kapı açık tutulmuştur. Yahudi doğmadığı halde Yahudi olmak isteyenlerin belli bazı safhalardan geçmesi gerekmektedir. Bunun için de önce bir hazırlık ve eğitim safhası söz konusudur. Bu dönemde adayın Yahudi olma niyetinin samimi olup olmadığı değerlendirilmekte ve Yahudi dininin temel özellikleri öğretilmektedir. Yahudiliğe geçişin temel prosedürü erkek için sünnet olma, ayrıca erkek ve kadın için mikve adı verilen bir havuzda tümüyle suya dalma (tevilah) ve Yahudi şeriatının emirlerini kabul etmedir. Dine girişteki uygulamaların bir kısmı Reformist ve Muhafazakar Yahudilerce kabul edilmemektedir.
Reformist Yahudiliğe göre Yahudi baba ve Yahudi olmayan anneden olan çocuk Yahudidir. Reformist Yahudilerin bu kararı, Ortodoks ve Muhafazakar Yahudilerce tepkiyle karşılanmıştır. Laiklere göre bu konu dini olmaktan ziyade milli bir hüviyet arz etmektedir. Bunlara göre kendini Yahudi halkından sayan herkes Yahudidir. Sartre gibi bazıları düşünürlere göre de Yahudi olmayanlar tarafından Yahudi sayılan herkes Yahudidir.
Kimin Yahudi olup olmadığı konusu İsrail’de siyasi ve pratik hayat açısından önemli bir husustur. İsrail’de 1950’de çıkarılan “Dönüş Yasası” her Yahudi’ye, İsrail’e göç etme ve İsrail vatandaşlığına alınma imkanı veriyordu. Kanun orijinal şekliyle, kişinin Yahudi olup olmadığını bilme yönünden bir işaret taşımıyor, Yahudi olduğunu söyleyen herkesi Yahudi olarak kaydediyordu. Yahudi dini hukuku açısından konuya yaklaşanların baskısı üzerine, dönemin İsrail Başbakanı David Ben Gurion, dünyadaki önemli elli Yahudi dü- şünüre bir soru yönelterek, kendilerine göre Yahudi oluşun kriterini sordu ve çoğunluk, temel kriter olarak Yahudi dini hukukunu (Halahah) gösterdi. Daha sonraki gelişmeler sonucu Yahudi oluşun temel kriteri olarak bir Yahudi anneden doğma veya Yahudi dinine girme şekli geçerli kabul edildi.
Dini ve etnik unsurların Yahudi tarihi boyunca iç içe geçmesine paralel olarak Yahudi kimliği temelde hem etnik hem de dini unsuru aynı anda barındırırken ve geleneksel bi- çimiyle doğum veya ihtidaya dayalı dini aidiyeti esas alırken; günümüzde Yahudi kelimesi dini bağlılığın yanı sıra hatta daha fazla, söz konusu diniliği aşacak ve bazan da dışlayacak şekilde etnik veya sosyo-kültürel kimlik biçiminde tanımlanmaktadır.
Yahudilik Nedir?
Yahudilik, “Yahudilerin mensup olduğu dini gelenek” veya “Tanrı’nın Yahudiler için takdir ettiği din” şeklinde de tanımlanmaktadır. Yahudilik, Hz. İbrahimi referans olarak kabul eden monoteist din ailesinin üç halkasından biri ve en eskisidir. Aslı ve temeli ilahi vahye dayanan bu üç dinin ortak ve benzer noktaları vardır. Yahudilik, Hıristiyanlık ile kutsal kitap, seçilmişlik ve kurtuluş kavramlarını paylaşmaktadır. Çünkü Yahudi Kutsal kitabı, Hıristiyanlarca da kutsal kabul edilmektedir. Öte yandan Yahudi tarihi, Hıristiyanlığın arkaplanıdır ve her iki dine göre de İsrail oğulları, Tanrının insanlık için hazırladığı ve İsa’yı göndererek tamamlayacağı kurtuluş planında seçilmiş bir kavim olarak rol almaktadır. Ancak Yahudilik, Hz. İsa’yı Tanrının oğlu veya peygamber olarak, İncili de kutsal kitap olarak kabul etmemektedir.
Diğer taraftan bir ve tek tanrı inancı ile dini hukuk ve pratiğe yönelik vurgu yönünden de Yahudilik, İslâm dinine yakın bir konumdadır. Çünkü her iki din de Tanrı’nın birliği üzerinde ısrarla durur ve her iki din de kitaba, dolayısıyla dini hukuka dayalıdır. Ne var ki İslâm, Hz. Musa’yı büyük bir peygamber, Tevrat’ı da ilahi vahye dayanan kutsal bir kitap olarak kabul ederken Yahudilik, İslâm’ı hak din, Hz. Muhammed’i peygamber ve Kur’an’ı da ilahi kitap olarak kabul etmemektedir.
Yahudilik, hem dini hem de milli boyutu olan bir kavramdır. Yahudilik, kişinin hayatının bütününü kuşatan bir hayat tarzı, bir kültürdür. Yahudilik, monolitik bir sistem olmaktan ziyade, Yahudilerin çeşitli dönemlerde farklı kültürlerle yaşadıkları tecrübe ve karşılıklı etkileşimler neticesinde biçimlenen, gelişen ve değişen bir dinamizme sahiptir. Yahudilik olgusu tarih boyunca ortaya çıkan tüm etnik, coğrafi ve sair ayrışmaların üstünde, ahit yoluyla birbirine bağlanmış tek bir topluluk ve tek bir kavim olma tecrübesini ve idealini taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle Yahudilikte bir dini ya da sistemi benimsemenin ötesinde, bir topluluğun parçası olma bilinci yani inançtan ziyade aidiyet esas olmaktadır.
Yahudiliğin en belirgin özelliği, politeist bir ortamda tek Tanrı inancını (monoteizm) yerleştirmesidir. Gerek Tevrat’taki On Emir’de gerek Tanah’ın diğer bölümlerinde ve peygamberlerin mesajlarında üzerinde ısrarla durulan temel konu Tanrı’nın birliği ve başka ilahlara kulluğun yasaklanmasıdır.
Yahudiliğin diğer bir özelliği de Tanrı-insan ilişkisine, özelde de Tanrı-İsrail ilişkisine yaptığı özel vurgudur. Tanrının İsraili kendi has kavmi olarak seçmesi şeklinde ortaya konan ve beraberinde Yahudi-Yahudi olmayan ayrımını getiren seçilmişlik doktrini ile buna bağlı olan ahit, kutsal toprak ve kurtuluş kavramları Yahudiliğin merkezinde yer alan unsurlardır. Yahudiliğe göre Tanrı, İsrail oğullarını seçmiş, Musa vasıtasıyla verdiği Tevrat yoluyla da onlarla bir ahit (sözleşme) yapmış, bu sözleşmeye uydukları takdirde onları kendi has kavmi yapacağını bildirmiş, onlara vadedilmiş toprakları, şartlara uydukları takdirde ebedi mülk olarak vermiş ve onların kurtuluşa ereceklerini vadetmiştir. Geleneksel Yahudiliğin merkezinde yer alan Tanrı-Tevrat-İsrail üçlemesi, tüm çeşitliliğine rağmen modern Yahudi oluşumlarının da temelinde bulunmaktadır. Nitekim Yahudilik, Tanrı’nın Tevrat’ı İsraile vermesi ya da İsrail’in Tevrat’ı Tanrı’dan alıp kabul etmesiyle başlayan ve merkezinde bu hadisenin ve ilgili inancın yer aldığı bir oluşumu ifade etmektedir.
Yahudilik’te dogmalar koleksiyonu yoktur. İnanca yönelik pek çok konu, sonraki dö- nemlerde dogmalaştırılmıştır. Yahudilik inanca yönelik esaslar ve teolojik tartışmalardan çok, Tevrat ve diğer dini literatürde ifadesini bulan dini kurallara (şeriat) önem vermektedir. Yahudilik, her şeyden önce bir eylem ve gelenek dinidir. Yahudi kimliğini belirleyen temel kıstas ne düşündüğünden ve neye inandığından ziyade, ne olduğun ve ne yaptığın sorusu olmuştur.
Yahudilik, Yahudi bir anneden doğmayı esas alan milli bir din hüviyetinde olmakla birlikte gerek tarih boyunca gerekse günümüzde Yahudi olmayanları da Yahudiliğe kabul etmektedir. Yahudilik, dini kurallarının bütün insanlığa uygulanabilirliği ölçüsünde evrensel bir din olarak tanımlanabilmekle birlikte bu dinde Yahudi ve Yahudi olmayan ayırımı vardır ve geleneksel Yahudiliğe göre Yahudiler Tevrat’ta yer alan 613 emri, Yahudi olmayanlar ise Nuh’un yedi kanununu uygulamakla yükümlüdür.
Tarihsel Süreç
Yahudiler kendilerinin büyük ata İbrahim’den geldiklerine inanmaktadırlar. İsrail oğullarının ve İsrail dininin kökeni Yahudi geleneğinde ilk İbrani atası, ilk monoteist ve aynı zamanda ilk Yahudi kabul edilen İbrahim’e dayandırılmaktadır. Tevrat’taki anlatıma göre göçebe bir Arami olan İbrahim, Mezopotamya’da Kaldelilerin Ur kentinde doğmuş, daha sonra babası Terah ve ailesiyle birlikte Harran’a gitmiş, orada bir müddet kaldıktan sonra, Tanrının emri doğrultusunda, ailesini ve yeğeni Lut’u da alarak Kenan (Filistin) topraklarına göç etmiştir. Kenan topraklarında kıtlık başgöstermesi üzerine Mısır’a gitmiş, Mısır firavunu kendisine yeterli miktarda yiyecek ile cariye olarak da Sara’ya, Hacer’i vermiş- tir. Ömrünün büyük bir kısmını çocuk sahibi olamadan geçiren İbrahim, neslinin bol ve bereketli kılınmasına yönelik ilahi vaadin bir tecellisi olarak geç bir yaşta önce cariye Hacer’den doğma İsmail’in (Yişmael), ardından karısı Sare’den doğma İshak’ın (Yitshak) babası olmuştur. Sara tarafından kıskançlık sebebiyle istenmeyen Hacer, oğlu İsmail ile birlikte evden uzaklaştırılmış ve onlar Paran çölünde yaşamışlar, İsmail Mısırlı bir kadınla evlenmiş ve on iki oğlu olmuştur. İshak ise babası tarafından kurban edilmek istenmiş fakat bu sınavı başaran İbrahim’e, oğlu yerine bir kurban verilmiştir.
İslâmi kaynaklara ve geleneğe göre Urfa’da doğan Hz. İbrahim, başta putperest babası Azer olmak üzere putperest kavmiyle mücadele etmiş, taptıkları nesnelerin ilah olamayacağını belirtmiş, hatta putları kırmış ve bu sebeple de ateşe atılmış, ilahi yardım ile ateşte yanmaktan kurtulan İbrahim, kavmini terkederek göç etmiş, ilerlemiş yaşında evlat sahibi olmak için dua etmiş ve önce Hacer’den İsmail, daha sonra da Sara’dan İshak doğmuştur. İslâmi kaynaklara göre Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i annesiyle birlikte Mekke’nin bulunduğu yere getirmiş, İsmail belli bir yaşa gelince onu kurban etmek istemiş fakat yerine bir kurban verilmiş, böylece İsmail, kurban edilmekten kurtulmuş, baba İbrahim de bu büyük sınavdan başarıyla çıkmıştır. Yahudi inancına ve Tevrat’ta belirtildiğine göre İshak, kurban edilmek istenmiştir fakat Hz. İbrahim’n, oğlu İsmail’i kurban etmek istemesi daha doğ- rudur çünkü İbrani geleneğine ve Tevrat’a göre her şeyin ilki Tanrının hakkıdır. Kendisi diğer eşi Sara ile birlikte Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim, daha sonra Mekke’nin bulunduğu bölgeye giderek, orada yaşayan oğlu İsmail ile birlikte sadece temelleri bulunan Kabe’yi inşa etmiş ve insanları, Allah’ın evi kabul edilen Kabe’yi ziyarete yani hacca davet etmiştir.
Yahudilerin iddialarının aksine Kur’an İbrahim’in,Yahudi veya Hıristiyan olmadığnı, çünkü Tevrat ve İncil’in ondan sonra nazil olduğunu belirtmektedir (Al-i İmran 3/65, 68).
Tevrat’ın bildirdiğine göre Hz. İbrahim, 175 yaşında vefat etmiş ve bugün Halilurrahman (Hebron) denilen yerde defnedilmiştir. Kutsal kitapta anlatılan olaylarla ilgili kronolojik bilgiler oldukça tartışmalıdır ancak İbrahim’in M. Ö. XXII-XIX. yüzyıllar arasında, muhtemelen 2000’li yıllarda yaşadığı tahmin edilmektedir.
Yahudi inancına göre Adem’den on nesil sonra gelen Nuh’un üç oğlundan Sam’ın soyundan İbrahim’in, İbrahim’in oğullarından İshak’ın, İshak’ın oğullarından Yakub’un ve nihayet tüm Yakup soyunun Tanrı tarafından seçilmişliği söz konusudur. Bu doğrultuda İbrahim, İshak ve Yakup’tan oluşan üç büyük İbrani atasının ve başta Yusuf olmak üzere Yakub’un oniki oğlunun hikayeleri ve Mısır’a yerleşme süreçleri Tevrat’ın Tekvin bölümünde detaylı biçimde anlatılmaktadır. Tevrat’a göre İsmail, cariye Hacer’in oğlu olduğu için dışlanmıştır ve İbrahim’in soyu İshak ile devam etmiştir. Buna göre İbrahim’den sonra ilahi va’de layık olan oğlu İshak da Filistin bölgesinde yaşamış, onun da iki oğlu olmuş fakat kutlu soy, oğlu Yakup ile devam etmiş, o da babası gibi yine aynı topraklarda yaşamıştır.
Yakub’un oniki oğlundan Yusuf ’a kardeşlerinin komplo kurması ve Yusuf ’un Mısır’a intikali, orada önemli bir mevkide görev yapması Tevrat’ta ve müstakil bir sure olarak Kur’an’da yer almaktadır. Yusuf, babası Yakup ile diğer kardeşlerini de Mısır’a getirmiş ve böylece İsrail oğullarının dört asır sürecek olan Mısır hayatı başlamıştır. İsrail oğullarının Yusuf vasıtasıyla Mısır’a gelişleri, Mısır’daki Hiksos saltanatı (1720-1550) döneminde olmuştur ve İsrail oğulları Mısır’da 430 sene (Tevrat/Çıkış 12/40-41) kalmışlardır.
Hz Musa
Hz. Musa, Tanrı tarafından peygamber olarak seçilen, İsrailoğullarını Firavunun zulmünden kurtarmakla görevlendirilen, daha sonra da kendisine Tevrat verilen bir peygamberdir ve Yahudilere göre peygamberlerin en büyüğüdür. Hz. Musa, Hz. Yakub’un on iki oğlundan Levi’nin soyundan gelmektedir. Babasının adı Amram, annesinin adı Yokebed’dir. Hz. Musa’nın dünyaya geldiği dönemde Mısır’a, artık kendileri de göçebe olan Hiksoslar değil, Mısır’ın yerli sülaleleri hakimdi ve onlar, İsrail oğullarına aşırı baskı uyguluyorlardı. İsrailoğullarının nüfusunun aşırı ölçüde artmasından endişe eden yönetim, İsrail oğullarından doğacak her erkek çocuğun öldürülmesini de emretmişti. İşte böyle bir dönemde Musa dünyaya gelmiş, annesi onu bir müddet gizlemiş fakat daha fazla gizleyemeyeceğini anladığında bir sepet içinde nehre bırakmış, Tevrat’a göre Firavun’un kızı tarafından saraya alınmış, Firavun tarafından evlat edinilmiştir. Tahtın varisi olarak hazırlanan Musa devlet yönetimi, askeriye ve diplomaside geleceğin devlet adamı olarak yetiştirilmiştir.
Peygamberliği
Tevrat’a göre ömrünün kırk yılını Mısır’da geçiren Musa, istemeden bir Mısır’lının ölümü- ne sebep olunca Mısır’dan kaçarak Medyen’e gitmiş, Tevrat’a göre kırk, Kur’an’a göre ise on yıl orada kalmış, Şuayp peygambere damat olmuş, daha sonra Mısır’a dönerken Sina da- ğında ilahi vahye mazhar olarak peygamber seçilmiş ve Firavun’a giderek İsrail oğullarını Mısır’dan çıkartmakla görevlendirilmiştir. Hz. Musa, Medyen dönüşünde çölde geceleyin dağda bir ateş görmüş, ateşe yaklaştığında kendisine seslenilerek peygamber seçildiği ve Firavun’a giderek İsrailoğullarını zulümden kurtarması istenmiş ve kendisine, asa ve beyaz el mucizeleri verilmiştir.
İsrailoğullarını Mısır’dan Çıkarışı
Kardeşi Harun ile birlikte, Firavun’a giden Musa, İsrailoğullarını salıvermesini istemiş fakat Firavun kabul etmemiştir. Bunun üzerine Firavun ve Mısır halkına çeşitli musibetler gelmiştir. Sis, at sineği, tatarcık, suların kana dönüşmesi, kurbağa yağması gibi musibetler gelmiş, her musibet gelişte İsrailoğullarını salıvereceğini vadetmiş fakat musibet kalkınca vazgeçmiştir. Nihayet son bir musibet daha gelmiş ve Firavun, İsrail oğullarının gitmesine izin vermiş, fakat daha sonra pişman olarak peşlerine düşmüştür. Musa önderliğindeki İsrail oğulları, ilahi bir mucize sonucu denizi aşmışlar, onları takip eden firavun ve ordusu ise boğulmuştur. Mısır’dan çıkışın tarihi tam olarak bilinmemekte, M.Ö.XIII. yüzyılda olduğu tahmin edilmektedir.
Vadedilmiş Topraklar
Yahudi inancına göre yeryüzünün merkezinde bulunduğu kabul edilen İsrail toprakları, Tanrının kutsallığının ve hükmünün doğrudan tecelli ettiği bölgedir ve bu bölgenin merkezinde Kudüs, onun merkezinde de Siyon dağı ve Mabet bölgesi bulunmaktadır. Bir yoruma göre fiziki Kudüs, semavi Kudüs’ün yeryüzündeki karşılığı ve izdüşümü olarak görülmektedir.
Çöldeki Hayat
Sina yarımadasına geçen İsrail oğulları, yarımadanın güneyindeki Sina dağına gitmişler ve orada Hz. Musa, ilahi çağrı üzerine, ilahi emirleri almak üzere Sina dağına çıkmış, On emri alarak geri döndüğünde kavminin, altın bir buzağı yaparak ona taptıklarını görünce onları cezalandırmış, daha sonra vadedilen topraklara gitmek üzere, Akabe körfezine paralel olarak kuzeye doğru çıkmışlar ve Ölü Denize kadar gitmişlerdir. Burada Hz. Musa İsrail oğullarına Allah’ın kendilerine vaat ettiği topraklara girmelerini emretmiş fakat onlar karşı çıkmışlar, bunun üzerine bu topraklara girmek onlara yasaklanmış ve çölde yaşamaya mahkum edilmişlerdir.
İsrailoğulları, Allah’ın kendilerine gönderdiği birçok peygambere karşı çıkmış, kendilerini çeşitli sıkıntılardan kurtarmasına rağmen yine de tanrı’ya baş kaldırmış, isyan etmiş, baş- ka ilahların peşine gitmişlerdir. Mısır’dan çıkışlarında deniz kenarına gelmişler, Firavunun ordusu da peşlerinden onları takip etmişti. Önlerinde düşman gibi deniz, arkalarında deniz gibi düşman varken, deniz yarılmış ve her iki düşmandan da kurtulmuşlardı. Ama karşı sahile geçtiklerinde, putperest bir kavimle karşılaşınca hemen Hz.Musa’dan, onların putu gibi bir put yapmasını istemişlerdi. Hz. Musa, ilahi vahyi almak üzere Sina’ya çıktığında da, biraz gecikti diye hemen zinet eşyalarını eriterek altın bir buzağı yapıp ona tapmışlardı. Çölde Hz. Musa’ya çok çektirdiler, Tanrının emrini dinlemeyip isyan ettiler, peygambere itiraz ettiler. Tanah, bir bakıma İsrailoğullarının, Tanrılarına isyanlarının öyküleriyle doludur.
İsrail oğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra sık sık isyan ederek Musa’ya zorluk çıkarmış- lar, bu isyanlarını çöl hayatında da sürdürmüşlerdir. Çöl hayatında istedikleri her şey kendilerine verildiği, her gün kudret helvası ve bıldırcın etiyle beslendikleri, istedikleri diğer şeyler de kendilerine verildiği halde yine de isyandan vaz geçmemişlerdir. Tanrı isyanları sebebiyle birçok kez onları cezalandırmış, Tanrı’nın emrini çiğnemeleri sebebiyle Sina çö- lünde Hz. Musa önderliğinde kırk yıl kalmaya mahkum edilmişlerdir.
Nihayet Hz. Musa, vaat edilmiş topraklara giremeden Moab diyarında vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir. Mısır’dan çıkan ilk nesil de çölde ölmüş, bu nesilden sadece iki kişi, Yefunne oğlu Kaleb ile Nun oğlu Yeşu, ayrıca köleliği hiç tatmamış ve özgürlüğe doğmuş yeni nesil, Musa sonrasında Yeşu liderliğinde vaat edilmiş topraklara girmeye başlamıştır.
Hz. Musa hem Tevrat’ta hem de Kur’an’da kendisine geniş yer verilen önemli ve büyük bir peygamberdir. Tevrat’ın Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye bölümleri Musa’nın hayatını anlatmaktadır. Musa, Yahudi inancına göre en büyük peygamberdir. Medyen dönüşü Sina dağında ilahi vahyi alarak peygamber olarak seçilen ve İsrail oğullarını Firavunun zulmünden kurtarıp vaat edilen topraklara götürmekle görevlendirilen Hz. Musa, görevinin birinci etabını, Allah’ın yardımıyla başarıyla tamamladıktan sonra Sina dağında ilahi vahyi almış ve On Emirle birlikte diğer vahiyleri bir kitap halinde toplayarak Ahit Sandığına koymuş, kavmin ileri gelenlerine teslim etmiştir. Yahudiler Hz. Musa’nın hayatını kırk yıl Mısır’da, kırk yıl Medyen’de ve kırk yıl çölde olmak üzere üç devreye ayırmaktadır.
Hz. Musa, Kur’an’ın otuz dört suresinde 136 defa zikredilmektedir. O, Kur’an’da ve Hadislerde zikredilen peygamberler arasında kendisinden en çok söz edilen peygamberdir. Kur’an’da Hz. Musa’ya dair verilen bilgiler Tevrat’la paralellik arz etmektedir. Kur’an’da onun dünyaya gelişi, saraya intikali, Medyen’e gidişi, peygamber olarak seçilişi, İsrailo- ğullarını kurtarmak için Firavun’a gönderilişi, Firavunla mücadelesi ve İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarışı, Sina’da ilahi emirleri alışı, çöldeki olaylar ve İsrailoğullarına rehberlik edişi anlatılmaktadır.
Hz. Musa’nın peygamberliği döneminde, ona Tevrat’ın verilmesiyle, İsrailoğullarının dini büyük ölçüde teşekkül etmiş, inanç, ibadet, ahlak ve dini hukukla ilgili kurallar belirlenmiştir.
Hz. Musa ile ilgili ayrıntılı bilgi için, Ö. Faruk Harman’ın, DİA İslâm Ansiklopedisinde yer alan “Musa” maddesini, ayrıca Ali Sayı’nın yazdığı “Hz. Musa: Firavun, Haman ve Karun Karşısında” adlı kitabını okuyunuz.
İsrail oğullarının Yeşu peygamber önderliğinde Kenan bölgesine yerleşmelerinden (M.Ö.1250 veya 1200) İkinci Mabedin inşa edilmesine kadar (M.Ö.515) geçen yedi asırlık dönem ise Yahudi kutsal kitabının Yeşu ile başlayıp Malaki ile sona eren bölümünde konu edilmektedir. Bu dönemin ilk aşamasında, Yeşu önderliğinde büyük bir kısmı fethedilen Kenan toprakları, İsrail oğullarının oniki kabilesi arasında paylaştırılmıştır. Oniki kabile
Ruven, Şimeon, Yehuda, Yisakar, Zevulun, Dan, Naftali, Gad, Aşer, Efraim, Menase ve Bünyamin kabilelerinden oluşmaktadır. Din adamı sınıfı olarak ayrılan Levi soyu topraktan pay alamadığı için buna karşılık Yusuf ’un iki oğlu Efraim ve Menase iki ayrı kol sayılmak suretiyle sayı on ikiye tamamlanmaktadır. Yeşu, kutsal topraklara göç yolunda İsrailoğullarına hem liderlik hem de peygamberlik yapmış, ona da Tanrı tarafından yeni hükümler gönderilmiştir. Yeşu, Kur’an’da ismen anılmamakta fakat kendisinden, Musa’nın yanında bulunan genç diye bahsedilmekte, ayrıca Musa’nın, Hızır’la buluşmaya onunla gittiği belirtilmektedir.
Yeşu’dan sonra Hakimler denilen karizmatik liderlerin önderliğinde İsrail kabileleri yerleşik düzene geçmişlerdir (M.Ö.XII. yüzyılın ilk yarısı-XI. yüzyılın ilk yarısı). Bu dö- nemde İsrail oğulları, Yehuda ve Bünyamin kabileleri güneyde, diğer on kabile kuzeyde kalacak şekilde yerleşmiştir. Hakimler dönemi Yeşu’nun ölümüyle başlamış, Samuel’e kadar devam etmiştir. Hakimler denilen liderlerin temel görevi, savaşlarda İsrailoğullarının askeri yönden sevk ve idaresini sağlamaktı. Hakimler arasında yer alan Deborah, Yahudilik’teki kadın peygamberlerdendir. Hakim diye nitelenen yöneticilerin sayısı on ikidir ve bunlardan sonra Eli ve Samuel de hakimlik görevi yapmışlardır fakat Samuel, peygamber olarak bu görevi yürütmüştür.
Hakimler dönemini Krallık dönemi takip etmiştir. İsrailoğullarının diğer milletler gibi kral istemeleri üzerine peygamber Samuel, Tanrı’nın emriyle Bünyamin kabilesinden Saul’ü (Kur’an’daki adıyla Talut) kral olarak seçti. İsrailoğulları onu krallığa layık görmediler ancak onun krallığa layık olduğu bildirildi. Böylece Saul İsrailin ilk kralı oldu (M.Ö.1030-1010). Saul’un krallığında Filistilerle savaş yapıldı, onların eline geçmiş olan Ahit sandığı geri alındı ve genç Davud, Filistilerin komutanı Calut’u (Golyat) öldürdü.
Saul’ün ölümünden sonra, yine Tanrı’nın emriyle Davud kral oldu (M.Ö. 1010-970). Yahudilere göre Davud, peygamber değil kraldır. Savaşçı ve stratejist özellikleriyle öne çıkan Kral Davud, bağlı bulunduğu güneydeki Yahuda ile kuzeydeki İsrail bölgelerine ait kabileleri tek bir merkez etrafında toplamak amacıyla stratejik konuma sahip bulunan Kudüs’ü fethedip krallığın merkezi yapmıştır. Kudüs’te krallık sarayı inşa eden kral Davud, Tanrı için de büyük bir mabet inşa etmek istemiş fakat bu işin oğlu Süleyman’a nasip olacağı Tanrı tarafından bildirilerek, mabet yapımından vaz geçirilmiştir.
Kral Davud, Yahudi tarihi için önemli bir isimdir. Onun zamanında İsrailoğulları yerleşik hayata geçerek tek bir merkez etrafında toplanmış, askeri, siyasi ve idari teşkilatlanmasını tamamlayarak bir devlet olmuştur. İsrailoğulları Davud ve oğlu Süleyman zamanında en ihtişamlı dönemlerini yaşadıkları için sonraki dönemlerde hep Davud soyundan gelecek bir kurtarıcı kral (Mesih) özlemi çekmişlerdir.
Davud’un ölümünden sonra yerine oğlu Süleyman (Şilomo) kral oldu. Tanrının vaat ettiği gibi Süleyman, Kudüs’teki Moriah tepesine büyük mabedi inşa etti. Böylece Yahudi tarihinde I. Mabet Dönemi başlamış oldu. Bu mabede Yahudiler Kutsal Ev anlamında Bet-ha Mikdaş, Araplar ise Beytü’l-Makdis demektedirler ki İslâm tarihinde adı Mescid-i Aksa olarak bilinmektedir. Mabedin inşa edildiği ve yeni fetihlerle krallığın güçlendiği bu dönem, İsrail tarihinin altın çağı olarak kabul edilmektedir. Ancak kral Süleyman döneminde bile devletin hudutları Fırata kadar ulaşmamıştır. Kral Davud ve Kral Süleyman aynı zamanda Tanrının İsrailoğulları ile olan ahdini onların şahsında sonsuza kadar sürecek şekilde yenilediği ve soylarını kutsadığı iki önemli figürdür.
Kral Süleyman’ın ölümünden (M.Ö.930 veya 928) sonra krallık, Kuzey (İsrail) ve Gü- ney (Yahuda) krallıkları şeklinde ikiye bölündü. Peygamberlerin tüm uyarılarına rağmen İsrailoğulları, çeşitli krallar döneminde politeist uygulamalara yöneldiler, özellikle İsrail krallığı putperestliğe yöneldi, Tevrat yasaklandı, putlara kurbanlar takdim edildi. Kuzeydeki İsrail Krallığı M.Ö.722’de Asurlular tarafından yıkıldı ve sonradan Yahudi gelene- ğinde “Kayıp on kabile” efsanesine dönüşecek şekilde, güneydeki Yahuda ve Bünyamin kabileleriyle Levililer dışındaki İsrail kabilelerinin varlığına son verildi.
Samiriler olarak bilinen grubun kökenleri de bu döneme dayandırılmaktadır. Yahudi Kutsal kitabının II. Krallar bölümünde yer alan bilgiye göre Tanrı, yoldan çıkan İsrail halkını cezalandırmak için onları Asurluların eline vermiş; Asur kralı II. Sargon, İsrail Krallığını ele geçirdikten sonra bölge halkını Asur’a sürmüş ve onların yerine buraya farklı bölgelerden getirilen yabancı grupları yerleştirmiştir. Başlangıçta kendi politeist uygulamalarını devam ettiren bu karışık topluluk, daha sonra Tanrı’nın üzerlerine vahşi hayvanlar salarak kendilerini cezalandırması karşısında İsrail dinine geçmiş ve fakat kendi eski inançlarını da gizlice sürdürmüşlerdir. Bu sebeple Yahudi geleneğinde kuzeydeki Samiriye (Şomron) bölgesiyle ilişkilendirilmek suretiyle Şomronim şeklinde isimlendirilen, Talmud’da ise Kuta bölgesinden gelenler manasında Kutim veya heretik manasında “minim” olarak adlandırılan Samiriler, korkudan din değiştiren ve bozuk inanca sahip bir grup sayılarak Yahudi dininden ve toplumundan dışlanmışlardır.
Bu Yahudi anlatımına karşılık Samiriler kendilerinin Yusuf’un iki oğlu olan Efraim ve Menase ile din adamı sınıfını oluşturan Levi soyundan geldiklerini ve Kuzey Krallığı yıkıldıktan sonra da çoğunluk itibariyle Filistin topraklarında yaşamaya devam ettiklerini iddia etmektedirler. Samiri tarihçilere göre Samiriler ile diğer İsrail kabileleri arasındaki ayrılık, toplanma çadırının ve ibadet merkezinin Kudüs’ün kuzeyindeki Gerizim dağından Şilo’ya aktarılması ve içlerinden bir grubun bu yeni ibadet yerini benimseyerek yanlış yola sapmasıyla başlamıştır. Kutsal mekan olarak Yeşu zamanında belirlenen Gerizim dağına bağlılıklarını devam ettirmek suretiyle doğru yolda kalan ve kendi Tevrat nüshalarına sahip olan bu grup, kendilerini asıl İsrail dininin “koruyucuları” manasında Şamerim (Şomerim) olarak isimlendirmişlerdir.
Kuzeydeki İsrail Krallığının yıkılmasından bir buçuk asır sonra, güneydeki Yahuda Krallığı da, tüm dini reform denemelerine rağmen, aynı akıbete uğramış ve Buhtunnasr (Nebukadnetsar) yönetimindeki Babilliler tarafından M.Ö.587’de yıkılmıştır. Buhtunnasr, Yahuda Krallığını yıkmış, Kudüs yakılıp yıkılmış, bu esnada Süleyman Mabedi de tahrip olmuş, böylece I. Mabet dönemi sona ermiştir. İsrail ve Yahuda krallıklarının Tanrı’yla yapılan ahitten uzaklaşmaları ve yabancı tanrılara ibadet etmeleri, sürgün peygamberleri tarafından her iki yıkımın da arkasındaki sebep olarak gösterilmiştir. Buhtunnasr tarafından Yahuda halkının, çoğunluğu alim ve elit kesimden oluşan büyük bir kısmı esir olarak Babil’e götürülmüş ve bu esaret hayatı 70 yıl sürmüştür. Peygamber Yeremya sürgünün 70 yıl süreceğini bildirmiş, M. Ö. 605’te Nebukadnetsar, Kudüs’ü ele geçirerek ilk esirleri, yedi yıl sonra da pek çok insanı Babil’e esir olarak götürmüş, on bir yıl sonra ise Kudüs’ü yıkmış, Mabedi yakmış ve geri kalanları da, yoksulları orada bırakarak, Babil’e götürmüştür.
Bu sürgün Yahudi tarihinin ilk büyük sürgünü ve en önemli hadiselerinden biridir. Art arda yaşanan bu yıkım ve sürgün tecrübesi, aynı zamanda on iki kabileden geri kalan Yehuda, Bünyamin ve Levi soyunun politeizmi bırakıp monoteist inanca dönmelerinde bir nevi dönüm noktası kabul edilmiştir.
Kur’an’da İsrailoğullarının tarihi ile ilgili çeşitli olaylara işaret vardır. İsra suresinde İsrailo- ğullarının iki defa bozgunculuk çıkaracakları ilkinde, üzerlerine güçlü kulların gönderildi- ği ve evleri arasında dolaşarak onları aradıkları, ikincisinde ise yine Mescide girecekleri ve ellerine geçirdikleri her şeyi tahrip edecekleri ifade edilmektedir (İsra 17/4-7). Bu ayetlerde Buhtunnasr’ın M.Ö. 587’de Kudüs’ü tahribi ile M.S.70’te Romalıların Kudüs’ü tahribi ve Mabedin ikinci kez yıkılmasının ima edildiği belirtilmektedir.
M.Ö.538’de Perslerin Babil’i yenmesinin ardından Pers Kralı Koreş’in (Cyrus), sürgündeki Yahudilerin Filistin’e dönmelerine izin vermesiyle birlikte kutsal topraklara dönüş ve yeniden yapılanma süreci başlamıştır. Sürgünden dönen ilk grup tarafından temelleri atılan Mabedin inşası, Pers kralı Darius’un desteğiyle ve Zerubavel’in önderliğinde, sürgünden dönen ikinci grup tarafından tamamlanmıştır (M.Ö.520-515). Daha sonraki dö- nemde din alimi Ezra ve yönetici Nehemya’nın yürüttüğü yeniden yapılanma sürecinde mevcut Tevrat’ın son şeklini alması, Tevrat öğretisinin ve buna bağlı dini-sivil yapılanmanın hayata geçirilmesi sağlanmıştır (M.Ö.444-420). Söz konusu yapılanmanın başında da “ayrılıkçılar” olarak nitelendirilen Samirilerin, politeist inanca sahip oldukları gerekçesiyle Yahudi dininden ve toplumundan tamamen dışlanmaları ve Yehuda halkı arasında yaygınlaşan yabancılarla evlilik uygulamasına son verilmesi gelmektedir.
Yahudilik tarihinde ve geleneğinde önemli bir isim olan Ezra, bir peygamber değildir fakat peygamberden de öte bir konuma sahiptir. Yahudi din bilginlerine göre Hz. Musa önce gelmeseydi Tevrat, Ezra’ya verilecekti. Hikmet sahibi, bilgili bir kimse ve Tevrat’ın usta yazıcısı olarak tanınan Ezra, mabedin yeniden yapımına öncülük etmiş, Tevrat’ın yeniden yazılması ve Yahudi hayatındaki yerini alması onun sayesinde olmuştur. Ezra, Babilden geldikten sonra, İsrail topraklarında yaşayan Yahudiler arasında sözlü yorumu ile birlikte tamamen unutulan Tevrat’ı yeniden yazmıştır. Ezra, Tevrat’ı halkın huzuruna getirip okumuş, hükümlerini Yahudilere tek tek açıklamış ve hayat tarzı olarak benimsemelerini istemiştir. O Tevrat’ı haftalık okuma parçalarına bölmüş ve haftalık Tevrat okuma geleneğini oluşturmuştur.
Talmud’a göre Ezra, Tevrat’ın yazı karakterini değiştirmiş, bazı harfler üzerine noktalar koymuştur. Diğer taraftan başka bazı değişiklikler de yapmış, senenin başlangıç ayını değiştirmiş, Mısır’dan çıkışın anısını hatırlatan Nisan yerine Babilden çıkışın anısını hatırlatan Tişri ayını, senenin ilk ayı olarak kabul etmiştir. Ayrıca Yahudilerin yabancılarla evlenmesini yasaklamış, evlenenlerin derhal boşanmalarını istemiştir.
Babil Esaretinin sona ermesi ve ikinci Mabedin inşasından, bu mabedin Romalılar tarafından yıkılmasına kadar (M.S.70) geçen dönem ikinci Mabet dönemi olarak adlandırılmaktadır. İkinci Mabet döneminde Yahudiler önce Perslerin (M.Ö.538-332), sonra Büyük İskender’in (M.Ö.332-323), daha sonra Mısır-Helen devletinin yöneticisi olan Ptoleme sülalesinin (M.Ö.320-200), daha sonra ise Grek Slevkitlerin hakimiyetine geçmiştir (M.Ö.200-142). Bu dönemde Antiochus IV tarafından Mabed’e Yunan ilahlarının heykellerinin konması ve Yahudilerin bu ilahlara tapmaya zorlanması üzerine (170), 166 yılında Judah Maccabee isyanı başlamış, 142 yılında Haşmonai hanedanı ve bağımsızlık elde edilmiş ve bu bağımsızlık M.Ö. 63 yılında general Pompey’in bölgeye müdahale edip yönetimi devralmasıyla sona ermiş ve bölgede Roma dönemi (M.Ö.63-M.S.637) başlamıştır.
Mısır ve Suriye merkezli Grek yönetimi döneminde başta Mısır, Ege ve Akdeniz havzası olmak üzere yeni fethedilen bölgelere çok sayıda Yahudinin yerleştirilmesiyle birlikte ana dilleri Grekçe olup Helenistik öğretinin etkisinde gelişen diyaspora Yahudiliği ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Mısır Yahudi cemaati için Tevrat, Grekçe’ye çevrilmiş, bu çeviri yetmiş kişi tarafından yapıldığı için “Yetmişler Çevirisi” denilmiştir (Septuagint- M.Ö. III. yy). II. Mabet döneminin bir diğer özelliği ise M.Ö. I. Yüzyılın başlarında mevcudiyetleri kesin olarak bilinen Filistin’deki üç büyük Yahudi mezhebinin ya da grubunun tarih sahnesine çıkmasıdır ki bunlar Ferisiler, Sadukiler ve Essenilerdir. Ayrıca miladi ilk yüzyılın ortalarında ortaya çıkan ve Zelot adı verilen devrimci fanatikler de bulunmaktadır. Bu gruplardan Ferisilerin, Rabbani Yahudiliğin oluşumunda önemli tesiri olmuştur.
M.S. 66 yılında Yahudiler, Romalılara karşı ayaklandılar ve 70 yılında bu ayaklanma çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu arada Kudüs tahrib edildiği gibi Mabet de ikinci kez yıkıldı. İkinci Mabedin yıkılması tıpkı ilkinde olduğu gibi İsrail tarihinde önemli bir dö- nüm noktası, bir devrin sonudur. Bu olay aynı zamanda ikibin yıla yakın sürecek uzun bir esaret, kovulma ve diyaspora döneminin başlangıcıdır. Bu tarihten itibaren İsrailliler bağımsızlıklarını bir daha elde edemediler. Bu dönemde Filistin’de yaşayan Yahudilerin büyük bölümü ya savaşta öldü ya da sürüldü. İslâm’ın geldiği dönemde Medine’de yaşayan üç büyük Yahudi kabilesi olan Benu Kureyza, Benu Kaynuka ve Benu Nadir’in, bir rivayete göre, bu olay üzerine Medine’ye geldikleri kabul edilmektedir.
Yahudilerin, Roma’ya karşı başlattıkları ve dört yıl süren ayaklanma ve savaş sonrasında, artık mabet de yıkılınca Yahudiler yeniden örgütlenme yoluna gittiler. Bağımsız devletleri olmayınca, Mabet de yıkılınca bütün mesailerini Kutsal kitap üzerinde yoğunlaş- tırdılar. Kudüs’ün muhasarası sırasında şehirde bulunan, Romalıların zaferi kesinleşince kenti terketmek zorunda kalan Yohanan ben Zakay, Yavne kentinde, Yahudi toplumunun işlerini görecek ve kutsal kitap çalışmaları yapacak bir Sanhedrin kurdu. Daha sonra Yahudi toplumunun başına geçen Raban Gamliel döneminde Yahudilerle ilgili kısıtlayıcı ve aşağılayıcı yasalar iptal edildi. Raban Gamliel döneminde Yavne’de önemli kararlar alındı. Bir Yahudinin hangi şartlar altında dinî kuralları ihlal edebileceği belirlendi.
Roma İmparatoru Hadrianus sünneti yasak edince Yahudiler 132 yılında, aynı zamanda Mesih olduğunu da iddia eden Şimon Bar Kohba liderliğinde ayaklandılar. Önceleri zafer kazanılmış, Kudüs dahil pek çok yer ele geçirilmişse de sonunda Roma galip geldi, ayaklanmayı bastırdı (135).
M.S. III. yüzyıl başlarında Yahuda ha-Nasi tarafından, Şifahi Tora’nın Mişna adı altında derlenip yazıya geçirilmesi ile VII. yüzyıl başlarına kadar süren Talmud literatürünün oluşturulması arasındaki döneme Talmud dönemi denilmektedir ve bu, Filistin Yahudiliğinin yanı sıra Irak merkezli Babil Yahudiliğinin ortaya çıktığı dönemdir. Bu dönemde Yahudi dininin merkezine İkinci Mabet dönemine damgasını vuran Mabed, kurban ibadeti ve kohen sınıfı yerine Tevrat, sinagog ibadeti ve rabbi olarak isimlendirilen din alimleri yerleşmiştir. Din alimleri sınıfının sahip olduğu otoriteden dolayı Rabbani (Rabbinik) dönem olarak da adlandırılan bu dönemde küçük bir Yahudi mezhebi olarak doğan Hıristiyanlık da Bizans devletinin resmi dini ve Yahudiliğe rakip gelenek haline gelmiştir.
Gerek Filistin gerekse Babil Yahudi cemaatlerine mensup ikinci nesil rabbilerin (amoraim) Mişna metinleri üzerine yaptıkları yorumların yazıya geçirilmesi suretiyle iki ayrı Talmud külliyatı ortaya çıkmıştır. Filistin’deki Yahudi din akademilerinin IV. yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyan yönetimi tarafından kapatılması neticesinde Filistin Talmudu tamamlanamadan derlenmek zorunda kalmış, buna karşılık varlığını XI. yüzyıla kadar sürdürmeye devam eden Babil Yahudi din akademileri, VI. yüzyılda daha kapsamlı bir eser olan Babil Talmudunu ortaya çıkarmıştır.
Pagan Roma, ayaklanmaları sebebiyle Yahudilere karşıydı ve onları Kudüs başta olmak üzere kutsal topraklardan kovmuştu. Hıristiyanlığın devlet dini olmasından sonra Bizansta Yahudilere karşı durum sertleşti ve Hıristiyan olmaya zorlandılar. Bu dönemlerde Yahudiler Kudüs’e sadece Ab ayının dokuzunda girebiliyor ve ağlama duvarında dua edebiliyorlardı. İmparator Justinianus döneminde (527-565) Yahudi aleyhtarlığı daha da arttı.
614’te Persler Bizansı yenerek Kudüs’e girdi ve bu savaşta Yahudiler, Perslerin yanında yer aldı. Persler bir süre Kudüs’ü Yahudilere bıraktılar (614-617) fakat daha sonra bundan vaz geçtiler. 629’da Kudüs tekrar Bizansın eline geçti ve kilisenin baskısıyla Yahudiler, Kudüs’ten atıldılar. Yahudilere karşı Bizansın uyguladığı bu zulüm, Müslümanların Kudüs’ü fethine kadar devam etti. 637’de Hz. Ömer Kudüs’ü fethetti ve Filistin bölgesi Müslüman hakimiyetine geçti. Bu dönemde Yahudiler serbestçe kutsal mekanlara gelmeye başladılar.
İslâm’ın gelişini takiben, Medine döneminden itibaren Yahudiler’le ilişkiler başlamış, ilk dönemlerdeki ilişkler olumsuz olmasına karşılık daha sonra İslâm’ın yayıldığı topraklarda Yahudiler, daha önceki dönemlerde bulamadıkları özgürlük ve huzur ortamını elde etmişler, Suriye, Mısır ve Filistin toprakları ile bugünkü Irak bölgesinde, dini ve sosyokültürel açıdan organize olabilmişlerdir. Ortak vahiy geleneği ve coğrafi-kültürel yakınlı- ğın sonucu olarak Yahudi ve Müslüman toplumlar karşılıklı olarak birbirlerini etkilemiş- lerdir. Müslüman tesirinin ilk sonuçlarından biri, Talmud literatürü ve rabbilerin otoritesi üzerine kurulu Rabbani Yahudiliğe alternatif olarak Karai Yahudiliğin ortaya çıkmasıdır. Karailer olarak isimlendirilen bu grubun sözlü Tevrat’ı ve Rabbani otoriteyi reddetmek suretiyle Tevrat’a dönüş hareketinin öncülüğünü yapmalarında İslâm’ın da etkisinin oldu- ğu ileri sürülmektedir.
Emevi ve Abbasilerden sonra bölge, 969’da Fatımilerin eline geçti. 1099’taki ikinci Haçlı seferinde Kudüs Haçlıların eline geçti ve korkunç bir Yahudi ve Müslüman katliamı yapıldı. 1187’de Salahaddin Eyyübi, Kudüs’ü haçlılardan geri aldı ve bölgeden uzaklaşan Yahudileri geri dönmeye çağırdı. Eyyübiler ve Memluk yönetiminde Yahudiler Filistin’e döndüler. Filistin 1291-1516 döneminde Memluk hakimiyetinde kaldı.
Yine bu dönemde Hıristiyan Avrupa ve İslâm medeniyetlerinin etkisiyle, değişik sosyal yapılanma ve dini gelişim geçiren Rabbani Yahudilik içerisinde Sefarad ve Aşkenaz gruplaşması ortaya çıkmıştır. Temel dini farklılıklardan ziyade; sosyal yapılanma, kültürel adet ve uygulamalar, dua geleneği ve İbranicenin telaffuz şeklinde kendini gösteren bu farklı- laşma günümüze kadar devam etmiştir. Daha ziyade Filistin geleneği üzerine temellenen ve Roma yoluyla Orta Avrupa’ya geçen Aşkenaz yapılanmasına karşılık İspanya-Portekiz ve Kuzey Afrika kökenli Yahudilerden oluşan Sefarad yapılanması Babil Yahudiliğinin devamı olarak görülmüştür. Sefarad Yahudiler (Sefardim) çoğunlukla Müslüman coğrafyada, rahat bir ortamda yaşadıkları için, Hıristiyan ortaçağında Kilise baskısına maruz kalan Aşkenaz Yahudilerden (Aşkenazim) daha ileri seviyede bulunuyor, hatta yönetimde önemli mevkilerde görev yapıyorlardı. Bunun en güzel örneği Endülüs İspanyasıdır. Diğer taraftan ilmi ve dini alanda Yahudiler için referans kaynağı olan İbn Meymun, Saadya Gaon, İbn Gabirol, İbn Ezra ve Yehuda Halevi gibi önemli ortaçağ alimleri Sefarad Yahudi cemaati içinden çıkmıştır.
Aynı dönemde Yahudilerin Hıristiyan Avrupa yönetiminde yaşadıkları tecrübe ve Hı- ristiyanlarla ilişkileri oldukça çalkantılı ve sıkıntılı olmuştur. Kilise babaları tarafından İsa Mesih’in ölümünden sorumlu tutulan Yahudiler, İsa Mesih’e ve Hıristiyanlara düşmanlıkta bulunmakla suçlanmış, tanrı katili olarak nitelendirilmişlerdir. Konstantinin Hıristiyanlı- ğı benimsemesiyle birlikte, daha önce elde ettikleri haklardan mahrum kalmışlar, sıklıkla kısıtlama ve baskılara maruz bırakılmış, yaşadıkları ülkelerden kovulmuş ve toplu katliamlara uğramışlardır.
Bu dönemde Yahudiler 1290’da İngiltere’den, 1322 ve 1394’te Fransa’dan, 1421’de Avusturya’dan, 1424’te Köln’den, 1470’te Bavyera’dan, 1483’te Varşova’dan, 1492’de İspanya’dan, 1493’te Sicilya’dan, 1497’de Portekiz’den kovuldular ve Osmanlı, kovulan Yahudilere kucak açtı, onları himaye etti ve Osmanlı topraklarına yerleştirdi.
1516’da Filistin Osmanlı hakimiyetine girdi ve Osmanlının yükselme devri, İsrail için de altın devir oldu. 1516-1917 Filistin’de Osmanlı dönemidir. Osmanlı döneminde Yahudiler, daha önce görülmemiş bir serbesti ortamında yaşamışlardır. Yahudiler devlet kademelerinde üst düzeylere yükselme imkanı sağlamanın yanında bankacılık ve ticaret alanlarında önemli rol oynamış, basımevi kurmuşlardır. Ortaçağ sonrasında hem Osmanlı hem de Avrupa Yahudilerini etkileyen ve etkisi günümüze kadar devam eden iki önemli hadise vuku bulmuştur. Bunlardan ilki bir Osmanlı Yahudisi olan Sabatay Sevi’nin Mesihlik iddiasıyla kitleleri peşinden sürüklemesi, diğeri ise bundan bir asır sonra Rabbani Yahudiliğe alternatif olarak ortaya çıkan mistik karakterli Hasidilik hareketidir.
1665’te Sabatay Sevi, Mesih iddiasıyla ortaya çıkıp kitleleri peşinden sürüklemiş ancak devletin müdahalesiyle isyan bastırılmıştır. Sabatay Sevi Müslüman olmuş ve böylece Sabataycılık hareketi ortaya çıkmıştır.
1897’de I. Siyonist Kongresi toplandı ve Theodor Herzl başkan seçildi. Bu kongrede siyonizmin programı “Yahudi halkı için Filistin’de kamu hukukunun güvencesi altında bir yurt kurulmasını sağlamak” olarak açıklandı. Avrupa milliyetçiliğinin bir ürünü olan antisemitizm hareketi sonucunda 1882-1903 yılları içinde Filistin’e ilk önemli Yahudi göçü gerçekleştirildi. Filistin’e ikinci önemli Yahudi göçü ise 1905-1914 yılları arasında vuku buldu. 1909’da Yafa’nın kuzeyinde Tel Aviv yepyeni bir Yahudi şehri olarak ortaya çıktı. 1917’de Filistin, İngiliz hakimiyetine geçti. 1948’de Filistin’de İsrail Devleti kuruldu. 1967’de Kudüs’ün doğu kesimi de İsrail’in eline geçti.
Bugün İsrail’deki Yahudi toplumu etnik açıdan Aşkenazim, Sefardim, Mizrahim ve Etiyopya Yahudilerinden oluşmaktadır. Aşkenazim, Siyonizmin öncülüğünü yapan ilk göçmenlerin ve İsrail devletinin kurucularının da mensup olduğu Doğu ve Orta Avrupa kökenli Aşkenaz gruplar ile diğer ülkelerden gelen çeşitli grupları içermektedir. Aşkenazim; sosyal, ekonomik ve siyasi statü açısından İsrail toplumunun en tepesinde yer alır. İspanya kökenli Akdeniz ve kuzey Afrika Yahudilerinden oluşan ve Aşkenazimden daha aşağı statüye sahip bulunan Sefardim ise genellikle Müslüman-Arap ülkelerinden gelen ve Mizrahim olarak isimlendirilen Asya ve Afrika kökenli Yahudileri de içine alacak şekilde bir grup oluşturmaktadır.
Dini yapılanma noktasında, seküler Siyonist hükümet ile Ortodoks gruplar arasında oluşturulan statüko gereği İsrail devleti, resmi Yahudilik anlayışı manasında yalnızca Ortodoks öğretiyi kabul etmektedir.
Kutsal Kitapları
Yahudiliğin kutsal kitabı, Türkçe’de Eski Ahit diye bilinen ve Yahudilerin TANAH adını verdikleri kutsal metinlerdir. TANAH, üç temel bölümden oluşan Yahudi Kutsal Kitabının her bir bölümünün adının ilk harflerini bir araya getirmek suretiyle oluşturulmuş bir uydurma isimdir. Tanah; Tora (Tevrat), Nevim (Peygamberler) ve Ketuvim (Kitaplar) bölümlerinden oluşmaktadır.
Tevrat, en dar anlamıyla Yahudi Kutsal Kitabının ilk bölümünü oluşturmaktadır ve geleneksel Yahudi İnancında Musa peygambere doğrudan Tanrı tarafından verildiğine inanılan Tevrat, Tanrı sözü ve vahyin en mükemmel biçimi, dolayısıyla Yahudi Kutsal Kitap literatürü içindeki en önemli bölüm kabul edilmektedir. Tanrı ile İsrailoğulları arasındaki ahdin belgesi ve teminatı durumundaki Tevrat’ın, dünya yaratılmadan önce mevcut oldu- ğu ve kainatın yaratılışına rehberlik ettiği, tabiattaki her şeyin kendisine dayandığı kabul edilmektedir.
Kelime olarak “öğreti”,”hüküm”, “yasa/şeriat” gibi manalar taşıyan Tevrat (Tora) terimi, geniş anlamıyla Musa peygambere Sina dağında Tanrı tarafından verildiği kabul edilen tüm yazılı ve sözlü öğretileri (Tevrat ve Talmud), Eski Ahit olarak bilinen yazılı Yahudi kutsal kitap literatürünün tamamını (Tanah) ve tüm Yahudi hukukunu ifade etmek için de kullanılmaktadır. Yahudi inancına göre Hz. Musa’ya Sina’da biri sözlü diğeri yazılı olmak üzere iki ayrı Tevrat verilmiştir ve Tevrat kitabı, genellikle tüm Tanah literatürünü de kapsayacak şekilde “Yazılı Tevrat”, Yazılı Tevrat’ın yorumu mahiyetindeki Talmud ise “sözlü Tevrat” olarak isimlendirilmektedir. Yahudi inancına göre Tanrı, Musa peygambere yazılı Tevrat’ın yorumunu şifahi olarak aktarmış ve bu Tevrat aynı şekilde sözlü olarak nesilden nesile aktarıldıktan sonra, miladi III. yüzyılın başlarından itibaren yazıya geçirilmiştir.
Yazılı Tevrat tabiri geniş anlamıyla Musa’ya verilen beş kitabın (Tora) yanı sıra Peygamberler (Nevim) ve Kutsal Yazılar (Ketuvim) denilen literatürü de içine alan Eski Ahid’in tamamı için kullanılmaktadır. Tanah’ın dili, içindeki üç pasaj hariç, İbranicedir. Yahudi inancına göre Tanah, üç temel bölüm ve toplam yirmi dört kitaptan oluşmaktadır. Birinci temel bölüm olan Tevrat, kendi içinde Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye alt bölümlerinden oluşmaktadır. Peygamberler (Nevim): Yeşu, Hakimler, Samuel (I-II), Krallar (I-II), İşaya, Yeremya, Hezekiel, Hoşea, Yoel, Amos, Ovadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Haggay, Zekarya ve Malaki bölümlerinden oluşmaktadır. Kutsal Yazılar (Ketuvim): Mezmurlar, Meseller, Eyub, Neşideler Neşidesi, Rut, Mersiyeler, Vaiz, Ester, Daniel, Ezra-Nehemya, Tarihler (I-II) bölümlerinden oluşmaktadır.
Beş kitaptan oluşan ve Tanah’ın en kutsal bölümü kabul edilen Tevrat, dünyanın baş- langıcından Musa’nın ölümüne kadar geçen döneme ait tarihi-kronolojik bilgilerle Musa öğretisini oluşturan dini, hukuki ve etik hükümleri ihtiva etmektedir. Tevrat’ın esas vurgusu Tanrı’nın kavmi olan İsrailoğullarının Musa peygamberin rehberliğinde eğitilmeleri üzerinedir. Yahudi öğretisinin çekirdeği kabul edilen “On Emir” (Çıkış 20/2-17), Tanrı’yla İsrailoğulları arasında cereyan eden ahitleşme hadisesini ve ilgili hükümleri ihtiva eden “Ahit kitabı” (Çıkış 20/22-24/11) ve Yahudilerin uyması gereken kuralları özetleyen “Kutsallık kanunu” (Levililer 17-26) Tevrat’ın önemli kısımlarındandır.
Sekiz kitaptan oluşan “Peygamberler” bölümü, İsrailoğulları’nın kutsal topraklara giri- şinden İkinci Mabedin inşasına kadarki altı asırlık dönemle ilgili tarihi ve dini-etik bilgiler içermektedir. Musa’dan sonra gelen İsrail peygamberlerine atfedilen bu kitaplar, “Önceki Peygamberler” ve “Sonraki Peygamberler” olmak üzere iki gruptan oluşmaktadır. “Önceki Peygamberler” kısmında peygamber Yeşu önderliğinde Kenan diyarına yerleşme, kutsal toprakların on iki kabile arasında taksimi, Hakimler dönemi, Saul, Davud ve Süleyman’ın krallıkları, Kudüs’ün ve Mabedin inşası ile Kuzey (İsrail) ve Güney (Yahuda) krallıklarıyla ilgili bilgiler yer almaktadır. “Son Peygamberler” bölümü ise iki krallığın yıkılmasını, Babil sürgünü ve sürgünden dönüş hadiselerini, peygamberlerin İsrail halkını uyarılarını ihtiva etmektedir. Peygamberler, İsrailoğullarının başına gelenlerin, Tanrı’nın sözünü yerine getirmemelerinden kaynaklandığını dolayısıyla Tanrı’ya dönmek gerektiğini vurgulamaktadırlar.
Kutsal Yazılar ise farklı dönemlere ait tarihi, felsefi ve edebi karakterdeki on bir kitaptan meydana gelmektedir. Bu kitaplardan bir kısmı tarihi türdedir, bir kısmı ise hikmet kitapları olarak bilinmektedir. Bazıları da Yahudi bayramlarında okunmaktadır. Büyük bir kısmı Hz. Davud’a atfedilen Mezmurlardır ki, Tanrı’ya yakarış şeklinde manzum metinlerdir.
Rabbani geleneğe göre Tevrat’ın beş kitabı ve Eyup kitabı Musa peygamber tarafından, Yeşu kitabı ve Tesniye’nin son sekiz pasajı Yeşu peygamber tarafından; Samuel, Hakimler ve Rut kitapları Samuel peygamber tarafından; Mezmurlar Davud tarafından; Yeremya, Krallar ve Mersiyeler Yeremya peygamber tarafından yazılmış; İşaya, Meseller, Neşideler Neşidesi ve Vaiz kitapları kral Hizkiya tarafından; Ezra, Nehemya ve Tarihlerin büyük bölümü yazıcı Ezra tarafından; Hezekiel, On İki peygamber, Daniel ve Ester kitapları da Büyük Meclis üyeleri tarafından yazıya geçirilmiştir.
Bilimsel araştırmalar Tevrat’ın ancak Babil sürgünü sonrasında kutsal metin manasında son şeklini aldığını, Peygamberler başlığı altındaki tüm kitapların kanona dahil edilmelerinin Pers yönetiminin sonlarına doğru (M.Ö.323) olduğunu, geri kalan kitaplarla ilgili kanonlaşma sürecinin miladi I. asrın sonlarında, 90-100 yıllarında toplanan Yavne sinodunda tamamlandığını ileri sürmektedirler.
Ortodoks Yahudi inancına göre Tanrının sözü dolayısıyla vahyin en yüksek biçimi kabul edilen Tevrat, Tanrı tarafından Musa peygambere yazdırılmış ve bizzat Musa tarafından yazıya geçirilerek bugüne kadar, orijinal şekliyle gelmiştir. Vahiy sıralamasında ikinci sırada yer alan Peygamber kitapları, Tanrının doğrudan değil de rüya veya müşahede (vizyon) kanalıyla çeşitli peygamberlere vahyi olarak görülürken, üçüncü dereceden vahiy niteliği taşıyan diğer yazılar ise ilahi ilhama dayandırılmıştır. Geleneğe göre Musa peygamber ölmeden önce Tevrat’ın on üç ayrı nüshasını yazıp on ikisini birer kabileye, kalan son nüshayı da Ahit Sandığında muhafaza edilmek üzere kohenlere vermiştir. Daha sonraki dönemlerde bu asıl nüsha, gündelik kullanım için çoğaltılmış ve bu çoğaltma esnasında, bilerek veya bilmeden çeşitli değişiklikler, yanlış okumadan kaynaklanan deği- şiklikler, açıklamaların asıl metne girmesi sebebiyle bazı ilave veya eksiltmeler olmuştur. Hz. Süleyman sonrasının krallıklarında, özellikle de İsrail krallığında Tevrat yasaklanmış, metne müdahaleler yapılmıştır. Babil Sürgünü sırasında çoğu din bilgini öldürülmüş ve Tevrat nüshaları imha edilmiştir. Sürgün sonrasında Ezra, bugünkü Tevrat’a da (Masoretik metin) örneklik teşkil eden standart metni oluşturmuş, bu metin daha sonra Büyük Meclis üyeleri tarafından çoğaltılmıştır.
Ortodoks dışı Yahudi mezhepleri arasında Tevrat’ın otantikliği konusunda farklı gö- rüşler mevcuttur. Reformist, Muhafazakâr, Liberal ve Yeniden Yapılanmacı Yahudiler, Tevrat’ta birtakım değişikliklerin olduğunu kabul etmiştir. Hatta geleneksel Ortodoks Yahudiler arasında da Tevrat’ı eleştiren yorumcular olmuştur. Batıda XVII. yüzyıldan itibaren yapılan kutsal metin tenkidi çalışmaları bu konuda, kutsal metinlerin otantikliği inancını sarsıcı teoriler öne sürmüşlerdir.
Kendisi de bir Yahudi olan Baruch Spinoza, Tractatus Theologico-Politicus adlı eserinde, Tevrat’taki bazı ifadelerden hareketle, en azından bu ifadelerin Musa’ya ait olamayaca- ğını ve daha sonradan yazılıp kitaba ilave edildiğini ileri sürmüştür. Spinoza’dan etkilenen Richard Simon ise Histoire critique du vieux testament adlı eserinde Tevrat’ı oluşturan beş kitabın farklı üslup taşıdığını, aralarında birçok farklılık ve çelişkiler bulunduğunu dolayısıyla Tevrat’ın yazarının Musa olmadığını ileri sürmüştür. R. Simon’dan sonra Jean Astruc, 1753’te Eski Ahit’in Tenkidi konusunda bir çalışma yayınlamış (Conjectures sur la Genese) ve Tevrat’ın, değişik dokümanlardan derlendiğini öne sürmüştür. Daha sonra Geddes, Kuenen, Ilgen gibi araştırmacılarca devam ettirilen Kitab-ı Mukaddes çalışmaları J. Wellhausen tarafından geliştirilerek dört kaynak teorisi ileri sürülmüştür
“Dört kaynak teorisi”, bugünkü Tevrat’ın, dört farklı zamanda dört ayrı kişi veya grup tarafından kaleme alınmış metinlerin, M. Ö. IV. yüzyılda bir araya getirilmiş olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre Tevrat, konolojik sıra itibarıyla Yahvist, Elohist, Deuteronomist ve Ruhban metinlerinden meydana gelmiştir. Yahvist metin M.Ö. X. Yüzyılda kaleme alınmıştır ve Tevrat içindeki en eski metindir. Tanrı adı olarak Yahve kullanılmakta ve bu metinlerde İsrail’in seçilmişliğine vurgu yapılmaktadır. Elohist metin M.Ö. VIII. Yüzyılda yazılmıştır. Tanrı adı olarakElohim kelimesi kullanılmakta ve daha çok Mabed ile ibadet üzerinde durulmaktadır. Deuteronomist metin ise bugünkü Tevrat’ta yer alan Tesniye bö- lümünü ve diğer bazı bölüm ve redaksiyonları teşkil etmektedir ve genelde M.Ö. 622’lerde oluşturulduğu kabul edilmektedir. Ruhban metni ise M.Ö. V. yüzyılda Ezra yönetimindeki Yazıcıların (Soferim) Tevrat üzerinde yaptıkları çalışmaları içermektedir. Dört kaynak teorisine göre Tevrat, bugünkü şeklini M.Ö. IV. asırda almıştır.
Papa IX. Pius (1846-1878) Kutsal Kitap kritikçiliği ile ilgili çalışmaları yasaklamış, Kutsal Kitaba hiçbir hata ve şüphenin girmediğini ilan etmiş fakat papa XIII. Leo (1878- 1903) Kitab-ı Mukaddes komisyonu kurdurmuştur. Komisyonun başlıca görevi, XIX. asırda ortaya atılan, Kutsal Kitapla ilgili meselelere cevap getirmekti. Papa XII. Pius, 1943’te yayınladığı “Divino Afflante Spiritu” adlı bildirisiyle Kutsal Kitap üzerindeki kritik çalış- maların daha serbest yapılmasına müsaade etmiştir. Bu komisyonun 1948 tarihli kararında, Tevrat’la ilgili önceki hükümler düzeltilmiş ve doküman teorisi kabul edilmiştir.
Tanah’ın en eski ve tam yazma nüshası olan Masoretik metin, Ben Aşer ve Ben Naftali aileleri tarafından, IX. yüzyılda, mevcut nüshalar incelenerek hazırlanmış standart nüsha olup iki ayrı kodeks (Leningrad ve Halep kodeksleri) halinde muhafaza edilmiştir. Diğer taraftan M.Ö. II - M.S. I. asırlara ait oldukları tahmin edilen Ölüdeniz yazmaları Tanah’ın kitaplarının tam veya eksik metinlerini ihtiva etmektedir.
Tanah, İbranice’dir ve pek çok dile çevrilmiştir. En eski tercümesi, M. Ö. III. yüzyılda Grekçe’ye yapılan tercümedir. İlk safhada yetmiş kişi tarafından Tevrat tercüme edilmiş, bu sebeple tercümeye Septuagint (Yetmişler-LXX) denilmiş, Tanah’ınn diğer kitapları ise daha sonraki bir tarihte (180) çevrilmiştir. Hıristiyanlık bu Grekçe tercümeyi esas almıştır. Tevrat’ın bu grekçe tercümesiyle Masoretik metin ve Samirice Tevrat arasında farklılıklar mevcuttur. Tevrat’ın diğer önemli tercümeleri Targum diye isimlendirilen Aramice metinler, Süryanice çeviri olan Peşitta, Vetus Latina ve diğer tercümelerdir.
Sözlü Tevrat, Musa’dan itbaren nesiller boyunca, yazıya geçirilmeksizin şifahi olarak aktarıldıktan sonra, miladi 200’lü yılların başlarında Yahuda-ha-Nasi tarafından derlenen Mişna ile Mişna’nın yorumu ve açıklaması mahiyetindeki biri Filistin, diğeri ise Babil’de III-VI. asırlar arasında hazırlanan iki ayrı Talmudu (Kudüs ve Babil almudları) ifade etmektedir. Geleneğe göre Musa peygamber Tanrıdan aldığı sözlü öğretiyi Yeşu’ya aktarmış, Yeşu’dan sonra İsrail’in ileri gelenleri, peygamberler ve Büyük Meclis üyeleri yoluyla ilk dönem Yahudi din alimlerine (tannaim) intikal eden öğreti, miladi III. yüzyılın başlarında Yehuda ha-Nasi isimli büyük Yahudi din alimi tarafından derlenmiştir. İkinci nesil din alimleri (amoraim) ise Mişna olarak isimlendirilen yazıya geçirilmiş bu sözlü geleneğin yorumunu (Gemara) yapmış ve bu yorumlar daha sonra Mişna’yı da ihtiva edecek şekilde Talmud adıyla derlenmiştir.
Mişna, Tevrat’ta genellikle dağınık halde yer alan hükümlerin yanı sıra, bu hükümlere yönelik ilave açıklamaların sistematik olarak ele alındığı bir nevi şeriat kitabı niteliğindedir. Dili İbranice’dir ve altı bölümden oluşmaktadır: Zeraim (zirai uygulamalar), Moed (bayramlar), Naşim (kadınlar, nikah ve evlilik), Nezikin (sivil ve cezai hükümler), Koda- şim (Mabedle ilgili uygulamalar) ve Tohorot (Ritüel temizlik). Gemara ise Mişna da özet biçiminde ele alınan ve kimi zaman kapalı kalan hükümlerin açıklanmasıdır. Gemara’da, Mişna açıklamalarının yanı sıra Mişna dışında kalan ve Mişna Apokrifası olarak da isimlendirilen hukuki metinleri ve amoraim denilen ikinci nesil din alimleri tarafından bu metinlere yapılan yorumları içermektedir. Büyük kısmı Aramice yazılmış olan Gemara ile Mişna’nın birleşiminden oluşan geniş hacimli literatür ise Talmud olarak isimlendirilmiştir. Mişna üzerine yorum ve açıklamalar hem Filistin hem de Babilonya’da yapıldı- ğı için Kudüs ve Babil adını taşıyan iki ayrı Talmud vardır.
Babil Talmudu, Babil bölgesi rabbileri tarafından oluşturulmuştur ve diğerine göre daha mmuteberdir zira Filistin’deki din akademilerinin, IV. yüzyılın sonlarına doğru Hı- ristiyan yönetimi tarafından kapatılması neticesinde, Filistin Talmudu tamamlanamadan derlenmek zorunda kalınmıştır. Buna karşı Babil din akademilerine mensup rabbilerin ilk Talmud’dan iki yüzyıl sonra tamamladıkları Babil Talmudu eksiksiz ve daha hacimlidir.
Yahudi kutsal kitabıyla ilgili olarak Kur’an’da da bilgiler vardır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’ya sahifeler (en-Necm 53/36; el- A’la 87/19), elvah/tabletler (el-Araf 7/145, 150) ve kitap (el-Bakara 2/53, 87; el-En’am 6/91, 154; Hud 11/17, 110) verildiği bildirilmektedir. Kur’an’da Musa’ya Tevrat’ın verildiği belirtilmemekle birlikte, Tevrat’ın Allah katından indirildiği, onda hidayet ve nur bulunduğu, Allah’ın emrine boyun eğen peygamberlerin, Yahudilere onunla hüküm verdikleri (el-Maide 5/44) belirtilmektedir. Müslüman alimler, Musa’ya verildiği bildirilen kitabın Tevrat olduğuna kanidirler. Yine Kur’an’da, Hz. Davud’a Zebur verildiği (en-Nisa 4/163; el-İsra 17/55; el-Enbiya 21/105) belirtilmekte, Davud’a verildiği bildirilen Zebur’un, Tanah’taki Mezmurlar olabileceği ifade edilmektedir. Çünkü Kur’an’da, “Andolsun Zikirden sonra Zebur’da da. Yeryüzünesalih kulların varis olacağını yazmıştık” denilmektedir (Enbiya 21/105). Bugünkü Mezmurlarda (Mezmur 37/29) aynı ifade yer almaktadır. Diğer yandan Kur’an’da, kısas ve yiyeceklerle ilgili konularda olduğu gibi, Tevrat’ın içeriği ile ilgili bilgiler de vardır.
Kur’an’da Yahudilerin, Allah katından kendilerine verilen ilahi kitabı orijinal ve otantik şekliyle muhafaza edemedikleri, kitabın bazı hükümlerini unuttukları, bazılarını gizledikleri, farklı yorumlayarak anlam değiştirdikleri belirtilmektedir. Müslüman bilginlerden bazıları, yanlış yorumlama yoluyla sadece mananın çarpıtıldığına, bazıları da hem metnin hem de mananın çarpıtıldığına kanidirler. Batı dünyasında XVII. yüzyıldan itibaren yapılagelen Kitab-ı Mukaddes’e dair bilimsel eleştirel çalışmalar, Yahudi kutsal kitabında zaman içinde değişiklik ve düzenlemelerin olduğunu ortaya koymaktadır. Yahudilerin tarih içinde yaşadıkları göçlerin, yerleşik hayata geçmeden önceki çöl şartları ve vadedilmiş topraklara girme mücadelelerinin, savaşların, esaretlerin ve çeşitli olumsuz şartların, kutsal metinleri orijinal şekliyle koruyamamada etkisinin olduğunu göstermektedir.
Kur’an, kendisinden önce gönderilen kutsal kitaplar olan Tevrat, Zebur ve İncil’i tasdik etmekte, onların ilahi vahiy olduğunu belirtmekte ve fakat Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hıristiyanların, kendilerine verilen kutsal metinleri orijinal ve otantik şekilleriyle muhafaza edemediklerini, en azından yanlış yorumlarla gerçek manalarından çarpıtıldıklarını ifade etmektedir. Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarının zman içerisinde bilerek ve isteyerek veya istemeden değişikliklere maruz kaldığı, ortada birbirinden farklı nüshaların bulunduğu, aynı kutsal kitap içinde tekrarların ve çelişkilerin olduğu Batı’daki Kitab-ı Mukaddes tenkidi çalışmalarınca ortaya konmuştur.
Gürkan, S. L. (2008). Yahudilik, İstanbul. Adam, B. (2007). “Yahudilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, İstanbul. Alalu,S. Arditi,K. v.dğr. (2001). Yahudilikte Kavram ve De- ğerler, İstanbul. Sharon, M.S. (1981). İsrail Ulusunun Tarihi, Yeruşalayim. Besalel, Y. (2002), Yahudilik Ansiklopedisi, İstanbul. Werblowsky and Wigoder, (1997), The Oxford Dictionary of the Jewish Religion, New York. Wigoder (ed.), (1993), Dictionnaire Encyclopedique du Judaisme, Paris. Harman, Ö. F, (1988), Metin, Muhteva ve Kaynak Açısından Yahudi Kutsal Kitapları, İstanbul
Her dinde olduğu gibi Yahudilik’te de inanç ve ibadet, dinin temel unsurlarındandır. İnsanın, kendisinden daha üstün bir varlığın mevcudiyetini zihnen kabul edip ona karşı kalbî bağlılık hissi duyması iman veya inanç diye nitelenmektedir. Her dinde kutsal denilen bir alan ve bu alana ait varlıklar mevcuttur. Varlığına inanılan yüce kudrete karşı birtakım davranışları yapma yükümlülüğü de ibadet dediğimiz unsurdur ve yine dinin gereklerindendir. Kutsal metinlerin yorumları ve bu yorumlara dayalı uygulamalar ise dinlerdeki mezhepleri ortaya çıkarmaktadır. Yahudilik’te de adına ister mezhep denilsin isterse dü- şünce akımı denilsin bu tür oluşumlar mevcuttur ve bir bakıma bu, dinin tabiatı gereğidir.
İnanç Esasları
Yahudi kutsal metinlerinde nelerin iman esası olduğu hususu açık ve net bir şekilde belirlenmiş değildir. Geleneksel inanca göre kişi Yahudi doğduğu için ayrıca inanç esaslarının belirlenmesine ihtiyaç da duyulmamış, bu sebepledir ki nelere iman edilmesi gerektiği hususu Yahudiler arasında daima tartışmalı olmuştur. Ancak zamanla gerek Yahudilerin kendi içlerindeki tartışmalar, gerekse diğer din mensuplarıyla karşılaşmalar, iman esaslarının tespitini zorunlu hale getirmiştir. Bunun için muhtelif kişiler, farklı dönemlerde inanç esasları tespite çalışmışlar, ortaya konan esaslar belli ölçüde kabul görmüş veya eleştirilmiştir.
Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın kutsal metinlerinde, nelerin iman esası olduğu belirtilmiş de- ğildir. Bu sebepledir ki Yahudilik’te iman esaslarının tesbiti uzun zaman almış ve belirlenen esaslar, herkes tarafından benimsenmiş değildir. Bu konuda Yahudiler arasında tarih boyunca ihtilaflar olmuştur. Hz. Musa M.Ö. XIII. yüzyılda yaşadığı halde getirdiği dinin iman esasları ancak M.S. XIII. yüzyılda tesbit edilebilmiştir. Hıristiyanlığa gelince, ondaki iman esasları ise Hz. İsa’dan tam 300 sene sonra I. İznik (325), I. İstanbul (381), Efes (431) ve Kadıköy ekümenik konsillerinde tesbit edilebilmiştir. İslâm dininin iman esasları ise İslâm’ın kutsal kitabı Kur’an’da yer almaktadır. Bk: DİA İslâm Ansiklopedisi, “Amentü” maddesi.
İlk örneğini İskenderiye’li filozof Philo’da gördüğümüz iman esası oluşturma girişimi bilhassa Orta Çağ’da yaygınlık kazanmış, özellikle Müslümanlarla ilişkiler neticesinde, Yahudilikte de iman esaslarının, müslümanlardakine benzer şekilde tesbit edilme zarureti ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu olarak çeşitli Yahudi bilginlerince iman esasları tesbit edilmiştir. Bu konuda çalışanlardan biri Saadya Gaon (882-942), diğeri ise tesbit ettiği esaslar günümüzde Yahudilerin büyük çoğunluğu tarafından benimsenen İbn Meymun’dur (MaYahudilik II imonides, 1135-1204). İbn Meymun dışında da pek çok kişi, iman esaslarını belirlemeye ve bunu formule etmeye çalışmıştır. Ancak bu çalışmalarda belli ortak esaslar üzerinde durulmuş olsa da, içlerinde en popüler olan İbn Meymun’un on üç prensiplik Amentü- sü dahi kendi zamanının diğer alimleri tarafından tenkit edilmiş ve alternatif prensipler ortaya atılmıştır. Hasda’i Crescas (1340-1410) on üç maddeyi altıya indirmiş, Yosef Albo (1380-1444) da iman esaslarnı üç olarak belirlemiştir. Hatta tüm Tevrat kurallarının aynı derecede önemli ve belirleyici olduğu yaklaşımından hareketle iman esası belirleme fikrine karşı çıkanlar da olmuştur.
Yaratıcı Tanrı fikrine ağırlık veren Philo’nun beş prensiplik Amentüsü şöyledir: 1. Allah vardır ve hükmeder, 2. Allah birdir, 3. Bu alem sonradan Allah tarafından yaratılmıştır. 4. Yaratma birdir, 5. Yaratmayı ilahi takdir idare eder.
Görülüğü gibi Philo’nun amentüsü (credo), Tanrı’nın var ve sonsuz olduğu; birliği, dünyayı yarattığı; yaratılışın tekliği ve Tanrı’nın yaratılışla ilgili ön bilgiye sahip oldu- ğu esaslarından oluşmaktadır. Philo’nun tesbit ettiği bu esaslar, Mişna ve Talmud alimleri (Tannaim ve Amoraim) arasında taraftar bulmamıştır. Bunun sebebi de Philo’nun Filistin’in dışında Helenistik kültür muhitinde yaşıyor olması, Helenistik felsefenin etkisi altında kalması, felsefi bir monoteizmi savunması ve Filistin’deki dini gelişmelerden anında haberdar olmayışıdır.
Benzer biçimde Abraham İbn Davud, kendi oluşturduğu inanç esasında Tanrı’nın varlığı, birliği, maneviliği, diğer sıfatlara sahip oluşu, gücünün işlerinde tezahür etmesi ve ön bilgisi üzerinde durmuştur.
Miladi VIII. yüzyılda Müslüman dünyası ile yakın temas, bu temas sonucu ortaya çıkan Karaim adlı Yahudi mezhebi ile mücadele zorunluluğu, diğer taraftan Müslüman kelamcılarca Yahudiliğe yöneltilen hücumları önleme endişesi, iman esaslarının yeni bir görüşle ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu konuda ilk çaılışmayı yapan Saadya Gaon’dur (Said b. Yusuf el-Feyyumi, 882-942).
Saadya Gaon’un daha kapsamlı Amentüsü ise şu esaslardan oluşmaktadır: 1. Alem sonradan yaratılmadır (hâdistir). 2. Allah tek olup cismi yoktur. 3. Vahye iman, Yahudi aranesini de içine almak üzere şarttır. 4. İnsan muttaki olmaya, ruhen ve bedenen bütün günahları işlemekten sakınmaya davet olunmuştur.5. Mükafat ve ceza haktır. 6. Ruh saf ve temiz yaratılmıştır, ölüm anında cesedi terkeder. 7. Yeniden dirilmek haktır. 8. Mesih’i beklemek, hesap ve nihai hüküm haktır.
Görüldüğü gibi Saadya Gaon, tesbit ettiği iman esaslarında dünyanın yaratılmış oldu- ğu, Tanrının bir ve cisimsiz oluşu, vahyin gerçekliği, insanın zihni ve ruhi kapasitesi gereği günahtan kaçınma yetisine sahip oluşu, mükafat ve cezanın hak olduğu, ruhun saf biçimde yaratıldığı ve ölümden sonra bedeni terk edeceği; yeniden dirilme, Mesih beklentisi ve son yargı inancına yer vermiştir.
İbn Meymun’un tespit ettiği on üç maddelik iman esasları ise günümüzde Yahudilerin büyük çoğunluğu tarafından benimsenmektedir. Bu en kapsamlı iman esaslarında Tanrı, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ilahi yargı, Mesih ve ahiret inançlarına yer verilmektedir. On üç maddenin ilk beşi Tanrı’nın varlığı, birliği, maneviliği, sonsuzluğu ve tapınmaya layık tek varlık oluşuna inanmayı şart koşmaktadır. İki madde peygamberlikle, iki madde kitaplarla ilgilidir. Diğer maddeler ise Tanrı’nın, insanın fiillerini önceden bilmesi, ilahi yargının, Mesihin gelişinin ve yeniden dirilmenin hak olduğuna dairdir.
İbn Meymun’un (Maimonides) tesbit ettiği iman esasları şunlardır: 1- Tanrı var olan her şeyi yarattı ve onlara hükmetmektedir. 2- Tanrı birdir ve ondan başka Tanrı yoktur 3- Tanrı bir cisim değildir ve hiçbir şekilde tasvir edilemez. 4- Tanrı ezeli ve ebedidir. 5- İbadet sadece Tanrı’ya mahsustur. Ona ortak koşulamaz. 6- Peygamberlerin bütün sözleri haktır. 7- Efendimiz Musa’nın peygamberliği gerçektir. O, kendisinden önce ve sonra gelen bütün peygamberlerin en büyüğüdür. 8- Elimizde olan Tevrat, tamamıyla Tanrı tarafından Musa’ya verilenin aynıdır. 9- Tevrat değiştirilmeyecektir ve gelecekte Tanrı, başka Tevrat da göndermeyecektir. 10-Tanrı insanın bütün işlerini ve düşüncelerini bilir. 11-Tanrı, emirlerini yerine getirenleri mükafatlandırır, ihlal edenleri cezalandırır. 12-Mesih gelecektir; geciktiği halde her gün onun gelmesini bekleyeceğim. 13-Tanrı’nın bildiği bir zamanda, ölümden sonra dirilme gerçekleşecektir.
İbn Meymun’un tesbit ettiği iman esaslarından sonra başkaları da çeşitli esaslar tespit etmişler ve hiçbiri, On Üç madde kadar genel kabul görmemiştir. Ortodoks Yahudilik, İbn Meymun’un on üç prensibini benimsemekle birlikte, gelenek içerisinde mevcut olan diğer iman esası anlayışlarını da geçerli saymaktadır. Reformist Yahudilik, Hıristiyan inancını benimseme durumu hariç, gerek inancı gerekse pratiği ilgilendiren konularda bireye geniş bir yorum ve değişim ve tercih hürriyeti tanımaktadır. Geleneğe dayalı devamlılık üzerinde duran Muhafazakar Yahudilik ise monoteizm dışındaki herhangi bir yönelimi kabul etmemekle birlikte, hem pratik hem de inanç açısından farklı yorumları onaylamaktadır.
Tesbit edilen bu iman esasları dışında, Tanrı tarafından doğrudan iki ayrı levha halinde Musa peygambere verildiği kabul edilen On Emir de çeşitli Yahudi alimleri tarafından Yahudiliğin temelini oluşturan prensipler olarak görülmüştür.
Tevrat’ta iki ayrı yerde yer alan (Çıkış 20; Tesniye 5) On Emir şu şekildedir: 1. Seni Mısır diyarından, esaret evinden çıkaran Tanrı benim. Benden başka Tanrın olmayacak. 2. Kendin için yontma put, hiçbir şeyin resmini yapmayacaksın 3. Tanrının adını boş yere ağza almayacaksın 4. Cumartesi gününe riayet edeceksin 5. Babana ve annene hürmet edeceksin 6. Öldürmeyeceksin 7. Zina yapmayacaksın 8. Çalmayacaksın 9. Yalancı şahitlik yapmayacaksın 10. Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin. Evrensel kuralları içeren On Emir, genelde İlahi menşeli dinlerin hepsinde bulunmaktadır Yahudi bilginlerince tesbit edilen amentülerde bulunan temel inanç unsurlarının açıklanmasında yarar vardır.
Tanrı İnancı
Yahudi dininde, üzerinde ısrarla durulan hususların başında Tanrı’nın birliği konusu gelmektedir. Yahudiliğin, biri Tanrı’nın birliği, diğeri İsrail’in seçilmişliği olmak üzere iki temel üzerine kurulu olduğu da ifade edilmektedir. Tanrı’ının birliğine çok önem verilmesine karşılık, Tanrı hakkında farklı anlayış ve yorumlar söz konusudur. Bu da Yahudiliğin kendine has özelliğinden kaynaklanmaktadır zira Yahudilik’te kişinin Tanrı hakkında ne düşündüğünden ziyade Tanrı’ya nasıl ibadet ettiği konusu önceliğe sahip olduğu için, Yahudi tarihinde inançla ilgili diğer hususlarda olduğu gibi Tanrı hakkında da çok farklı ve birbirine zıt anlayışlarla karşılaşılmaktadır.
Yahudi kutsal kitabında gerek On Emir’de gerekse “Dinle Ey İsrail” diye başlayan Şema duasında hep Tanrı’nın birliği üzerinde durulmaktadır. Eski İsrail toplumunda monoteizm, başından itibaren İsrail dininin en temel özelliğidir. Yahudilerin ulu ata kabul ettikleri Hz. İbrahim’in, tek Tanrı inancını tebliğ ettiği, bir olan Tanrının dışında ay, güneş ve yıldızlara tapan babası ve kavmiyle mücadele ettiği bilinmektedir.
Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın, onun oğlu Yakub’un hep bir olan Tanrı’ya imana davet ettikleri malumdur. Tevrat’a göre Tanrı, Hz. İbrahim’i mübarek kılmış, zürriyetinin çok olacağını müjdelemiş ve onunla bir ahit yapmıştı (Tekvin 17/1-14; 22/16-18). Daha sonra İshak’ı mübarek kılmış (Tekvin 25/11; 26/2-6, 24), sonra da Yakubu mübarek kılmıştır (Tekvin 35/10-12).
Kur’an’da bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Rabbi ona, ‘bana yürekten teslim ol’ dediğinde İbrahim, ‘evet ben alemlerin Rabbine yürekten teslim oldum demişti. İbrahim oğullarına aynı şeyi vasiyet etti. Yakup da aynı vasiyeti yapmış ve ‘evlatlarım, Allah size bu dini seçti, artık siz de bu dünyadan Müslüman olarak (Allah’a teslim olmuş olarak) göçün’ demişti. Yakup ölmek üzere iken siz yanında mıydınız ki. O çocuklarına ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz diye sormuş onlar da ‘Senin Tanrına, ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın bir olan Tanrısına ibadet edeceğiz ve biz sadece Ona teslim olacağız’ demişlerdi (Bakara 2/131-133).
Bununla birlikte İsrailoğulları, kendi kutsal kitaplarında anlatıldığı gibi, hep başka ilahların peşinden gitmişlerdir. Bunun içindir ki İsrail dininde başlangıçta çok tanrılı bir inancın var olduğu, İsrailoğullarının, çevrelerindeki kavimlerin inançlarından etkilenerek birden çok ilaha taptıkları, daha sonra çeşitli tanrıların varlığı kabul edilmekle birlikte, onların üzerinde ve sadece İsrail’e ait bir milli tanrı inancının yaşandığı ve nihayet mutlak manada tek Tanrı inancına hakim olduğu da ileri sürülmektedir.
Bazı araştırmacılara göre başlangıçta İsrail tanrısı, savaşçı ve lider vasıfları öne çıkan milli bir tanrı karakteri arz etmekteydi. Tevrat’ta bunu doğrulayan ifadeler mevcuttur. Tevrat’ta “Ben sizin Tanrınız, siz benim kavmim olacaksınız” denilmektedir (Çıkış 19/5-6; Levililer 11/45; 22/33; Tesniye 7/6; 14/2).
Klasik peygamberlerin temsil ettiği daha gelişmiş din anlayışında ise tanrı ile İsrail kavmi arasındaki ilişki, etik bir ilişki olarak ortaya konmuştur. Buna paralel olarak varlığı İsrail’e bağlı olmayan, aksine İsrail’in devamının kendisine bağlı olduğu, her şeyin ötesinde doğru ve adil vasıflara sahip bir tanrı anlayışı öne çıkmıştır. Peygamberlerin mesajlarındaki tanrı artık evrensel boyutta bir tanrıdır.
Yahudilik’te tanrı telakkisinin milli boyuttan evrensel boyuta taşınması yanında Tanrı tasvir ve tasavvurlarında da değişiklikler ve gelişmeler olmuştur.
Yahudi kutsal kitabında tanrı önceleri, özellikle Yahvist metinlerde antropomorfik bir şekilde tasvir edilmiştir. O beşeri organlara ve duygulara sahip bir varlık gibi tasvir edilmekte, elleri, kolları, gözleri ve kulakları olan, günün serinliğinde bahçede gezinen, unutan, pişman olan, yorulan bir varlık olarak karşımıza çıkmakta, Elohist metinlerde ise aşkın bir nitelik kazanmakta, peygamberlerine bulutların ötesinden veya rüyada melek aracılığı ile konuşmaktadır. Büyük Yahudi düşünürü İbn Meymun, Tanrı’nın insanlara, onların anlayacağı dilde konuştuğunu dolayısıyla antropomorfik ifadelerin, insanın daha iyi anlaması için kullanıldığını, bu ifadelerin hakiki manada değil mecazi olarak anlaşılması gerektiğini belirtmektedir.
Genel olarak Yahudi kutsal metinlerinde İsrail Tanrısı gerçek anlamda tek tanrı ve tüm insanlığın yaratıcısı olarak tanımlanmakla birlikte bu tanrı, kutsallığı bilhassa Filistin topraklarında tecelli eden ve özel olarak İsrail’in rehberi, koruyucusu ve kurtarıcısı olan bir ilah biçiminde sunulmuştur. Bununla birlikte Tanrının tekliğiyle bağlantılı olarak onun ortak kabul etmeyen kıskanç bir Tanrı oluşuna sıklıkla temas edilmiştir.
Yahudi kutsal kitabında Tanrının farklı isimleri yer almaktadır ancak Tanrının özel ismi olarak kullanılan YHVH (Yahve veya Yahova), bunların içinde en önemli ve kutsal olanıdır. Etimolojisi konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte Tevrat’ta “var olmak” anlamındaki İbranice kökle bağlantılı kılınmakta ve bizzat Tanrı tarafından “Ben ben olanım” şeklinde anlamlandırılmaktadır. On emir’de yer alan Tanrının ismini boş yere ağza almama emrine uyularak YHVH kelimesi telaffuz edilmediği gibi Tevrat dışında da herhangi bir yere yazılmamıştır. Onun yerine Efendi/Rab anlamında Adonay veya isim anlamında Ha-Şem kelimeleri kullanılmaktadır. Tanrı’nın özel isminin sadece yılda bir kere Kefaret gününde (Yom Kipur) Mabet ibadeti sırasında kutsama duası söylenirken baş kohen tarafından telaffuzuna müsaade edilmiştir.
Tevrat’ta Tanrı için en çok kullanılan diğer isim ise Elohim’dir. Bunun dışında El Elyon (en yüce olan), El Olam (sonsuz olan), El Şadday (güçlü olan) isimleri de kullanılmaktadır. Diğer taraftan Tanrıya verilen isimlerin çokluğu ve Antropomorfizmden kurtulmak için gerçekte Tanrı’nın bir tek isminin olduğu, diğer isimlerin ise Tanrı’nın fiilleriyle bağlantılı sıfatlar olduğu ve bu sıfatların da metaforik olarak anlaşılması gerektiği belirtilmiştir.
Yahudilikte Tanrı, Tevrat ve İsrail kavramlarının ayrı bir önem ve ilişkisi kabul edilmekle birlikte peygamber, Mesih ve ahiret inançları, bunlarla bağlantılı olarak yaratma, vahiy ve kurtuluş prensipleri de önemlidir.
Peygamberlik
Yahudilik’te Tanrı ile İsrail oğulları arasında, ilahi vahyi Tanrı’dan alıp İsrail oğullarına bildiren peygamberlik müessesesi vardır. Nitekim Yahudi Kutsal Kitabı Tanah’ın ikinci ana bölümü Neviim (Peygamberler) adını taşımaktadır ve bu bölümün, sonraki peygamberler kısmında İsrailoğulları tarihinde görev yapan ve faaliyetleri kutsal kitapta yer alan on beş peygamberden bahsedilmektedir.
Yahudi kutsal kitabında peygamberi ifade etmek üzere çeşitli kavramlar kullanılmıştır ki bunların başında nebi (nevi) kelimesi gelmektedir. Tanrı tarafından göreve çağrılmış anlamındaki bu kelime ilk defa Hz. İbrahim için kullanılmıştır (Tekvin 20/7). Gören anlamında Hozeh ve Roeh kelimeleri de peygamberi ifade etmektedir. Diğer taraftan Allah adamı, Allah’ın kulu, kul, haberci, elçi kelimeleri de peygamberi ifade etmektedir.
Yahudilikte peygamberlik, tanrının kendi iradesini, seçmiş olduğu bazı kişilere ve bu kişiler aracılığı ile İsrail halkına izhar etmesi olarak anlaşılmıştır. Peygamberlerin aldığı vahyin kaynağı ve peygamberi peygamber yapan asıl özellik, Tanrı sözüne muhatap ve bu sözün aracısı olmalarıdır. Bu noktada Musa’nın ayrıcalığı vardır ve sadece o, tanrı ile aracısız konuşmuş, diğerleri ise rüya veya vizyon durumunda ilahi söze muhatap olmuşlardır.
Yahudilikte peygamberliğin iki temel şartı Tanrıdan ilahi vahiy alması ve aldığı vahyi insanlara tebliğ etmesidir. Yahudilikte vahyin çeşitleri vardır. Vahyin en kestirme ve en üstün şekli ve yolu, hiçbir aracı olmaksızın doğrudan Rab Yahve’den ilahi vahyi almaktır ki Yahudi inancına göre vahyin bu şekli sadece Hz. Musa’ya özgüdür. Vahyin diğer bir şekli rüyada veya vizyon (rüyet) halinde vahyin alınmasıdır. Hz. Musa dışındaki peygamberlere vahiy genelde bu şekilde gelmiştir.
Tanah’da adı geçen peygamberlerin, peygamber oluş yaşları farklıdır. Hz. Musa 80, Hz. Harun 83 yaşında peygamber olduğu gibi Samuel ve Yeremya daha çocuk yaşta Rabbin sö- züne muhatap olmuşlardır. Peygamberlerin çoğu olgunluk yaşlarında peygamber olarak seçilip görevlendirilmişlerdir.
Peygamberliğin verilişinde de belli devreler söz konusudur. Öncelikle peygamber olarak seçilen kişi, günlük ve gündelik işleriyle meşgul iken ilahi vahye muhatap olmakta, seçilen kişi çeşitli mucizelerle desteklenmekte ve belli bir topluluğa gönderilmektedir.
Yahudi kutsal kitabında hakiki peygamberin özellikleri şu şekilde belirtilmiştir:
1- Tebliğinin doğruluğu: (Tesniye 13/1-5). Hakiki peygamberin Tanrı, ibadet ve ahlaki vecibeler hususunda söyledikleri, şeriata (Tevrata) uygun olmalıdır. Eğer söyledikleri On Emir’den ayrılıyorsa o, Allah adamı değildir. Bu sebepledir ki Rab Yahve’den başka ilahlara kulluğu önerenler; yalan, hırsızlık, zina gibi yasak fiilleri tavsiye eden ve yapanlar peygamber değildir. 2- Verilen haberlerin gerçekleşmesi: (Tesniye 18/21-22). Tevrat, hakiki peygamberin bir özelliği olarak verdiği haberin gerçekleşmesini göstermektedir. Eğer bir kişinin gelecekle ilgili verdiği haber gerçekleşirse o hakiki, gerçekleşmezse sahte peygamberdir. 3- Alametler göstermesi: (Çıkış 4/8). Peygamberler birtakım alametler de göstermektedirler ancak sadece alametler yeterli değildir.
Yahudilikte hakiki peygamberin yanında yalancı peygamber kavramı da vardır. Yalancı peygamberin temel özellikleri ise tanrının dışında başka ilahlara kulluğa davet etmesi ve gelecekle ilgili söylediklerinin gerçekleşmemesidir. Onlar, tanrı adına yalan söylemekte ve aslı olmayan şeyleri haber vermektedirler.
Tevrat’ta ilk defa peygamber (nevi) olarak isimlendirilen kişi, aynı zamanda ilk İbrani atası ve İsrail seçilmişliğinin başlangıcı kabul edilen İbrahim’dir. Yahudi inancına göre İbrahim ile başlayan ve Musa ile en mükemmel biçimine ulaşan peygamberlik, M.Ö. V. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Malaki ile sona ermiştir. Bu dönemden itibaren yol gösterici ve tebliğci “Tanrı adamı” figürü yerine dini bilen ve yorumlayan “din adamı”(rabbi) figürü öne çıkmış; aynı zamanda kurtarıcı Mesih beklentisi gelişmeye başlamıştır.
Yahudilik’te peygamberlik sadece erkeklere mahsus değildir, kadınlardan da peygamberler gelmiştir. Onlara nebiah denilmektedir ve sayıları altıdır: Hz. Musa’nın ablası Miryam (Çıkış 15/20), Debora (Hakimler 4/4), Hulda (II. Krallar 22/14), Noadya (Nehemya 6/14) ve Peygamber İşaya’nın eşi (İşaya 8/3).
İslâm Dinine göre peygamberlerde bulunması gereken bazı nitelikler vardır ki bunlar. Sıdk (doğruluk), Emanet (güvenilirlik), Tebliğ, Fetanet (zeki ve üstün akıllı olmak) ve İsmet’tir (günahlardan korunmuşluk). İslâm inancına göre bütün peygamberlerde bu nitelikler bulunmaktadır. İslâm’a göre peygamberler de insandır ancak onlar ilahi vahye mazhar olmuş- lardır. Yahudilik’te peygamberlere zina etmek, putlara tapmak gibi çeşitli hatalar işletilmektedir ki bunların, İslâm açısından kabulü mümkün değildir.
Ahiret İnancı
Ahiret inancı, Yahudi dininin en karmaşık konularından biridir. Geleneksel Yahudilik’te ahiret inancı doğrudan Yahudi kutsal metinlerine dayandırılmakla birlikte gerek Tevrat’ta gerek Tanah’a ait diğer kitaplarda ahiret konusu, bazı atıfların ötesinde açık ve net olarak yer almamaktadır. Buna karşılık başta yeniden dirilme inancı olmak üzere, öteki dünya ile alakalı kavram ve konular Tanah sonrası Yahudi Apokrif-Apokaliptik yazılarda, Rabbani ve Kabalistik literatürde, Orta Çağ Yahudi teolojisi ve litürjisinde önemli yer tutmaktadır.
Yahudilikte ahiret inancı, geç dönemde yazılmış olan apokaliptik karakterli Daniel kitabı ile İşaya kitabındaki bazı pasajlarda kısmen yer almaktadır. Bu ise antik Yahudi mezhepleri arasında farklı görüşlerin benimsenmesine yol açmıştır. Yahudi kutsal kitabının ilk yorumcuları olan Ferisiler gerek ruhun ölümsüzlüğü gerekse yeniden dirilme inancını bir nevi tartışmasız doktrin olarak ortaya koymuşlardır. Kutsal metni lafzi olarak anlama yoluna giden ve yorum geleneğini kabul etmeyen Sadukiler ise, Tanah’ta yer almadığı gerekçesiyle, hem ruha hem de bedene nispetle ölümden sonraki hayatı reddetmişlerdir.
Ruhun ölümsüzlüğü ve yeniden dirilme inancına dayanan ahiret konusu ilk defa Tanah sonrası Yahudi literatüründe açık biçimde ortaya konup Rabbani literatürle birlikte Yahudi öğretisinin bir parçası olmuştur. Tanah’ta ahiretle ilgili kullanılan kavramlardan biri, ölüler diyarı anlamındaki şeol’dur. Şeol, ölüm sonrasında bütün insanların gittiği yer olarak algılanmaktadır. Önceleri iyilerin huzur içinde beklediği, kötülerin ise farklı derecelerde azaba uğradığı bir yer olarak nitelenen şeol daha sonra sadece kötülerin azap gördüğü bir yer kabul edilmiş, bazı apokriflerde ise şeol’un yerini, kötülerin azap çektiği mekan anlamında gehinnom (cehennem) kavramı almış, iyilerin de ölümden sonra eskatolojik Aden bahçesine (gan Eden) veya cennete gittiği kabul edilmiştir.
Mişna ve Talmud’da öteki dünya ve yeniden dirilme kavramları, iman ve kurtuluş prensibi olarak ortaya konmakta, ayrıca Rabbani literatürde iyiler için mükafat, kötüler için ise ceza yeri olarak cennet (gan eden) ve cehennem (gehinnom) kavramlarına atıf yapılmaktadır.
Cennet ve cehennem, çok büyük ve farklı kademelerden oluşan mekanlar şeklinde tasvir edilmektedir. Ne zaman yaratıldıkları ve nerede bulundukları konusunda farklı görüşler ileri sürülmektedir. Yaygın inanca göre dünya yaratılmadan önce yaratılan ya da planlanan cehennem, yerin altında veya semanın üzerinde ya da karanlık dağların arkasındadır. Cehenem sadece ceza değil aynı zamanda arınma yeridir. Bir görüşe göre günahı ve sevabı eşit olanlar cehennemde on bir ay süresince arındıktan sonra cennete girebileceklerdir. Yaygın görüş hem İsrail’den hem de diğer milletlerden olan kötülerin cehennemde sadece on iki ay kaldıktan sonra yok olacakları yönündedir. Sadece sözlü ve fiili olarak Yahudi ahdine bağlılıklarını ve temel Yahudi öğretisini reddedenler sonsuz azaba uğrayacaklardır. Şabat’a denk gelen günlerde azabın olmayacağı da bazılarınca ileri sürülmektedir.
Yahudilikteki ahiret inancına göre Yahudilerden kötü olanlar cehennemde sadece on iki ay kalacaklardır. Kur’an, Yahudilerin bu iddialarını şu şekilde yalanlamaktadır: “İsrailoğulları :Sayılı birkaç gün müstesna bize ateş dokunmayacaktır dediler. De ki: siz Allah katından bir söz mü aldınız-ki Allah sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğniz şeyleri mi söy-lüyorsunuz. Hayır! Kim bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada devamlı kalırlar” (Bakara 2/80-81).
Cennetin de Aden bahçesi (gan Eden) olduğu ve yeri bilinmemekle birlikte bu dünyada bulunduğu, iyilerin ruhlarının, Mesihi dönemin sonunda gerçekleşecek yeniden dirilme anına kadar burada kalacakları ifade edilmektedir. Henüz yaratılmamış öteki dünya ise yeniden dirilme ve ilahi muhasebe sonrasında iyilerin ve günahından arınanların yeni bir beden ve ruhla sonsuza kadar yaşayacakları nihai mükafat yerini ifade etmektedir.
Reformist Yahudiliğin ileri gelenleri, Tanrı’nın merhametiyle bağdaşmadığı gerekçesiyle cehennem kavramını reddetmişlerdir. Aynı şekilde günümüz liberal Yahudi gruplarının çoğu, cennet ve cehennemin fiziki manada var olduğunu veya olacağını kabul etmemektedirler. Yahudilik’te inanç konusunun dogmatik bağlayıcılığı olmaması ve ahiretle ilgli kavramların muğlak kullanımından dolayı bu tavır, Ortodoks Yahudiler açısından da problem teşkil etmemektedir.
Mesih İnancı
Mesih inancı, Yahudilerin karizmatik bir kurtarıcı tarafından yabancı boyunduruğundan kurtarılıp Filistin topraklarında dini ve siyasi bağımsızlık kazanmak suretiyle eski ihtişamlarına kavuşmalarına yönelik inanç ya da doktrini ifade etmektedir. Bu doktrin, İkinci Mabed döneminin sonlarından itibaren Yahudi dininin önemli bir parçası haline gelmiştir.
İbranice Maşiah (Mesih) kelimesi yağla meshedilmiş anlamındadır. Bu terim başlangıçta peygamber veya kohen tarafından yağlanmak (kutsanmak) suretiyle ya da doğrudan Tanrı tarafından görevlendirilen kral, kohen veya baş kohen gibi kişiler için kullanılmıştır. Kelime daha sonra eskatolojik manada “kurtarıcı Mesih” biçimine dönüşmüştür.
Tarihlerindeki olumsuzluklar ve başka ülkelerin tahakkümü altında kalmaları, diğer taraftan Tanrı’nın seçilmiş kavmi oldukları inancı ve bu nitelemeye uymayan şartlar ayrıca İran kaynaklı kurtarıcı fikri Yahudilerde, Tanrı’nın ilahi düzeni yeniden tesis etmek ve Yahudileri, layık oldukları itibara tekrar kavuşturmak için bir Mesih-kral göndereceği fikrine götürmüş, Mabedin ikinci kez yıkılması ile Mesihi kurtuluş fikri daha da kuvvetlenmiştir.
Rabbani literatürde Davud soyundan gelecek olan Mesih, tarihin sonunda İsrail’in düşmanlarını yenmek suretiyle onları esaretten kurtarıp kutsal topraklara ve Tanrı’ya döndürecek, orada Mabedi tekrar inşa edip İsrail’i Tevrat öğretisine göre yönetecek ve yeryüzünde Tanrı’nın krallığını kuracak kişi; savaşçı, öğretmen ve peygamber kimliklerini de kendi şahsında toplayan eskatolojik kral olarak tasvir edilmiştir. Ayrıca “Davudoğ- lu Mesih” olarak isimlendirilen bu kişiye öncülük etmek üzere Yusuf soyundan gelecek ikinci bir Mesih’ten de bahsedilmektedir. Bu ikinci derecedeki Mesih figürü daha sonra, Mesihçiliğin modern ve seküler bir versiyonu olarak görülebilecek olan Siyonist hareketin öncüleri için de kullanılmıştır.
Genellikle insan olarak tanımlanan ama tabiat üstü bazı özelliklere de sahip olan Mesih’in Kudüs’te doğduğu, gökyüzünde gizlendiği, geri dönmek için kurtuluş gününü beklediği ve İsrail hak ettiğinde heybetli bir biçimde bulutların üzerinde geleceği rivayet edilmektedir. Rabbani literatürde Mesih’in gelişini haber veren birtakım olumsuz gelişmelerin olacağından, Gog ve Magog savaşından, sürgündeki İsrail’in vadedilmiş topraklarda bir araya toplanması ve milletlere hükmetmesinden bahsedilmektedir. Mesih beklentisi özellikle baskı ve zulüm dönemlerinde daha da artmış ve birçok kişi, Mesih iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Ebu İsa el-İsfahani (VII. Yüzyıl), İbn Arye (1000), Karai Kohen Solomon (1121) bunlardandır. Yahudi tarihinin en etkili Mesihi hareketi ise Sabatay Sevi adlı bir Osmanlı Yahudisinin, Mesihlik iddiasında bulunması (1665), daha sonra müslüman olmasıyla, Yahudilere göre heretik sayılan ve gizli bir harekete dönüşen Sabataycılıktır. Mesih inancı günümüzde Ortodoks Yahudilik tarafından hala benimsenmekte, Reformist Yahudilik ise kurtarıcı Mesih figürünü reddetmektedir.
Birçok dinde, ileride gelecek bir kurtarıcı müjdesi yer almaktadır. Zerdüştiliğin kutsal mtinlerinde Saoşyant adlı birinin geleceği ve kötülükle mücadele edeceği yazılıdır. Budizmin kutsal metinlerinde Maitreya adlı bir kurtarıcının geleceği haberi yer almaktadır. Hinduizmin Puranalarında yine ileride gelecek bir kurtarıcıdan bahsedilmektedir. Diğer pekçok kültürde, aynı şekilde gelecek bir kurtarıcı müjdesi ve beklentisi mevcuttur. Yahudi kutsal kitabı Tanah’da, Hıristiyan kutsal kitabı Yeni Ahit’te yine ileride gelecek bir kurtarıcıya atıf vardı. Yahudiler, kitaplarındaki bu kurtarıcının Mesih olduğuna inanmakta ve onun gelmesini beklemektedirler. Hıristiyanlar, Yahudilerin bekledikleri Mesih’in, Hz. İsa olduğuna inanmakta ve onun tekrar gelmesini beklemektedirler. İçinde, ileride gelecek bir kurtarıcı müjdesi bulunmayan yegane kutsal kitap Kur’an’dır. Kur’an’da “Muhammed sizden hiçbirinizin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her- şeyi hakkıyla bilendir” (Ahzab 33/40) denilmek suretiyle peygamberliğin, Hz. Muhammed ile sona erdiğini bildirmektedir.
Vadedilmiş Topraklar
Yahudiliğin iman esasları arasında yer almasa da Yahudiler, Tanrının seçilmiş kavmi olduklarına ve Arz-ı Mev’ud’un, Tanrı tarafından kendilerine vaad edildiğine inanmaktadırlar.
Arz-ı Mev’ud (Vadedilmiş topraklar) tabiri Allah’ın, Hz. İbrahim’e ve onun soyundan gelenlere vermeyi vaad ettiği yer için kullanılan bir terimdir. İbranice’de Eretz Israel (İsrail diyarı) denilen bu bölge Tanah’ta Kenan diyarı, diyar ve memleket diye de zikredilmektedir. İkinci Mabed döneminden itibaren arz-ı mev’ud diye adlandırılmıştır.
Bölgenin hudutları, Yahudi kutsal kitabında çeşitli şekillerde belirlenmektedir. Hz. İbrahim’e yapılan vaadde “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar olan bölge” (Tekvin 15/8), Hz. Musa ve Yeşu’a yapılan vaadde “ayak tabanınızın basacağı her yer” (Tesniye 11/24; Yeşu 1/3) diye tanımlanmaktadır. Bu vaad önce Hz. İbrahim ve soyuna yapılmış, İshak, Yakub ve Musa ile de bu vaad yinelenmiştir. Bu vaadin şartları vardır. Öncelikle Allah’ın emirlerine, kanun ve şeriatına bağlı olunacaktır. Orada suçsuz kanı dö- külmeyecek, garibe, dula, yetime iyi davranılacaktır (Yeremya 1/1-7). Vaad edilmiş topraklara sahip olabilmek ve orada kalabilmek için Allah’a verilen sözü tutmak, ahde riayet etmek gerekmektedir.
Vaad önce Hz. İbrahim’e yapıldığına göre, bu vaad bir hak doğuruyorsa, İshak soyundan gelen Yahudiler kadar İsmail soyundan gelenlerin de o topraklarda hakkı olmalıdır. Üstelik Kur’an’a göre de vaadin gerçekleşmesi için birtakım şartların yerine getirilmesine bağlanmıştır. Bunların başında Allah’a itaat gelmektedir. Halbuki İsrailoğulları Allah’ın emirlerine boyun eğmemiş, yapılan ahitleri yerine getirmemiş, hatta Allah’ın elçilerini öldürüp fesat çıkarmışlardır (Bakara 2/61, 100; Nisa 4/155-156; Maide 5/13).
İbadetleri
Her dinde olduğu gibi Yahudilik’te de ibadet dinin temel unsurlarındandır. İbranice’de ‘avoda’ kelimesi, doğru ibadet biçimi anlamında Yahudi dini uygulamalarını ifade etmektedir. Eski İsrail toplumunda ibadetin temelini kurban kültü oluşturmuş, bilhassa İbrani atalar döneminde ibadet ferdi tarzda, Tanrı’ya sunulan adak, takdime ve dua etrafında şekillenmişti.
“Toplanma Çadırı” etrafında toplu ibadete geçiş ise Musa peygamber dönemiyle baş- lamıştır. Toplanma çadırı ve daha sonra onun yerini alan Mabed, İsrail Tanrısının en fazla tecelli ettiği ve O’na doğrudan ulaşılan yer olarak görülmüştür. Filistin topraklarına yerleşildikten sonra, farklı bölgelerde ferdi takdimeler için mezbahlar oluşturulmakla birlikte, önce kuzeyde Şilo, daha sonra Gibeon, Toplanma Çadırının yer aldığı toplu ibadet merkezi olarak belirlenmiştir. Davud’un Kudüs’ü fethedip krallığın merkezi yapmasıyla birlikte ibadet merkezi Kudüs’e kaymış, kral Süleyman zamanında ise Mabed (bet haMikdaş=Beytü’l-Makdis) inşa edilmiştir. Dış ve iç avlu, kutsal ve en kutsal bölümlerden oluşan Süleyman Mabedi ibadet merkezi olarak tahsis edilmekle birlikte, diğer mezbahlarda takdime sunumuna devam edilmiştir. Mabed, M.Ö. 586’da Babilliler tarafından yı- kılmış, M.Ö. 515’te ikinci kez yapılmıştır.
Yahudi öğretisine göre kohen sınıfı, Yakub’un üçüncü oğlu olan Levi soyundan gelen ve kendisi de ilk baş kohen kabul edilen Harun’un oğullarından oluşmakta, Levi soyunun diğer kollarına bağlı erkekler ise Levili sınıfını teşkil etmektedir. Sıradan İsrail kimliğinde anneye dayalı nesep belirleyici olurken, kohen ve Levili kimlikleri baba yoluyla elde edilmektedir. Kohenlerin en yaşlısı baş kohen ve dolayısıyla en kutsal kişi kabul edilmiştir. Kohenlerin yardımcıları konumundaki Levililer ise ibadethanenin bakımı, ayrıca müzik ve şarkı ile ibadete eşlik etmekle görevlendirilmişlerdir.
Mabed ibadetinin merkezinde kurban yer almakta ve kohenler tarafından sunulmaktaydı. Geleneksel Yahudiliğe göre İkinci Mabedin Romalılar tarafından yıkılmasıyla birlikte (M.S. 70), Mesih’in ortaya çıkıp Süleyman Mabedini tekrar inşa edeceği ve tüm Tevrat hükümlerini yeniden hayata geçireceği güne kadar, kurban ibadeti askıya alınmıştır. Liberal Yahudi cemaatleri ise Tevrat’ta yer alan pek çok ritüel gibi, Mabed ve kurbanla ilgili uygulamaların da eski İsrail toplumunda önemli bir fonksiyon icra etmiş olduğunu, fakat Yahudi dini hayatı için artık gerekli ve dolayısıyla geçerli olmadığını kabul etmektedir.
Eski İsrail dininde Mabed, kurban ve kohenlik uygulaması merkezi konuma sahipken, İkinci mabedin yıkılmasıyla birlikte Yahudi dini hayatı sinagog, Tevrat ve rabbiler etrafında gelişme göstermiştir. Mabedde kohenler aracılığı ile yerine getirilen kurban ibadetinin yerini, sinagoglarda rabbiler eşliğinde icra edilen Tevrat çalışması ve dua almıştır. Günü- müzde Yahudi mabedine, toplanma anlamındaki Grekçe sinagog dışında, İbranice bet hakneset (toplanma evi), bet ha-tefila (dua evi) ve bet ha-midraş (öğrenme evi), Türkçe’de ise Havra da denilmektedir. Sinagoglarda putperestliği çağrıştıran resim, heykel ve sair unsurların kullanılması yasaktır. Sinagoglar genellikle tek veya iki katlı olarak yapılmakta, geniş dua salonunun ön tarafında, Kudüs’ün bulunduğu yöndeki duvarda, içinde rulo halindeki Tevrat nüshasının muhafaza edildiği kutsal dolap, dolabın hemen önünde yüksekçe bir platform bulunmaktadır.
Yahudilik’te günümüzde sabah (şaharit), ikindi (minha) ve akşam (maariv veya arvit) olmak üzere günde üç vakit ibadet vardır.Bu ibadetler bir kısmı ferdi, bir kısmı en az on erkekten oluşan cemaat (minyan) eşliğinde İbranice okunan belli dualar halinde icra edilmektedir. Karailerde ise cemaatle ibadet için gerekli minimum sayı üçtür. Geleneksel biçimiyle sadece erkeklerin iştirakiyle gerçekleşen Yahudi ibadetinde ayakta durmak, oturmak, Kudüs’e yönelerek ayakta dualar okumak ve hafif rüku şekli mevcuttur. Ayrıca bazı ibadetler esnasında ibadet şalı örtme, alın veya kol bağı takma gibi ritüeller de vardır.
Şabat
Cumartesi (Şabat) günü, Yahudilerce haftanın en kutsal günü kabul edilmektedir. On Emir’de açıklandığı şekliyle Cumartesi günü, iki ayrı gerekçeyle kutsaldır. Bunlardan birincisi Tanrı’nın dünyayı altı günde yaratıp yedinci günde dinlenmiş olması, diğeri ise Tanrı’nın İsrailoğullarını Mısır’daki kölelik evinden kurtarmış olmasıdır. On Emir’de belirtildiği gibi bu günde iş yapmak yasaktır. Bu günde manevi yenilenme ve dünyayı Tanrının yarattığı gibi bırakıp tabiatın işleyişine müdahale etmeme ilkesi gereğince, toplam otuz dokuz sınıf işten uzak durulmaktadır. Yahudi anlayışına göre gün, güneşin batışıyla başladığı için, Cuma günü akşam güneşin batışından cumartesi günü güneşin batışına kadar söz konusu işleri yapmak yasaktır.
Dini Gün ve Bayramlar
Yahudilik’te günlük ibadetin ve haftalık ibadet sayılan Şabat’ın dışında yıl içinde farklı zamanlarda kutlanan ve anılan dini gün ve bayramlar da vardır. Yahudilik’te bayramlar, ayın hareketlerini esas almakla birlikte, güneş yılına göre sabitlenmiş olan Yahudi takvimine göre belirlenmiştir. Buna göre en önemlileri aslen zirai kutlamalara dayanan ve ilkbahar, sonbahar ve yaz dönemlerine denk gelen Yahudi bayramlarının ay takviminde yaşanan kaymadan dolayı, Tevrat’ta belirtilenden farklı mevsimlere rastlamasını önlemek için, her on dokuz yıllık dönem içerisinde yedi kez (yani 3, 6, 8, 11, 14, 17 ve 19. yıllarda) birer ay eklemek suretiyle Yahudi takvimi sabitlenmiştir. Dolayısıyla bir Yahudi yılı esasen ilkbahara denk gelen Nisan ayı ile başlayıp Adar ayı ile sona eren ve her biri yirmi dokuz veya otuz gün çeken on iki aydan oluşmakla birlikte, belli yıllarda söz konusu on iki ay on üç aya tamamlanmaktadır.
Yahudilik’te dini gün ve bayramlar, ay sistemi ile güneş sisteminin karışmasıyla oluşan takvime göre düzenlenmekte olduğundan, bütün yılı dolaşmazlar. İslâm’da dini gün ve bayramlar hangi takvim sistemine göre belirlenmektedir ve niçin her sene farklı tarihlerde kutlanmaktadır?
Yahudi takviminde yer alan toplam on bir bayramdan altısı büyük bayram, ikisi küçük bayram ve üçü de modern bayram olarak gruplandırılmaktadır. Tevrat’a göre Yahudi yı- lının başlangıcı Nisan ayı olmakla birlikte, geleneksel Yahudilik’te takvim yılı Tişri ayı ile başlatılmaktadır.
Yeni Yıl
Tişri ayının ilk günü Yahudilikte Yeni Yıl’dır. Adem’in yaratılması, İbrahim, İshak ve Yakub’un doğumu; Musa’nın, Firavun’un karşısına çıkması gibi Yahudi tarihindeki pek çok önemli olayın bu günde meydana geldiğine, ayrıca herkesin kaderiyle ilgli tüm bilgilerin bu günde yazıldığına inanılmaktadır. Yılbaşında (Roş ha-Şana) iş yapmak yasaktır. Yılın bu ilk gününden itibaren başlayan on günlük dönem tövbe dönemidir.
Kefaret Günü (Yom Kipur)
Tişri ayının onuncu günü Kefaret günüdür ve Yahudi takviminin en kutsal günü kabul edilmektedir. Roş ha-Şana’da yazılan kader defterleri, on günün sonunda Kefaret günü mühürlenmektedir. Yahudiler bu günde oruç tutarlar.
Çardaklar Bayramı (Sukot)
Tişri ayının 15-21 günlerinde kutlanan bayramdır. Hasat bayramı da denilen Çardaklar Bayramı, Mısır’dan çıkış sırasında çölde geçirilen günlerin anıldığı, aynı zamanda Tevrat’ta üç büyük hac bayramı olarak sözü edilen ve tüm İsrail erkeklerinin Mabede gelip takdime ve kurban sunmakla yükümlü olduğu bir bayramdır.
Tevrat’ı Hatim Bayramı
Tişri ayının yirmi ikinci günü, Tevrat’ın hatmedilmesine yönelik kutlama yer almaktadır. Yıl boyunca okunan Tevrat’ın tamamlanıp tekrar baştan okunmaya başlandığı ve on üç yaş altındaki çocukların gençlik duası söylemek üzere çağrıldığı bu merasimin en önemli özelliği, kutsal dolaptan çıkarılan Tevrat rulosunun ilahi, dua ve dans eşliğinde sinagogun içinde cemaat arasında yedi defa dolaştırılmasıdır.
Pesah Bayramı
Yahudi bayramları arasında mazisi en eski dönemlere dayanan, “Bahar Bayramı”, Özgürlük Bayramı” ve Hamursuz Bayramı” olarak da bilinen Pesah (Fısıh) bayramı, İbrani takvimine göne Nisan ayının 15’inde kutlanmaktadır ve Yahudi hac bayramlarından ilkidir.
İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışlarının yadedildiği bu bayram, günümüzde Yahudilerin en fazla rağbet ettikleri bayramların başında gelmektedir. Bu bayram süresince evlerde maya veya mayalı yiyecek bulundurulması ve tüketilmesi yasaktır. Bayramın ilk akşamı hazırlanan sofra düzenine seder denilmektedir ve sederde, Mısır’dan çıkışın konu edildiği bölümler okunur. Bayram, İsrail’dekiler için yedi, İsrail dışında yaşayan Yahudiler için sekiz gün sürmektedir. Bayram süresince mayasız ekmek tüketilir ve bu bayrama özel yemek takımı ve gereçleri kullanılır.
Haftalar Bayramı (Şavuot)
Şavuot, İbrainice’de haftalar anlamındadır. Batı kültüründe Pentacost diye de adlandırılmaktadır ve Ellinci Gün anlamında Yunanca bir kelimedir. Tevrat’ın, İsraloğullarına veriliş günü olarak kabul edilir. Yahudi takvimine göre Sivan ayının altıncı günü kutlanmaktadır. Üç büyük Yahudi hac bayramından ikincisidir. Gerçekte Pesah’ın ikinci gününden başlamak üzere tam yedi hafta sonrasına denk gelen ve zirai bir bayram olan bu bayrama Turfandalar Günü de denilmektedir. Pesah ve Şavuot bayramları arasındaki bağlantı Pesah’ın, İsrailoğullarının fiziki kölelikten, Şavuot’un ise manevi kölelikten kurtuluşunu temsil etmesidir.
Hanuka Bayramı
Işıklar Bayramı olarak da isimlendirilen Hanuka, M.Ö. 165 yılında Grek-Slevkit kralı IV. Antiochus’un Helenleştirme politikasına ve Kutsal Mabedi putperest ibadet merkezi haline dönüştürmesine karşı, Makabiler’in verdiği savaş ve elde edilen zaferin kutlanması mahiyetindedir. Bu bayramda, Mabedde daima yanan menora’nın sadece bir günlük yağla sekiz gün boyunca yanması mucizesini hatırlatmak üzere sekiz gün boyunca evlerde mum yakılır. Bu bayram Yahudi takvimindeki Kislev ayının 25’inde başlar ve sekiz gün boyunca kutlanır.
Purim Bayramı
Purim, neşe ve eğlence bayramıdır. 14 Adar günü kutlanan bu bayram, Pers yönetiminin Yahudilere uygulamayı tasarladığı katliamın tarihini belirlemek için kuraya başvurduğu veya zar attığı için, kuralar veya zarlar anlamında Purim adı verilmiştir. Vezir Haaman tarafından Yahudi cemaatinin yok edilme girişimine karşı, Yahudi kökenli Kraliçe Ester’in yardımıyla kurtarılması anısına kutlanmaktadır. Yahudilerin katledileceği o günde, Yahudiler onları katletmiştir ve katliam ertesi gün de sürmüştür. Pesah’tan bir ay önce kutlanan bu bayramda, Ester kitabının bayram akşamı ve sabahında sinagogda cemaat halinde ve yüksek sesle okunması esastır. Yahudi bayramları arasında hiçbir bayram, Purim bayramının kutlandığı kadar sevinç ve coşkuyla kutlanmamaktadır.
Mezhepleri
Her dinde olduğu gibi Yahudilik’te de hem inanç ve doktrin hem de ibadet ve uygulama konularında, gerek tarihi süreçte gerekse günümüzde, farklı kültür muhitlerinde olmaktan kaynaklanan veya farklı din ve akımlardan etkilenen yorum farklılıkları söz konusudur. Dinin anlaşılması ve yorumlanmasında ortaya çıkan bu farklılıklar, yorumu yapan insanların zeka ve bilgi düzeyleriyle de yakından alakalıdır.
Yahudilik’te İkinci Mabed döneminin önemli özelliklerinden biri de M.Ö. II. Yüzyılda Filistin’de üç büyük Yahudi mezhebinin ya da grubunun tarih sahnesine çıkmasıdır ki bunlar Ferisiler (Peruşim), Sadukiler (Sadukim) ve Essenilerdir (İsiyim). Ayrıca miladi ilk yüzyılın ortalarında ortaya çıkan devrimci fanatiklereden (Zelot) de bahsetmek gerekir.
Peruşim
Peruşim kelimesi “ayrılıkçılar” anlamındadır ve bu mezhep mensupları kendilerini, Haş- moni yönetimi ile Helenistik uygulamaların taraftarı olanlardan ve sıradan halktan ayırdıkları için bu şekilde adlandırılmışlardır. Ferisiler, Sadukilerin Mabed vurgusuna karşılık Sinagog ve Tevrat öğretisini öne çıkaran ve çoğunlukla yazıcı ve din alimlerinden oluşan gruptur. Tevrat’ın lafzi manasının ötesindeki anlamı ortaya koyabilmek için yorum geleneğini başlatan ve Sanhedrin’de çoğunluğu oluşturan Ferisiler, Yahudi toplumunu Tevrat etrafında birleştirme ve topluma liderlik etme amacıyla hareket etmiş, Tevrat kurallarının uygulanmasında detaycı ve katı bir anlayışı benimsemişlerdir. Mişna ve Talmud’un oluşumunu sağlayan din alimleri, kendilerini Ferisilerin varisleri olarak görmüşlerdir. Peruşim, ahiret ve meleklerin varlığına inanmaktadır. Günümüz Ortodoks Yahudiliği, Peruşim’in devamı ve günümüzdeki temsilcileridir.
Sadukim
Tevrat’ın uygulanması ve Mabed hizmetleri konusunda yani inanç ve amelde Peruşim’e karşıt olması ile tanınan mezheptir. Kral Süleyman döneminde baş kohen olarak görev yapan Sadok’un soyundan gelen baş kohen ve ailesinin görüşleri doğrultusunda hareket ettikleri için bu ismi aldıkları ifade edilmektedir. Sadukim, kohenlerin çoğunluğu oluş- turduğu aristokrat ve muhafazakar bir sınıftı. Mabed ve kurban kültünün yöneticileri sıfatıyla kendilerini dini konularda asıl otorite olarak gören bu grup, Tevrat’ın lafzi anlamını esas almakta, yorum geleneğini ve Tevrat’ta açıkça yer almayan yeniden dirilme fikrini, meleklerin ve kötü ruhların varlığını kabul etmemektedir. Sadukim mezhebi, Mabed’in Romalılar tarafından yıkılışından sonra halk üzerindeki nüfuzunu tamamen kaybederek tarih sahnesinden silinmiştir.
İsiyim (Esseniler)
İsiyim kelimesinin mütevazı ve dindar kişi ve bunların meydana getirdiği topluluk veya sessiz, sakin kişi ve bunların meydana getirdiği topluluk anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Yahudi yorumuna göre bunlar, Makkabi mücadelelerinden önceki Hasidim’in (dine bağlı dindar kişiler) devamıdırlar.
Geleneğe göre bunlar, Tevrat’ın Levililer bölümünün ortaya koyduğu kurallara son derece müfrit bir şekilde uyan kimseler olup, kendi elleriyle kazandıklarını paylaşarak kendilerini dini yaşantı ve çalışmaya vermiş kimselerdir. Esseniler mümkün olduğu kadar evlilikten ve bedeni zevklerden kaçınıyorlardı. Münzevi-apolitik bir grup olan Essenilerin, Kumran cemaati de denilen kısmı, Ölü Deniz civarında oluşturdukları yerleşim bölgelerinde toplumun geri kalanından ayrı olarak komünal bir hayat sürmüşlerdir. Melek ve ahret inancı olan bu grup sıkı bir temizlik ritüeli uygulamaktadır. Mesihi dönemin yakın olduğu inancından hareketle kısmi bekarlığı gerekli görmüşlerdir. Evlilik hayatına getirdikleri kısıtlamadan dolayı nesillerini uzun süre devam ettiremeyen Esseniler, Mabedin yıkılmasından sonra ortadan kaybolmuşlardır.
Miladi VIII. yüzyıldan itibaren doğuda İslâm dünyasında yaşayan Yahudiler arasında Müslümanlığın ve İslâm düşüncesinin tesiri altında çeşitli Yahudi mezhepleri de zuhur etmiştir. Bunlar İseviyye, Yudganiyye, Ananiyye ve Karaim’dir. Bu gruplara Orta Çağ’da ortaya çıkan mistik Kabala hareketi ile XIX. Yüzyılda Avrupa’da, bilhassa Doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında zuhur eden Hasidim hareketini de ekleyebiliriz
Karailik, sadece yazılı Yahudi kitap literatürünü (Tanah) kabul edip, Yahudi din alimlerinin oluşturduğu sözlü yorum geleneğini (Talmud) reddetmektedir. Karailere göre bu mezhep sonradan ortaya çıkmış değil, bilakis son devirlerin ürünü olan Talmud Yahudiliğine karşı, başından itibaren Musa’nın öğretisinin doğru yorumuna dayalı Yahudiliği temsil etmektedir.
Bu hareket VIII. Yüzyılda Babil’de (Irak) yaşayan Anan ben David ile başlamıştır. Anan’ın ölümünden sonra görüşleri Filistin’de yayılmış, Kudüs’ün haçlılar tarafından iş- gali üzerine Mısır, Anadolu ve Kırım bölgelerine yayılmışlardır. Bu mezhep, Tevrat’a dayanmayan tüm Yahudi dini uygulamalarını reddettiğinden, uzun süre gelenekselYahudi din alimleri tarafından meşru kabul edilmemiştir. Karai isimlendirmesi de kutsal yazı anlamına gelen mikra kelimesine atıfla oluşturulan bene ha-mikra (Tevrat’ın çocukları), bale mikra (Tevrat’ın takipçileri) veya kısaca Karaim (Tevrat okuyanlar) şeklindeki nitelendirmeden kaynaklanmaktadır.
Reformist Yahudilik
Modern Yahudi akımları içinde en liberal kanadı temsil eden Reformist hareket, XIX. yüzyılda Alman Yahudileri arasında ortaya çıkmış, daha sonra Amerika’ya taşınmış ve asıl gelişmesini Amerikan Yahudileri arasında göstermiştir. İlk öncüleri Moses Mendelssohn (1729-1786), Abraham Geiger (1810-1874), Ludwig Philipson (1811-1889) ve Samuel Holdheim’dir (1806-1860). Reformist Yahudilik akılcılık, evrenselcilik ve ilerlemecilik gibi ilkeler üzerine kurulmuştur ve bu hareketin ortaya çıkışının temel sebebi Yahudi dinini çağın şartlarıyla uyumlu ve cazip hale getirmektir. Bunun için sinagog ibadeti, şabat kuralları, ergenlik ve evlilik merasimlerinde çeşitli değişiklikler uygulamaya konulmuştur. Reformistler, Tevrat’ı Tanrı tarafından vahyedilmiş bir kitap olarak görmezler. Onlara göre Tevrat, atalarının yaşadığı dini tecrübenin kaydedildiği bir kitaptır. Onun içindeki emir ve yasakların birçoğu, bugün geçerliliğini yitirmiştir. Onlara göre Talmud’un herhangi bir kutsallık değeri yoktur.
Reformistler, başta Mesihçilik olmak üzere geleneksel Yahudiliğin birçok ilkesini kabul etmezler. Onlar, kutsal toprak ülküsünü de benimsemezler. Onlara göre kadınlarla erkekler din karşısında eşittir. Sinagoglarda yan yana ibadet edebilirler hatta kadınlar haham bile olabilir, sinagogda ibadet yönetebilirler. Reformist hareket, zaman içinde temel ilkelerinden taviz vermeksizin geleneği ve pratiği biraz daha dikkate alan bir anlayış benimsemiştir.
Muhafazakar Yahudilik
Başlangıçta Reformist hareket içinde yer alan Zacharias Frankel tarafından başlatılan bu oluşum, Reformist hareketin aşırılığına tepki olarak doğmuştur. Amerika’ya geçtikten sonra bilhassa Solomon Schechter’in öncülüğünde tam manasıyla teşkilatlanıp bir mezhep haline gelen bu hareket, günümüzde Amerika’daki biçimiyle Muhafazakar Yahudilik, Avrupa’daki biçimiyle de Masorti olarak isimlendirilmektedir. Muhafazakar Yahudilik dinin merkezine, Ortodokslarda olduğu gibi vahyi, Reformistlerde olduğu gibi ilerlemeci aklı değil, bütün bir Yahudi toplumunun ortak iradesi ve bu yolla ulaşılan fikir birliği prensibini koymak suretiyle Reformist ve Ortodoks oluşumlar arasında bir nevi orta yolu temsil etme iddiasındadır.
Muhafazakar Yahudilik gelenekle bağları koparmaksızın değişimi onaylamaktadır fakat bu değişim, Reformistlerinkinden farklı olarak yavaş yavaş ve daha ılımlı olmalıdır. Muhafazakar Yahudilik, Amerika’da Reformist Yahudiliğin hemen arkasından ikinci bü- yük Yahudi mezhebidir.
Önceleri Ortodoksluğun Amerikan versiyonu durumunda olan Muhafazakar Yahudilik daha sonra Reformist Yahudilikle Ortodoksluk arasında orta bir çizgiye çekilmiştir. Muhafazakarlar, geleneksel Yahudiliğin ilkelerine uyarlar fakat bu ilkelerin uygulanmasında Ortodokslar gibi katı değildirler.
Yeniden Yapılanmacı Yahudilik
Yeniden Yapılanmacı Yahudilik hareketi, Muhafazakar Yahudilik içinde yetişen Mordecai Kaplan’ın fikirleri ve öncülüğü doğrultusunda ortaya çıkmıştır ve Amerikan Yahudiliğine has bir harekettir. Kaplan’a göre Yahudilik bir din değil, Yahudi toplumunun oluşturduğu ve devamlı gelişen bir dini medeniyettir. Bu hareketin bir diğer özelliği aşkın-yaratıcı- vahyedici bir Tanrı fikri yerine natürist Tanrı anlayışının benimsenmesi, ayrıca seçilmişlik fikrinin ve cinsiyet ayrımına dayalı kuralların reddedilmesidir.
Ortodoks Yahudilik
Ortodoks Yahudilik, Hz. İsa dönemindeki Ferisilikle başlayan ve Rabbani Yahudilikle devam eden ana bünyenin günümüzdeki temsilcisidir. Ortodokslar bu bakımdan klasik Yahudi anlayışını aynen devam ettirmektedirler. Tevrat’ın, Allah’ın Musa’ya yazdırdığı ilahi vahiy olduğuna mutlak olarak iman eden Ortodokslar, aynı zamanda onun yorumu olan Mişna ve Talmud’un da ilahi vahiy kaynaklı olduğuna inanmaktadırlar. Ortodokslar, Tevrat ve din bilginlerinin belirlediği kuralların mutlak otoritesini kabul etmekte ve bunlarda hiçbir değişikliğin meydana gelmesine izin vermemektedirler.
Yeni Ortodoksluk Hareketi
S. R. Hirsch’ün öncülük ettiği ve Ortodoksluk ile Reformist Yahudilik arasında yer alan Yeni Ortodoksluk Hareketi ise Yahudi geleneğindeki değişim prensibinden hareketle, Tevrat emirleri ile mevcut dünya düzenini uzlaştırma hedefi doğrultusunda teşekkül etmiştir. Hirsch, geleneği modern anlayışla uyumlu hale getiren bir Yahudilik yorumu ortaya koymuştur. Reformist hareket akıl ve ilerlemeciliği, Muhafazakar hareket ortak toplum bilinci ve iradesini vurgularken, Hirsch’ün Yeni Ortodoksluğu değişimi onaylayan gelenek fikri üzerinde durur. Günümüz Ortodoks Yahudiliği içinde Halaha’ya ters düşmeyecek şekilde yeniliklere, modern eğitim sistemine ve modern hayat tarzına açık olan ve Amerika, Kanada ve İngiltere’deki Ortodoksların çoğunluğunu oluşturan kesim için Modern Ortodoks isimlendirmesi kullanılmaktadır.
Hasidilik
Hasid (çoğulu hasidim) kelimesi dindar anlamına gelmektedir. XVIII. yüzyıl ortalarına doğru Polonya Yahudilerinden Yisrael ben Eliezer adlı bir kabalacı etrafında gelişen ve mistik unsurlar taşıyan bir harekettir. Bu harekete karşı çıkan Rabbani Yahudilik mensupları ise karşı çıkanlar anlamında mitnagedim diye isimlendirilmişlerdir. Bu hareketin en önemli özelliği, temelindeki mistik anlayışa paralel olarak bilgi ve akıl yerine duygu ve duaya yani dini hissiyata ağırlık vermesidir. Bir diğer önemli özelliği ise ibadet ve dini merasimlerin icrasında mistik konsantrasyon, neşe ve haz faktörlerine ağırlık vermesidir. Hasidilerin özel giysileri vardır. Yetişkinler siyah şapka ve cübbe giyer, elbiselerinin dört kenarına ip takarlar. Kadınlar başlarını örtmek için ya tülbent kullanır veya peruk takarlar. Hasidilerde dini hayat beş yaşında başlar ve çocuğun başı, Hasidi geleneklere göre traş edilir ve kipa giydirilir.
Kabala
Almak, kabul etmek anlamındaki Kabala kelimesi, Yahudi mistik ve ezoterik geleneğinin adıdır. Kabala hareketinin kökeni miladi I. Yüzyılın sonlarına kadar götürülse de müstakil bir sistem olarak XII-XIII. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Dar bir çevrede yaşanan bu mistik hareketin, sıradan Yahudiler tarafından uygulanması, XVII. Yüzyıl ortalarında Doğu Avrupa Yahudileri arasında Hasidilik hareketinin ortaya çıkmasıyla başlamıştır.
Kabala, diğer mistik hareketlerde olduğu gibi ilahlığın mahiyeti, yaratılışın sebebi ve ilahlıkla yaratılış arasındaki münasebete yönelik sırlara ulaşma çabasını ve ilgili öğretiyi ifade etmektedir. Kabala’nın asıl konusu kozmik ölçekli yaratılış ve kurtuluştur. Kabala, İbrani diline ayrı bir önem ve kutasallık atfetmekte, harflerin nümeri değerlerinden hareketle birtakım sırları açıklamaya çalışmaktadır.
Neturei Karta
Neturei Karta, Aramice “şehrin muhafızları” anlamındadır ve Siyonizm karşıtı bir Ortodoks Yahudi cemaatininin adıdır. Örgüt, 1938’de Kudüs’te kurulmuştur. Bu cemaat, Mesih gelmeden kurulmuş olan İsrail Devletinin meşru olmadığını, Siyonizmin, Yahudi dinine ters olduğunu ve İsrail’in, bir an önce Filistin’i işgali bırakması gerektiğini savunur ve bu görüşlerini Talmud’dan delillerle desteklerler. Kudüs’te halen İsrail’i tanımayan bu cemaate bağlı 500 Neturei Karta ailesi yaşamaktadır.
Siyonizm
Siyonizm, dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Yahudi toplumunu Filistin’de tekrar millet olarak bir araya getirme ve burada bağımsız bir Yahudi Devleti kurma gayesi güden bir ideolojidir. Siyonizm, Yahudi milliyetçilik hareketi olarak ortaya çıkmış ve modern İsrail Devletinin kuruluşuyla birlikte bir nevi sivil dine ve dünya Yahudilerinin çoğunluğunun benimsediği ideolojye dönüşmüştür. Kökleri tarihi ve dini olmakla beraber modern Siyonizm, XIX. yüzyılın sonlarında, çoğunlukla seküler kişilerin önderliğinde siyasi bir hareket olarak doğmuştur.
Siyonizm hareketi kendi içinde siyasi, sosyalist ve dini olmak üzere türlere ayrılmaktadır. Yahudi kimliğindeki dini unsuru dışlayan siyasi Siyonizm, Yahudilerin yaşadığı sürgün hayatını ve buna paralel Yahudi sorununu sona erdirmeyi, bunun için de Yahudilerin tekrar bir millet olarak tarih sahnesine çıkmasını ve bağımsız bir Yahudi Devleti kurulmasını öngörmüştür. Seküler bir Avusturya Yahudisi olan Theodor Herzl Siyasi Siyonizmin kurucusudur. Ona ve diğer siyasi Siyonizm taraftarlarına göre antisemitizm olgusu tamamen siyasi sebeplere dayanmaktadır ve yegane çözümü Yahudilere bir vatan bulunmasında yatmaktadır. 1896’da Yahudi Devleti adlı kitabını yayımlayan Herzl ve di- ğer siyonistler, bulunacak bu vatanın, Arjantin ve Uganda gibi herhangi bir toprak parçası olabileceğini düşünürken, daha sonra Yahudilerin vatanının ancak Filistin’de olabileceği noktasında fikir birliğine varmışlardır. Herzl, bu amaçla 1897’de Dünya Siyonist Teşkilatını kurmuştur. Siyonizm fikri, ilk olarak Herzl tarafından seslendirilmemekle birlikte, bu düşüncenin örgütlü bir hareket biçimine dönüşmesini ve dünya kamuoyunda duyulması- nı sağlayan kişi odur. Bunun için Dünya Siyonist Teşklatını kurmuş, yoğun bir diplomasi trafiği içine girmiş, özellikle Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’le görüşmelerde bulunmuş ve padişah’tan, Yahudiler için Filistin’de toprak istemiş ancak bu talebi kabul edilmemiştir.
Siyasi Siyonizm hareketi ilk başlarda gerek liberal gerekse dindar kesimler tarafından benimsenmemiş, ancak XX. yüzyılın ortalarına doğru bu tavır değişmiştir. Siyasi Siyonizm 1948’de Filistin’de İsrail Devletinin kurulmasıyla hedefinin ilk kademesini gerçekleştirmiştir. Alman Yahudisi olan Moses Hess ise sosyalist Siyonizm fikrini ortaya atmıştır. Buna göre ziraata ve sosyalist yapılanmaya ağırlık vermek suretiyle Filistin topraklarında sosyalist karakterli bir toplum ve devlet oluşturma amaçlanmıştır. Filistin topraklarına yerleşme konusunda öncülük eden ve burada sosyalist-siyonist yaşam biçimini tesis etmek üzere kolektif çiftlik tarzı yerleşimleri (kibuts) kuranlar da yine sosyalist Siyonistler olmuştur.
Diğer Dinlere Bakışı
Yahudilikte, Yahudi olan ve olmayan ayırımı oldukça belirgin bir şekildedir. Bir taraftan bütün insanlarla ortak bir atadan geldiklerini ve bütün insanlığı kapsayan bir ahde, Hz.Nuh vasıtasıyla yapılmış ahde muhatap olduklarını ifade ederken, diğer taraftan özel bir ahitle seçilmiş bir kavim olduklarına inanmaktadırlar. İsrail’in seçilmişliği inancı tabii olarak İsrail ve öteki milletler ayrımını beraberinde getirmektedir.
Kavim merkezli bir Tanrı inancının hâkim olduğu eski İsrail dininde, diğer dinler yerine diğer kavimler bahis konusu edilmiştir. İkinci Mabed döneminde tam manasıyla evrensel bir Tanrı inancının İsrail toplumunda yerleşmesine paralel olarak tek doğru ve tek gerçek din İsrailoğullarının dini olarak anlaşılmış, bu dinin dışındaki politeist-pagan inançlar, İsrail dışındaki toplumların ortak özellikleri olarak görülmüştür.
Bir taraftan İsrail’in, Tanrı tarafından seçilmiş bir kavim olduğu inancı, diğer taraftan İsrail dışındaki milletlerin putperest kabul edilmesi Yahudilik’te biz ve ötekiler ayırımının temel kıstaslarıdır. Yahudi dini hukukunun Talmud’daki ifadesine göre İsrail kelimesi, gü- nahkarları ve mühtedileri de kapsayacak şekilde tüm Yahudi din mensupları için kullanı- lırken, İsrail cemaati dışında görülen kişiler genellikle dört ayrı grupta değerlendirilmiştir. Bunlar yedi prensiplik Nuh kanunlarına uyan yerleşik-yabancılar (ger toşav) veya Nuhiler, bu grubun tam karşısında yer alan ve farklı terimlerle ifade edilen putperestler (nohri, akum, kenani, oved, avoda zara), Samirileri ve Hıristiyanları da içine alacak şekilde Yahudi soyundan olan veya olmayan heretikler (min, kuti,) ve bazı açılardan goyim içerisinde anılan mürtedlerdir (mumar).
Yahudi hukuku, goyim başlığı altında görülen dört grupla ilgili hükümler içermekte ancak bu hükümler, zaman içinde farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Yahudi dini hukukuna göre bir Yahudinin, Yahudi olmayan birini kasten öldürmesi veya ondan bir şey çalması kesin bir dille yasaklanmıştır. Ancak Yahudi olmayana dolaylı yoldan zarar vermek, kayıp malını alıkoymak mübah görülmüş; Yahudiden faiz alınması yasaklanmış ama Yahudi olmayandan faiz alınması şart koşulmuştur. Bir Yahudinin hayatı tehlikeye girdi- ğinde Şabat kurallarının ihlaline izin verilmiş, hatta bunun şart olduğu belirtilmiş fakat hayati tehlike yaşayan kişi bir goy olduğunda Şabatı ihlal caiz değildir, doktor veya ebenin yardımdan kaçınması gerekli görülmüştür. Bu karar, çeşitli Ortodoks otoriteler taarfından revize edilmiştir. Bir Yahudinin, Yahudi olmayan biriyle yan yana defnedilmesi, Yahudilerin Yahudi olmayanlarla evliliği yasaklanmıştır. Bugün çoğu Ortodoks ve bilhassa Ultra-Ortodoks gruplar tarafından belli noktalarda devam ettirilen Yahudi-Yahudi olmayan ayırımına rağmen, günümüzün Ortodoks olmayan Yahudi cemaatleri ve bilhassa liberal gruplar, evrensel ahlak açısından konuya yaklaş- makta, Yahudi-Yahudi olmayan arasında eşitlik öngörülmektedir.
Yahudi din alimleri, misyonerlik faaliyetlerinden vaz geçilmesi ve kendi arzusuyla Yahudi olmak isteyenlere de zorluk çıkarılması üzerine diğer dinlere mensup olanların durumunu tartışmaya başlamışlar ve Nuhilik teolojisini geliştirmişlerdir. Bu teoloji, insanlı- ğın kurtuluşu için Yauhudiliğe girmeyi zorunlu görmez. Geleneksel Yahudilik bu ilkeleri kalben benimseyen ve uygulayan kimselerin kurtuluşunu mümkün görür. Yahudilerle aynı derecede olmasa da onlar da cennet nimetlerinden faydalanacaklardır. Ortodoks Yahudi ulemasına göre dinleri bozuk olmakla birlikte, Hıristiyanlar ve Müslümanlar inanç ve yaşayış bakımından Nuhî sayılırlar.
Kutluay, Y. (2001), İslâm ve Yahudi Mezhepleri, İstanbul. Gürkan, S.L. (2008), Yahudilik, İstanbul. Alalu,S-Ardit,K. (2001), Yahudilik’te Kavram ve Değerler, İstanbul.Wigoder,G (ed.), (1993), Dictionnaire Encyclopedique du Judaisme, Paris. Wigoder,G-Werblowsky,Z, (1997), The Oxford Dctionary of the Jewish Religion, New York. Çelebi, A, (1978), Mukayeseli Dinler açısından Yahudilik, çev: A. Büyükçınar-Ö.Faruk Harman, İstanbul.